Peygamberlik ÇOK AĞIR BİR VAZİFE

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

Bir düğün veya bir cenâze merasimi veyahut da başka bir münasebetle kalabalık bir meclistesiniz. Yanlışlığını kat‘î olarak bildiğiniz bir söz sarf ediliyor. Dînen ve aklen müdahale etmeniz gerekiyor. Fakat hemen müdahale eder misiniz? Yoksa önce düşünür, müdahalenizin sonuçları üzerinde durur, içinizden sorular mı sıralarsınız:

“İnsanların tepkisi nasıl olur?”

“Ya keyifler kaçar ve meclis buz keserse?”

Veya;

“İnsanlar zaten çok acılı bir durumda. Bu müdahalemle onların bu acıları daha da derinleşir mi?”

“Söylediğim sözler sebebiyle alay konusu olur, hakarete uğrar mıyım? Bilgiçlik tasladığım falan sanılır mı?” vs.

Hattâ bazen sorular yetmez, mazeretler üreterek vicdanınızı mı rahatlatırsınız?

“Bir yanlışı düzelteyim derken daha büyük bir yanlışa sebep olmayayım. İnsanlar zaten cahil. Benim müdahaleme gereksiz tepki gösterip, sözgelimi bir bid‘at işliyorlarken, günaha düşmesinler; bir günah işliyorlarken, küfre girmesinler.”

“Hem zaten söyledikleri bu söz her ne kadar yanlış bir anlamda ise de onlar bunu kastetmediler.” vs.

Yoksa zaten çok rahat olduğunuz için hiç aldırış etmez, el sallayıp geçer misiniz?

“Adam sen de! Sen söylesen anlayacaklar mı sanki? Ne diye nefesini tüketeceksin de sonra onların ağzının kokusunu çekeceksin? Boş ver! Hiç bulaşma!

Ne demiş Ziyâ Paşa?

Bir yerde ki yok nağmeni takdir edecek gûş
Tazyî-i nefes eyleme, tebdîl-i makām et!”

Hadi diyelim ki, Mehmed Âkif gibi;

Sözüm odun gibi olsun hakîkat olsun tek!

diyen, doğru bildiğini her yerde söyleyen birisiniz ve orada da söylediniz. Ancak bu tavrı ne kadar sürdürebilirsiniz? Sadece sürdürmek yetmez tabiî ki. Nasıl sürdürdüğünüz de önemli. Nezâket ve üslûbunuzu bozmadan, kimseyi kırıp incitmeden, nefret ettirerek değil de insanların kalplerini kazanarak ne kadar sürdürebilirsiniz?

Sonra, buraya kadar yalnızca bulunulan bir ortamdaki bir yanlışa müdahale hakkında konuştuk. Böyle bir ortam mevcut değilken kim insanların toplu bulundukları çarşı-pazar vb. yerlere gidip yanlış düşünce ve tavırlarını düzeltmek amacıyla onlarla konuşmayı kendine misyon edinebilir ve bunu bir ömür boyu bıkıp usanmadan sürdürebilir? Hem de para-pul, makam-mevkî, şan-şöhret vs. hiçbir beklentisi olmadan…

Tamam, misyonerler ve davetçiler var. Ancak onların ardında müesseseler, milyonlarca dindaş ve hattâ zaman zaman devletler var. Yani organizeli bir faaliyet içindeler. Asırları aşan siyasî hedefler dâhilinde plânlanan bir yere, belli bir program dâhilinde gidip çalışıyorlar. Arkasında böyle bir destek olmadan ve hiçbir hazırlığı yokken kim böyle bir misyonu göze alabilir?

İşte peygamberlik böyle bir şey!

Peygamberler de böyle insanlar!

Aldıkları mesajı hiç eğip bükmeden, kimseden çekinmeden olduğu gibi iletirler. İletecekleri mesaj, genellikle muhataplarını kızdıracak hususlar içerir. Alaya, hakarete, taşlanmaya, boykota, tehcire ve hattâ katle mâruz kalırlar.

Öyle olur ki, bazen en yakınları bile karşılarına dikilir: Babaları, oğulları, eşleri, amcaları… Bazen gelen mesaj, en yakınlarını kınayıcı ifadeler içerir, onlar hakkında; «Eli kurusun!» şeklinde bedduâlar, ateşe gireceklerini bildiren tehditler ihtivâ eder. Ama peygamberler böyle bir durumda bile kendilerine gelen mesajı muhataplarına iletmek zorundadırlar. Yoksa kendilerine bu misyonu veren tarafından vazifelerini yapmamış sayılırlar:

“Ey Rasûl! Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah Sen’i insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez.” (el-Mâide, 5/67)

Mesajın muhataplara olduğu gibi iletilmesi çok kat‘î ve net bir emirdir:

“Sana emrolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!” (el-Hicr, 15/94)

Bu sebeple bu emrin muhatabı, insanları her nerede bulduysa aldığı mesajları onlara derhâl iletmeyi bir fırsat bilmiştir. Ticarî amaçlarla panayırlarda toplanan kabîlelere, hac için bir araya gelen insanlara…

Bir festivalde alışveriş etmek ve eğlenmek için toplanmış insanlara hiç gündemlerinde olmayan bir mesaj iletebilir misiniz?

Meselâ bugünkü AVM’leri düşünün! İnsanların stres atmak için (!) gittikleri, sinema salonları ve bol cayırtılı kafeleri olan o kapitalist mabetlerini…

Hangimiz buralarda problemlerinden kaçan ve bir anlamda kendilerini unutmaya çalışan insanlara;

“Hey! Biraz bana kulak verir misiniz?” diye seslenip onlara inadına kendilerini ve bu âlemde bulunuş sebeplerini hatırlatabiliriz?

İşte peygamberin yaptığı tam da budur!

O, bununla da yetinmedi, mesajını duyurmak için başka beldelere de gitti. Vazifesini yapmak için toplumdışı ilân edilmek ve hakaret edilerek taşlanmak dâhil her şeyi göze aldı.

Buraya kadar davete direnen bir cemiyette mesajı iletmenin zorlukları üzerinde durduk. Daveti kabullenen bir cemiyet oluştuğunda mesajın iletilmesi nisbeten kolaylaşırsa da zorluklar tamamıyla son bulmaz. Aksine yukarıda verdiğimiz örneklere kıyâsen kolayca tahmin edilebileceği üzere mesajı ulaştırmanın önünde her zaman dâhilî ve hâricî birçok zorluk vardır.

Meselâ mesaj, peygamberin en mahrem duygu ve düşüncelerini içerebilir. Ancak o, buna rağmen vazifesi gereği onu insanlara duyurur. Duyurmak zorundadır. Vazifesine ne denli sâdık olduğunu gösteren bu durum, onun dürüstlüğünün de en açık delillerinden birini teşkil eder. Hangimiz en mahrem duygu ve düşüncelerinin kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara fâş edilmesini ve tekrar tekrar okunmasını isteriz? Hâsılı peygamberlik çok ağır bir vazifedir gerçekten, vesselâm! Bu sebeple bizim için bu büyük yükü omuzlayanların kıymetini çok iyi bilmeli, onları bize gönderdiği için Allâh’a şükretmeliyiz.

Hepsine, hâssaten Efendimiz’e salât ü selâm olsun!