KUR’ÂN’IN MUHATABI KİM?

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabı kimdir?

Muhatap; hitap edilen kişi demek. Kur’ân; kime sesleniyor, kime hitap ediyor?

Mekke müşriklerine mi?

Ashâb-ı kirâma mı?

Medine’deki münafıklara mı?

Kureyza, Kaynuka veya Hayber yahudilerine mi?

Necran, Yemen veya Şam hıristiyanlarına mı?

Kur’ân’ın mesajı kime?

Bu, cevabı gayet basit görünen soruyu; aklıma, bir dizi hâdise düşürdü:

Bir mecliste bir tavır üzerine ülkemizin son haftalardaki gündemine de mesajları olan şu âyet-i kerîmeyi okudum:

“…Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin. Adâletli olun…” (el-Mâide, 8)

Muhatabım, bu âyetin muhatabı olmak istemedi. Hemen sordu:

“–Âyetin sebeb-i nüzûlü ne?”

İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesinde okuyan bir kardeşim geldi, tefsir dersinden bir nakilde bulundu:

“–Tefsir hocamız, Mâûn Sûresi’nde geçen;

«Yazıklar olsun o namaz kılanlara!» (el-Mâûn, 4) ifadesinin müslümanlardan bahsetmediğini, Kâbe’de birtakım ibâdetler yapan Mekke müşriklerini kastettiğini, falancanın nüzul sıralaması çalışmasının da bunu desteklediğini söyledi.”

Bir öğrencim ile Hâkka Sûresi’nin meâlini okuyorduk. Dehşetli âyetler:

“(Allah, cehennem bekçilerine emir verir:) «Tutun bağlayın onu, kelepçeleyin! Sonra da cehenneme fırlatın. Sonra da onu, yetmiş arşın uzunluğundaki zincire vurun!»” (el-Hâkka, 30-32)

Kulak misafiri olan bir arkadaş sordu:

“–Bu dehşetli muamele, müslümanların günahkârlarına da gösterilecek mi, yoksa kâfirlere mi mahsus?”

Gazetede; “Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin.” (el-Mâide, 51) meâlindeki âyetler hakkında bir yorum:

“…Asr-ı saâdette yahudî ve hıristiyanlara muhabbet ve dostluk gösterenlerden münafıklık kokusu geliyordu. O zamanda bütün nazarlar din ve îtikat üzerinde toplandığı için böyle bir endişe vardı. Günümüzde nazarlar tamamen medeniyet, terakkî ve dünyevîlik üzerinedir… Dolayısıyla çoğulculuk…”

Bu birbirinden çok farklı hâdiselerin ortak noktası; Kur’ân hakikatlerine muhatap olmaktan, bir şeyleri vesile ederek kaçınmaktı.

Benzer yorumları geçmişte de duymuştum:

“–«Az gülüp çok ağlasınlar…»” (et-Tevbe, 82) buyuruluyor.” deseniz cevap:

“–O âyet, münafıklar hakkında!”

“–İslâm’ın bir mîras hukuku var.”

“–O âyetler tavsiye! Biz almayalım!”

“–O, tavsiye kelimesinin sadece Türkçede uğradığı daralma… En‘âm Sûresi’nin 151’inci âyetinde Allah, şirk ve cinayet gibi şenaatleri yasakladıktan sonra yine vasiyet/tavsiye kökünden bir fiil kullandı. Buna da mı «tavsiye» deyip geçeceğiz? Sonra velev ki tavsiye olsun, Allâh’ın tavsiyesini bırakıp, kimin tavsiyesini tercih ediyorsun?!.”

“–Fakat o ahkâm, 7. asırda indi. O zaman kadınlar çalışmıyordu. Anne-babaya erkek evlât bakıyordu, falan filân…”

“–Bu söylenenlerin mîras ile ne alâkası var? Anne-babaya bakmak, ondan mîras alma şartına mı bağlı? Annen-baban fakirse bakmayacak mısın? Anne-babaya bakma hükmü de değişmedi, mîras hükmü de… O gün de kadınlar zengin olabiliyordu bugün de… O gün de çalışabiliyordu, bugün de…”

Muhataplıktan kaçınmakta öyle saçmalayanlar olmuştu ki;

“«Kul!» yani; «Söyle (ey Nebî!)» ibaresiyle başlayan sûreler, Hazret-i Peygamber’e hitap ediyor, bize değil!” diyen şaşkın ve sapkınlar bile çıkmıştı.

Bu yamulmaların özü:

Kur’ân’a muhatap olmaktan kaçınmak…

Ya te’vil yoluyla, ya «sebeb-i nüzûlü başkaymış» diyerek, ya mensuh diyerek, yahut da bu Mekke’de, Medine’de inmiş, İstanbul’da, Ankara’da inmemiş diyerek, zaman değişmiş diyerek, bilerek veya bilmeyerek “tarihselciler”e hizmet ederek, öyle veya böyle…

Hep kaçış!

Hâlbuki Kur’ân, insana hitap ediyor!

Başta en büyük ve en müstesnâ insana Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e…

Kur’ân-ı Kerîm’i açtığımızda, Bakara Sûresi’nin ilk kelimelerinden «Zâlike» var ya, işte oradaki o muhatap kâfı bile Efendimiz’i gösteriyor.

O, yukarıda andığımız Hâkka Sûresi’ni de kastederek;

“Hûd Sûresi ve kardeşleri beni kocattı.” buyurmuşsa, demek ki hiçbir âyeti; «Bu, kâfir hakkında…», «Bu, geçmiş ümmetler hakkında…» deyip atlamıyordu. Hepsinin muhatabıydı. İkaz, tehdit ve azap bildiren âyetlerin şümûlüne girmekten (ümmetinin girmesinden) Allâh’a sığınıyor; müjde, rahmet bildiren âyetlerin muhtevâsını garanti görmeden, onu (kendisine ve ümmetine) nasip eylemesi için duâ ediyordu.

Ashâbının, Bakara Sûresi’nin 284’üncü âyet-i kerîmesinde, içten geçirilen hislerden de hesap sorulacağı hükmünü işitip, dehşete kapılması ve sualler sormaya başlaması üzerine Peygamberimiz, celâllenmiş;

“Geçmiş ümmetler gibi; «İşittik, isyan ettik!» mi diyeceksiniz?!.” diye mukabelede bulunmuştu.

Evet, Kur’ân-ı Kerîm’in muhatabı olmaktan kaçınmak;

“İşittik, fakat te’vil ettik.”

“İşittik, ama bizden bahsetmiyormuş ki!”

“İşittik, fakat artık devir değişmiş, biz de bu yüzden uymadık, isyan ettik.”

“İşittik, fakat 15 asırdır, binlerce sahâbî, milyonlarca âlim yanlış biliyormuş, bizim TV ulemâsı doğrusunu bize öğretti. Uyacak bir şey yokmuş!” gibi ahmakça tavırlardır.

Kur’ân biz kaçınsak da bize hitap ediyor.

İsrail oğullarından bahsederken de bize hitap ediyor. Âd’dan, Semûd’dan, kavm-i Lût’tan bahsederken de bize hitap ediyor.

“Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla…” deyiminin bize fısıldadığı üslûpla; iblisten, Firavun’dan, Hâman’dan, Nemrut’tan, Züleyhâ’dan, Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerinden bahsederken de bize hitap ediyor.

Bazı kıyâmet sahnelerindeki müthiş ve korkunç tasvirler, evet açıkça kâfirler hakkında… Biz elhamdülillâh müslümanız. Fakat son nefesi, müslüman olarak verme garantimiz var mı?

Bazı âyetler, evet münafıklar hakkında… Fakat nifâka düşmeme garantimiz var mı? Îmânımızdan şüphemiz yok ama, tedbirimiz onu kaybetmemek üzere, yapılan her ikazı değerlendirmek şeklinde olmalı. Ashâb-ı kiram, münafık hasletlerine düşmek endişesini taşıyor ve bunun teyakkuzuyla yaşıyordu.

Eğer, cimri, riyâkâr ve gafil bir müslümansanız; namazınız sizi cimrilikten, gafletten ve riyâkârlıktan alıkoymayan bir namaz ise; «Feveylün!» ifadesinden kaçamazsınız, hangi tefsirci ne derse desin!..

Yahudi ve hıristiyanlarla beşâşet, komşuluk, ticaret ve benzeri kalbî değil, sûrî dostlukların haram olmadığını zaten biliyoruz. Fakat bin dereden su getirip, bin türlü hikmeti olan «ağyâr ile kalbî dostluk kurmama» emrini zayıflatmaya ne gerek var?

Kur’ân’a muhatap olmama meselesi, sadece İslâm’ı tahrife kalkışanların problemi değil. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinde kalmaya çalışanlar da ilâhî mesajların şümul ve muhtevâsına girme gayretlerini ölçüp biçmeli:

“Onlar seherlerde istiğfar ederler.” (ez-Zâriyât, 18),

“Yanlarını yataklardan ayırırlar.” (es-Secde, 16),

“Onların mallarında isteyen muhtaç ve isteyemeyen mahrumun payı vardır.” (ez-Zâriyât, 19),

“Allâh’ı çokça zikredin.” (el-Ahzâb, 41),

“Allah yolunda hakkıyla cihâd edin…” (el-Hacc, 78) meâlindeki âyetlere ne kadar muhatap olabiliyoruz?

Kur’ân-ı Kerîm’in üslûbu da ilâhî nizam tarafından herkese hitap etmeye elverişli olarak şekillendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerim 13 sene Kureyş’e hitap ettiği hâlde, Kur’ân-ı Kerim’de sadece bir kere Kureyş kelimesi (Kureyş, 1) geçiyor. Binlerce sahâbîden sadece Hazret-i Zeyd’in mübârek adı (el-Ahzâb, 37), yüzlerce müşrikten sadece Ebû Leheb’in adı (el-Mesed, 1) sarâhaten geçiyor. Kur’ân, çoğu kez isim yerine vasıf zikretti. Ebû Cehil demedi; «Namazdan alıkoyan» (el-Alak, 9-10) dedi.

Kur’ân; “Ey Mekke müşrikleri, ey Kureyşliler, ey Medineli müslümanlar, ey Hayber yahudileri!” diye hitap etmek yerine, kıyâmete kadar geçerli sıfatlarla hitap ediyor:

“Ey îmân edenler!”,

“Ey ehl-i kitap!”,

“Ey insanlar!”…

«Her kim…» diye başlayan âyetler, sıralanan vasıfları taşıyan veya taşıma riski / imkânı / ihtimali bulunan herkesi ihâta ediyor.

Sebeb-i nüzül bilgileri, âyetleri doğru anlamak için gereklidir. Muhatap kitlesini daraltmak için değil. Âyetteki hüküm umumî ise, onu, sebep hususîleştiremez. Yani sadece o âyetin inmesine sebep olan kişi ve hâdiselere inhisar edemez, indirgeyemez. Hüküm umumîdir.

Yeni fark edilmiş bir mânâ pırıltısı, asırlardır parıldayan mânâ güneşlerine gözleri kör etmemelidir.

Kur’ân-ı Kerîm’i; bir müsteşrik / oryantalist / batılı, doğu bilimci edâsıyla, -hâşâ- kadîm bir kültürün bugüne ulaşmış bir kitabı, bir akademik malzeme, bir tarihi geçmiş metin gibi ele almaya kalkan kişiler, Kur’ân’dan uzaklaşır. İllâ yeni bir şey bulma, ezber bozma şehvetine kapılmalar, sahâbenin anladığı mânâyı küçümsemeler; murâd-ı ilâhîyi anlama arzusundan neş’et etmez.

Yine Kur’ân’a; kalbine indirildiği zâta îman ve muhabbetle dolu olmadan, ahkâmına, mesajlarına, ikaz ve müjdelerine muhatap olmaktan kaçınarak yaklaşırsak, ancak hüsranımız artar.

Fakat Kur’ân’ı bize tebliğ eden Peygamber Efendimiz’e;

“İşittik, itaat ettik!” mukabelesinde bulunursak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e vahyolunan Kur’ân’a; tilâvet emrini îfâ, yani okumak ve takip etmek rûhuyla muhatap olursak, ezcümle müttakî olmaya çalışırsak; o zaman Kur’ân bize hidâyet rehberi olur. Şifâ olur, rahmet olur. Tatmadan acı zannettiklerimiz bile, lezzet olur.

Kur’ân’a muhatap olmaya râzı olmazsak, Allah bizden râzı olmaz!.. İşte sabah-akşam tazelememiz gereken muhataplık ilkesi:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kim akşam olunca (samimiyetle); «Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, nebî olarak Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den râzı oldum.» derse, Allah Teâlâ Hazretleri’nin o kulunu râzı etmesi, üzerine bir hak olur.” (Tirmizî, Deavât, 13/3389)