AŞKA YOLCULUK, AŞKLA YOLCULUK
YAZAR : Ahmet SÂDIK
Çocukluk yıllarım, Anadolu’nun şirin bir ilçesinin mütevâzı bir köyünde geçti. Köyümüzün umur görmüş insanları; uzun kış gecelerinde rahmetli dedemlerin evinde toplanır, mâneviyat dolu gönül sohbetleri yaparlardı.
Bir gün konu; Allah adamlarından, ricâl-i gaybdan, üçler, yediler, kırklardan açıldı. Sohbet, benim seviyemin çok üzerinde idi. Rahmetli dedem; üç adamın beyazlar giymiş hâlde ve üç beyaz atla bu gece, seher vakti bahçemizin geniş avlusundan âdeta uçarak geçtiklerini söyledi. Dedemin dostları da bunu gayet normal karşıladı. Ben bu esrarengiz sohbetten oldukça etkilendim ve ürktüm.
O gece misafirler gittikten sonra, gidip bakmaya cesaret edemesem de sabahın ilk ışıklarında kendimi bahçeye attım. Beyaz karlar üzerinde âdeta uçar gibi giden üç atlının ayak izlerini bulmaya çalıştım. Yıllar geçti hâlâ o izin peşindeyim…
Üç alperen; şeyhlerinden destur alıp, atlarına binerek dergâhtan yola çıktılar. İkindi vakti, yağmur havası var, güneş batmak üzere. Atlarının kişneme sesleri, gök gürültülerine karışıyor. Hangi mekân, hangi zaman, hangi dergâh… Hepsi meçhul. Meçhuller denizinde sırlarla dolu bir yolculuk…
Kulakları, şeyh efendinin sözleri ile çınlıyor. Yürekleri, onun mânevî işaretleri ile dolu. Vazife ve mes‘ûliyet büyük. Ruhları, âdeta kendilerine gösterilen yolun mânevî derinlikleri ile cezbe hâlinde. Arkalarına bile bakmadan, gecenin karanlığında kayboldular. Arkaya bakmak hizmette, edebe mugāyirdi. Arkaya bakmak, yürekle ileriye atılmaya mâni idi. Arkaya bakmakta, zorlu Tebük Seferi’nde geride kalan üç sahâbînin yürek yangınları vardı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, onların bedenlerini ıslatmıyordu artık…
Hepsinin ruhlarında, İki Cihan Güneşi Peygamber Efendimiz ile birlikte; Bedir, Uhud, Hendek, Hayber, Mûte fetih ve savaşlarına, Tebük Seferi’ne katılan bir sahâbî vardı. Hepsinin yüreğinde «sancak yere düşmesin» diye canını seve seve fedâ eden bir Zeyd, bir Câfer-i Tayyar, bir Abdullah bin Revâha vardı. Hayber Kalesi’nin kapısını bir yüklenişte açan, düşmanları bir vuruşta yerle bir eden bir Hazret-i Ali vardı…
Sabah namazını birlikte edâ ettiler. Son kez kucaklaşıp vedâlaştıktan sonra her biri bir yöne, meçhuller denizine yöneldiler… Doğuya, batıya, güneye, kuzeye… Kafkaslara, Balkanlara, Orta Asya steplerine, Afrika çöllerine… Ellerinde Kerîm olan Allâh’ın kitabı Kur’ân, gönülleri Peygamber sevdası ile dolu, azıkları ise Hak dostlarına muhabbet… Ruhlarının vecdini binlerce kilometre ötelere taşımaya çalışma aşkı ile yola çıktılar.
Genç Mus‘ab, önlerinde bir ışık gibi parlıyordu. Gönül dünyalarını Mus‘ab ile süslüyorlardı. O Mus‘ab -radıyallâhu anh- ki Mekke’nin en zengin ailelerinden birisinin biricik oğlu idi. Mus‘ab Mekke sokaklarına çıktığı zaman, bir ırmak gibi akar, Mekke’nin bütün kızlarının yüreği ona olan sevda ile yanardı. Onun kalbine Allah sevdası yerleştikten sonra, her şeyi bir çırpıda terk etti. Allah yolunda, Peygamber sevdası ile ilk muallim olarak Medine’ye hizmete koştu. Şehâdet şerbetini içtiği vakit; defnedilirken, başındaki sarık kefen yapıldığında, başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Mus‘ab; bir can parçası, bir aşk kıvılcımı, bir aşk ateşi. Yüreğindeki yangını çağlar ötesine taşıyan bir delikanlı… Uhud’da şehid olduğu zaman, elindeki sancağı meleklerin devraldığı yiğit…
Vehb bin Kebşe -radıyallâhu anh- önlerinde bir kandildir. “Peygamber Efendimiz onu, Çin’de tebliğ hizmetinde bulunmak üzere vazifelendirmiştir. Hâlbuki o zamanın şartlarıyla Çin, bir yıllık mesafededir. Bu sahâbî oraya kadar gidip, uzun bir müddet tebliğde bulunduktan sonra, gönlünü kavuran Rasûlullah hasretini bir nebze dindirebilmek ümidiyle Medine yollarına düşmüştür. Bir yıl süren çileli bir yolculuğun ardından nurlu Medine’ye vâsıl olmuş, fakat ne yazık ki Hazret-i Peygamber vefat etmiş olduğu için, O’nu görememiştir. Hasreti bir kat daha artmış olarak, Allah Rasûlü’nün kendisine emrettiği hizmetin kudsiyyetinin idraki içinde tekrar Çin’e dönmüş ve bu hizmetteyken rûhunu teslim etmiştir.”
Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- Hazretleri’ni doksan yaşında İstanbul’a getiren ve ona;
“Vefat ettiğim zaman beni düşman sınırları içinde ulaşabildiğiniz en uç noktaya defnedin!” dediren ruh, onların da rûhâniyetlerini kuşatmıştır. Onlar, artık dönülmez bir sevdanın mahkûmlarıdırlar…
Fas’tan Endülüs kıyılarına çıktığı zaman, donanmanın gemilerinin yakılması emrini verip;
“Ölmek var dönmek yok!” diyerek askerlerine zafer veya şehidlik ufkunu gösteren Târık bin Ziyad, âdeta onların da tüm gemilerini ateşe verdi. Artık «Ölmek var dönmek yok!» düsturu onların hayat tarzı oldu…
Onlar, büyük kumandan Ukbe bin Nâfî’nin izinden gidiyorlardı. Ukbe bin Nâfî, Atlas Okyanusu’nun kenarında atını dizlerine kadar denize sürüp şöyle haykırmıştı:
“Allâh’ım! Şu deniz karşıma çıkmasaydı, Sen’in ismini yüceltmek yolunda bütün dünyayı fethederdim. Allâh’ım, şahid ol!..”
Onlar;
Malazgirt Ovası’nda beyaz kefenliğini giyerek Anadolu’nun kapılarını müslüman-Türklere açan Alparslan;
“Ya ben İstanbul’u alırım, ya İstanbul beni alır.” diyerek, İstanbul’un fethi ile çağ kapayıp çağ açan Fatih;
Peygamber müjdesine nâil olabilmek için, canı pahasına bayrağı burçlara diken, binlerce Ulubatlı Hasan’dı…
“Allah; mü’minlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır…” âyet-i celîlesinin muhatabı olan bu vuslat yolcuları, aşk ummanında yol almaya devam ettiler.
Üç atlı, zamanın ve tarihin derinliklerinde akıp gittiler. Zaman geldi; atlarının arkasında büyük bir toz dumana karıştı. Zaman geldi; atlarının ayaklarının taşlara çarpmasından oluşan kıvılcımlar, bir şimşeğe dönüştü. Taşıdıkları ateş hiçbir rüzgârın söndüremeyeceği bir yürek yangınının meş‘alesi oldu… Her bir atlı, bin yürek…
Bazen Peygamber şehri Medine’den çıktılar yola; bazen güneşin doğduğu yer anlamına gelen Horasan’dan; bazen Semerkant’tan, Belh’ten, Erdebil’den… Bazen de İstanbul’dan… Yûnus Dede’nin gönül dergâhından… Önlerinde durmadan yanan bir kandil, yol gösterdi; bazen melekler oldu kılavuzları, bazen de Hızır… Yüreklerindeki med-cezirler dalga dalga asırlarca, binlerce yüreğe yayıldı…
Onları; Muhammed Bahâeddin Nakşibend, Abdülkādir-i Geylânî, Şems-i Tebrizî, Yahya Şirvânî, Aziz Mahmud Hüdâyî, Mevlânâ Celâleddin, Yûnus Emre, Emir Buhârî, Muhammed Üftâde ve benzerlerinin rûhâniyetleri, «sonsuz ufukların seyyahı» etti. Her biri bir heyecan, aşk ve gönül insanı oldu. Mevlânâ; sekiz yaşında yaşıtları ile oynarken, arkadaşlarının;
“–Damdan dama atlayalım!” sözlerine;
“–O iş, kedi köpeklerin işidir, gelin biz göklere çıkalım!” der.
İşte onların dertleri de ufuklarda dolaşmak, yıldızlara çıkmak olmuştur. Onlar «asil ruhları ile o kahır tecellîlerinin galip göründüğü günümüzde, tabiattaki milyonlarca çakıl taşı arasında barınan müstesnâ bir mücevher» olmuşlardır.
Bir Allah dostunun;
“Bir aşk odu yaktık, Diyâr-ı Rûm’a attık.” dediği aşk ateşi, binlerle yürek yangınına dönüştü ve koskoca bir dünyayı yangın yerine çevirdi. Bu aşk meş‘alesi ve ateşi, asırlarca önümüzü ve ufkumuzu aydınlatageldi.
Yazımızın başında belirttiğimiz gibi, yıllar geçse de biz hâlâ o kutlu sefere çıkanların ayak izlerini aramakla meşgulüz. Bulmak ne mümkün! Ama onların hizmet aşkı, heyecanı ve rûhu; bizler için ebedî kurtuluş yollarını aydınlatan, parlak birer yıldız oldu. Onların aşk ateşinden, yüreğimize bir kıvılcım düşer ümidi ile…