ALPERENLERİN YETİŞMESİ DİLEĞİYLE

YAZAR : Ayla AĞABEGÜM aylaagabegum@hotmail.com

Ahmet KABAKLI Hocanın Alperen kitabını, siyasî gündemin kafalarımızı karıştırdığı ortamda tekrar okumaya başladım. Kabaklı Hoca diyor ki:

“Sanki yeni bir Dede Korkut kitabı hayal ediyorum. Gücüm olsa, doğrudan doğruya milletimin destanını yazardım. Bu kitapta daha çok milletimin destanının anlamlarını anlatmaya çalışacağım.

Şimdilerde Ahmed Yesevî yok, Hacı Bektaş yok, Yûnus Emre yok, İbrahim Hakkı Hazretleri yok, Hüseyin Avni ULAŞ yok, Mehmed Âkif yok, Yahya Kemal yok… Biliyorum. Milletimin mânâ gücüne kıyıldı. Madde gücüne çıkarcılar ipotek koydu. Kahramanlar; kendi zamanlarından fazla, gelecek zamanlar için yaşarlar. Onlar milletlerinin ve insanlığın bütün zamanlarını mânâ ile doldururlar, süslerler. Hepsi menkıbeleri, şiirleri, destanları, gayretleri, fetihleri ve kitapları ile size yol göstermeye hazırdırlar.

Alperen kafilesinin başında, Peygamber Efendimiz ve O’nun dört seçkin arkadaşı (dört halîfe) bulunuyor. Bizim alperenler, madde ve mânâda; şiir ve hikmette; sevgi ve merhamette; insaniyete, İslâmiyet’e, ümmete ve millete hizmette, daima Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i örnek tuttuğu ölçüde ululaşıyor, destanlaşıyorlar.

Bakıyoruz; Ahmed Yesevî, Dede Korkut, Fatih Sultan Mehmed, Saltuk Baba; Turan’da, Oğuz ilinde, Anadolu’da, Rumeli’de ve Türk diyarlarında bütün varlıkları ile Hazret-i Muhammed’e benzemek istemektedirler. Bundan sonraki Türk büyüklerinin amacı da Hazret-i Muhammed’in izinde yürümek olmalıdır.”

Kitabı okurken dalıp gidiyoruz. 1071 yılında, Sultan Alparslan’ın binlerce mü’min Türkmen-Oğuz’un kanları pahasına, bize bahşettiği Anadolu’nun bütünlüğüne ayrı bir dikkatle bakmak ve o bütünlüğü devam ettirmek zorundayız. Gözlerinizin önünde, Sultan Alparslan’dan bugüne kadar, bu vatan toprağı için şehid olanların hâtıraları var oldukça alperenleri yetiştirme gayreti içinde olacağız.

Alperen kafilemizin başında Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve dört halîfe olduğuna göre; işe, onların hayatından alacağımız örneklerle başlamalıyız.

Yetişecek olan genci, geleceğin bir lideri olarak düşünebiliriz. Bu yıl, üniversitelerimizin birinde çobanlık bölümü açıldı. Çoban deyip geçemeyiz. Çobanın sürüsüne hâkim olması bir sanattır. Hayatımızın her devresinde liderlik sanatını bilirsek başarılı olabiliriz.

Çobanın sürüsüne, ebeveynlerin çocuklarına, öğretmenin öğrencilerine, okul müdürünün öğretmen ve öğrencilerine, doktorun hastalarına, idarecilerin idare ettiklerine tesir edebilmeleri için liderliğin sırlarını bilmeleri gerekir. Aksi olduğu zaman, kendi başarısızlıklarını; sert tedbirler alarak, bağırarak, hakaret ederek örtmeye çalışırlar ve onları sessizleştirmeyi başarı zannederler.

Genellikle toplumu idare etmeye kalkanlar, toplumu «uysal koyunlar» olarak görürler. Yanıldıklarını anladıkları zaman iş işten geçmiş olmaktadır. Dönüş zordur.

Genellikle sert mizaçlı öğretmenler; ilk derslerde hâkimiyeti sağlamak için bağırırlar, ceza verirler… Düşünceleri, verdikleri korkuyla sınıfa hâkim olmaktır. Çocuklar güler yüze hasret kalmıştır.

Doktor, hastasına sert bir ifadeyle bakar. Hasta heyecandan, kullandığı ilâçların ismini bile söyleyemez. Doktor, maksadına ulaşmıştır. Hasta fazla konuşmadan meramını anlattığını sanır. Oysa hastalığın seyri ayrıntılarda gizlidir. Örnekleri çoğaltabiliriz. Sert mizaçlı kişilerin Hazret-i Ömer’in duâsını hatırlayarak şifâ bulacağını düşünüyorum.

“Yâ Kādir-i Mutlak! Ben; sert mizaçlıyım, beni yumuşat; zayıfım, beni güçlendir. Zira Araplar, hassas burunlu develer gibidir ve onların ipleri ellerime kondu. Muhakkak, onları Sen’in yardımını talep ederek doğru yolda tutacağım.”

Duâ, bir tevâzu örneğidir.

“Allah, bir adamın iyi olmasını isterse; ona yanlışlarını görme basîreti ihsan eder.”

“İnsanlara yumuşak davranman da Allâh’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet, onlar için mağfiret dile ve işleri onlarla müşâvere et. Bir kere de azmettin mi, yalnız Allâh’a tevekkül et. Allah, muhakkak ki kendisine dayanıp güvenenleri sever.” (Âl-i İmrân, 159)

İnsanlara yumuşak davranmak, kibar olmak, affedici olmak, müşâvere etmek, Allâh’a tevekkül etmek; Kur’ân-ı Kerim’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den istenen özelliklerdir. Bu özellikleri, hayatımıza geçirebiliyorsak iyi bir mü’min olma yolundayızdır.

Dönüp hayatımıza bakalım:

Yanlışlıkla bastığınız zille kapıyı açan komşu;

“–Bu saatte kapımı çalmaya utanmıyor musun?” diye bağırırken, bağırarak;

“–Çaldımsa çaldım. Ne olmuş yani?..” diye cevap vermek çözüm değildir. Yumuşak bir ses tonuyla özür dilemek, bağırmaya devam ediyorsa yavaşça oradan uzaklaşmaktan başka çare yoktur.

«İstişâre etmek» son yıllarda hayatımızdan uzaklaşan özelliklerden biri. «Mademki bu makamdayım, ben her şeyi bilirim.» zihniyetinden yıllarca çok çektik. Öğrenci, her an öğretmenine rahatlıkla anlatılan konuyla ilgili düşüncelerini söyleyecek ortamı bulabilmeli. Okul müdürü, yeni bir uygulamada öğretmenleriyle istişâre edebilmelidir.

Gazetelerden okuduğum;

“Millî Eğitim Bakanı Nâbi AVCI, il il dolaşıp öğretmenleri dinleyecek.” haberi beni çok sevindirdi.

Nâbi AVCI, illeri ziyaret edecek, öğretmenlerle gruplar hâlinde yüz yüze gelerek onları dinleyecek. İl yöneticileri, okul müdürleri de toplantılara katılacak; öğretmenler hiçbir baskı altında kalmadan, düşüncelerini ifade edeceklerdir.

Yıllardır bütün bakanlıklarda bu tavra hasret kalmıştık.

“Ben yaptım oldu!” diyen bakanların yaptığı yanlışları düşünürsek ve neticelerini anlatmaya çalışırsak; ciltler dolusu kitapların sayfaları bize yetmez.

Öğretmenler, seslerini duyurabilmenin huzuru içinde olacaklar. Tecrübeli emekli öğretmenler de orada olmalı. Ben, eğitimci ve yazar olarak; alperen neslinin yetiştirilmesiyle ilgili düşüncelerimi ifade ederdim. Kapıların yüzümüze kapanacağını düşünmeyelim. Ulaşmaya çalışalım. Toplantılara katılarak, bunu başaramazsak bakanlığa yazarak ulaşabiliriz.

“Rahmân’ın has kulları o kimselerdir ki, onlar yerde tevâzu ile yürürler. Cahiller kendilerine lâf atarsa; «Selâmetle» derler.” (el-Furkān, 63)

Hazret-i Muhammed Efendimiz, tevâzu âbidesidir. Hayatlarındaki örnekler, kendimize gelmemizi sağlayacaktır. Efendimiz; bir toplantıya katıldıklarında, kendisi için yer ayrılmasını istemez, nerede boş yer varsa oraya otururdu.

Gazetelerde; günümüzde yaşanan, önde olma yarışını okudukça üzülüyoruz. İlk ve ortaokuldan başlayarak; kibarlık-zarâfet örneklerini çocuklarımıza anlatmalıyız.

Üye olduğum vakıflardan birinin yeni binasının açılışındaydım. Oturduğum masada; sağımda üç hanım, solumda mütevellî heyeti üyeleri bulunuyordu. Vali bey geldiğinde, masadakilerle ayrı ayrı selâmlaştı ve soldaki koltuğa oturdu. Arada boş bir yer kalmıştı, ona da bakanlık müsteşarı oturdu. Erkeklerle selâmlaştı, tokalaştı ve biz hanımlara bakmadan, arkasını dönerek oturdu. Hanımlarla tokalaşmamayı prensip edinmesi tamam, fakat selâmlaşmamak izah edilebilir mi? Belli mevkilere gelirken, yazılmamış kurallar vardır ve onlara uymakla yükümlüyüzdür. Bu kurallar, mizacımıza uymuyorsa; «O mevkilerde olmalı mıyız?» sorusunu kendimize sormalıyız.

Bu tür davranışlar çoğaldığı için yazmak zorunda kaldım. Yalnız erkekler değil; üst seviyedeki bazı görevlilerin eşleri de başlarını döndüren yerlerde, selâmlaşmayı unutur oldular.

Peygamber Efendimiz; insanlarla karşı karşıya geldiğinde, konuşurken tam olarak yönünü onlara döner, bütün dikkatini oraya teksif ederdi. Hataları topluluk içinde değil, özel görüşmelerinde söylerdi.

Tevâzunun zıddı, kibirdir. Dînimizin emirleri, bizi ancak kibirli olmaktan uzaklaştırır.

“Kibirli kibirli yürüme! Zira ne kadar kibirlenirsen kibirlen; ne yeri yarabilirsin, ne de dağların boyuna erişebilirsin.” (el-İsrâ, 37)

“Kibirli davranarak insanlara yüzünü dönme, yerde çalımlı çalımlı yürüme! Çünkü Allah; kibirle kasılan, kendini beğenmiş, övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (Lokmân, 18)

Ancak zamanımız insanına ne yazık ki, güzel örnekleri anlatmak yetmemeye başladı. Okuyor, öğreniyor fakat uygulamıyor, unutuyor.

Son günlerde örnekleri anlatırken;

“Biz ne yapıyoruz?” kısmına gelip, gördüğümüz yanlışları bu emirlerin ışığında konuşan hâfızalarımıza yerleştirmeye çalışıyoruz.

Ninelerimiz şanslıydı. Onlar, çevrelerindeki güzel örnekleri görerek; hayatlarına, farkına varmadan yön veriyorlardı.

Televizyon, sinema, gazete, dergi, internet, çalışma hayatı ve görülen örnekler başımızı döndürüyor, hiçbir şeyin farkına varmak istemiyoruz.

Geçen gün, televizyonda tesettürlü hanımların çıkardıkları moda dergilerinin sahipleri vardı. Konuşmalarını dinlerken kulaklarıma inanamıyordum. Yıllarca;

«Kadını reklâmlarda kullanıyorlar!» diye kızıp durmuştuk.

Fırsat elimize geçince bir dergi veya televizyon sahibi veya çalışanı olunca biz de aynı noktaya gelmiştik. Kapaktaki mavi gözlü, alımlı, tesettürlü kızın; orada ne aradığını sorgulamadan, içindeki profesör veya tesettür öncüsü hanımların yazılarıyla övünmeye başlamıştık. Acaba biz büyükler, o dergileri düzeltmeden, oralarda yazarak ve konuşarak yanlış mı yapıyorduk?..