Aşkın Zaferi: O’NU ANLAMAK…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Ashâbın Anladığı Gibi…

Kulluğumuzun temeli: Anlamak… İdrâk etmek…

İnsandan başka bütün varlıklar; gönüllü veya gönülsüz, Hakk’a itaat ve kulluk ile mükellef iken; insan, gönlüyle Hakk’a teslim olacak…

Zorla değil arzusuyla…

Cebren değil iradesiyle…

Bunun için anlaması zarurî… Anlamaksızın sevemez, anlamaksızın coşamaz ve koşamaz.

Anlar ise sever, koşar, yaşar, arar, bulur, kul olur.

Bu sebeple kulluğun temelinde, Allâh’ın, hidâyeti nasip etmesi var.

Hidâyet: Anlamasını sağlamak, bir başka tabirle gönlünü açmak:

“Allah kimin gönlünü İslâm’a açmışsa o, Rabbinden bir nur üzerinde değil midir? Allâh’ı anmak husûsunda kalpleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun! İşte bunlar apaçık bir sapıklık içindedirler.” (ez-Zümer, 22)

Anlamayanların kalbinde kilit var, pas var, ağırlıklar var, perdeler var demektir.

Bu anlayışın temelinde; kafa değil, kalp var.

Beyin değil, gönül var.

Zekâ değil, basîret var.

Bu sebeple;

Bu anlayışın temelinde, aşk var, sevgi var:

O’nun aşkıyla olsak mum,
Ne meçhuller olur mâlûm,
Ne umduysan Hudâ’dan um,
Duâ et; lutfu cennettir!.. (Seyrî)

Fakat, öyle böyle bir aşk değil;

Rakip kabul etmeyen bir aşk var:

“De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlü’nden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise; artık Allah, emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete erdirmez.” (et-Tevbe, 24)

Kalpte; O’ndan ve Rasûlü’nden öne geçebilen bir sevgi, bir muhabbet, bir aşk varsa, o kalbin Allâh’ı ve Rasûlü’nü anlaması, yani hidâyete ermesi mümkün değil.

Hakk’ı ve Habîbi’ni anlamanın şartı olan aşk, candan öte olacak:

Bir gün Hazret-i Ömer, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;

“–Yâ Rasûlâllah, Sen’i canım hâriç, her şeyden daha çok seviyorum…” dedi.

Hazret-i Peygamber Efendimiz de;

“–Bir kimse, beni, anasından, babasından, canından ve bütün insanlardan daha fazla sevmedikçe; kâmil mânâda îmân etmiş sayılmaz!” buyurdu.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer;

“–Seni canımdan da çok seviyorum, yâ Rasûlâllah!” diyerek muhabbet tazeledi.

O günden beri bu zirve muhabbet, bütün Nebî sevdalılarının ölçüsü. Hiç kimse bu yüce muhabbete başka hiçbir şey katıştırmadı. Samimî ve bağrı yanık âşıklar, O’nu her türlü beşerî sevgi ve ilginin üzerinde tuttular.

Sadece Hazret-i Ömer mi?

Hayır, hicret yolunda Peygamber Efendimiz’e bir kem göz ilişmesin diye, bir öne atılan, bir arkaya düşen Ebûbekir Sıddîklar… Mübârek hâneye baskın yapılacağının bilindiği o gün O’nun yatağına; «Can fedâ!» deyip yatan Aliyyü’l-Murtazâlar… O’na kavuşmak için köle olup satılan Selmân-ı Fârisîler…

O’nun yolunda; candan, maldan, evlâttan, akrabadan geçen muhâcirler…

Bedir günü;

“Yâ Rasûlâllah, Sen bineğini denize sürsen, biz de arkandan geliriz.” diyen, ensar…

Velhâsıl cümle ashâbı…

O’nu aşk ile anlamak, ashâb-ı kiram gibi anlamak demek…

O’nu ashâb-ı kiram gibi anlamak, aşk ile anlamak demek…

O’nu anlamak, Hakk’ı tanımak demek, mârifetullah demek…

O’nu anlamak, sevmek; O’nu sevmek, anlamak demek…

Her ikisi de, kuru bir gıpta, dildeki bir hayranlık değil; her şeyde beraberlik şuuru, aynîleşme iştiyâkı, benzeme gayreti demek…

Sevgiler, kuru bir gıptada kalırsa; dilden gönle, gönülden de dile aksetmez.

Anlayışlar; yaşayışa, ahlâka, sûret ve sîrete aksetmez…

Aksetmiyorsa; gönüller anlamamış, anlar gibi yapmış demektir:

Evet, görünmedi hiç nûru görmeyen göze O,
Göründü gün gibi sevdayla seyreden öze O. (Seyrî)

Aşk-ı Muhammedî’den nasiplenmeyen bir gönül; «hakîkat-i Muhammediyye»yi anlayamaz, «şerîat-i Muhammediyye»yi anlayamaz, ezân-ı Muhammedî’ye kulak vermez.

İslâm’da modern anlayışlar, dîne yeni yaklaşımlar adı altında pazarlanan; hiç de yeni olmayan, eski tas eski hamam bozuk telâkkîler, işte bu aşksızlığın neticesi…

Ashâbın anladığı gibi, ashâbın sarıldığı gibi, ashâbın sevdiği, takip ettiği, yaşadığı gibi yaşamamanın neticesi…

O’nu -hakikatiyle- anlamak, ancak aşkın zaferi… Ancak aşkın hüneri… Ancak aşkın eseri…

O’nun aşkı;

Bilhassa;

İtaat ve edep…

İnsana her hususta; «Edep yâ hû!» talimatı…

O’nun beldesine gayr-i ihtiyarî uzanmış edep mahrumu bir ayak, bir peygamber âşığına şu mısraları yazdırdı:

Sakın terk-i edebden kûy-i mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makām-ı Mustafâ’dır bu!..

“Aman, edebi terk etme; burası Allâh’ın Sevgilisi’nin bulunduğu bir yerdir! Cenâb-ı Hakk’ın nazar ettiği bir mekândır, Muhammed Mustafâ’nın makamıdır burası!”

Ya O’na bile bile uzatılan dil, amel defterine neler yazdırır?

O’nun getirdiği kitabı O’nu saf dışı ederek anlamaya kalkmak huzûr-i ilâhîde nasıl karşılanır?

Kitab ve sünnti ashab misâli şerh eyle,
İşit Muhammed-i Muhtâr’ı, bir ömür dinle: (Seyrî)

deyip, Efendimiz’in sünnet-i seniyyesinden, hadîs-i şeriflerinden süzülerek O’na tercüman olan şu ikazlara kulak verelim:

Unutmayın ama ey ümmetim, zaman zorlu,
Ne varsa elde şu îmâna dek, alev korlu.
Benim yolumdaki ahlâka gayrılık hüsran,
İsimde mü’min olup benden ayrılık hüsran!
Ey ümmetim, hele kim sırt dönerse sünnetime,
O saygısız kişi benden değil, yazın ilme!
Bu hükme zıt yazılan cümle bilgiler merdut,
Nebî’ye aşka değer yoksa, ilgiler merdut.
Üzersiniz beni, mensupsanız o bilgilere,
Üzersiniz beni, mağlûpsanız o ilgilere…
Unutmayın bunu ey ümmetim, firâk üzüyor,
Günah ve gaflete her yanda iştirâk üzüyor!
Üzer, üzer beni, uymazsanız benim yoluma,
Ki uymayan kişi, yârın sarılmasın koluma! (Seyrî)

Nitekim;

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–…Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için (ümmetimi) bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara;

«Buraya gelin!» diye nidâ edeceğim. Bana;

«–Onlar Sen’den sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in sünnetini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek. Bunun üzerine ben de;

«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret 39, Fedâil 26)

O’nun çağırdıklarından olmak; O’nu aşk ile anlamak ve O’na aşk ile tâbî olmanın zaferi…

O’nun saâdet ve huzur ikliminden kovulmak, O’ndan «Uzak olsunlar!» hitâbını duymak ise; O’nun ashâbına emânet ettiklerine sevdasız ve gönülsüz yaklaşmanın neticesi, aşksız anlayışın âkıbeti…

Yer-gök O’nun kıymetini bildi. O’nun davet ettiklerinden oldu.

Ashâb-ı kiram da böyle bildi ve en mükemmel seviyede istifade ederek her biri, nice mükemmelliklere ulaştı.

Çünkü hakikati anlamak ancak Nûr-i Muhammedî etrafında pervâne olunca, mümkün.

Çünkü;

Her şart, O’nun kapısında.

Her fırsat, O’nun eşiğinde.

Her af, O’nun şefkatinde.

Her şifâ, O’nun sünnetinde.

Her güzellik, O’nun hilyesinde.

Her nasip, O’nun sîretinde.

Her çare, O’nun elinde.

Çünkü;

Bütün ümmetin dünyada da âhirette de selâmet ve kurtuluşu, ancak O’nun rehberliğinde, O’nun beraberliğinde, O’nun yanında.

Karanlıktan nûra tek çıkış yolu, O’nun aşk kandili.

Gafletten intibâha tek şuur, O’nun muhabbet şavkı.

Hamâkatten idrâke yegâne geçit, O’nun rahmet köprüsü.

O’nu anlamak, yüce sevdalar ile olgunlaşmak, en güzel şekilde pişmek. O’nu anlamak, müstesnâ bir kıvam kazanmak. Sevgi ve hürmet tecellîleri ile yoğrulmak. Merhamet ve af, kerem ve cömertlik, şeref ve fazîlet duyguları ile zirveleşmek.

O’nu anlayınca küçücükler bile büyümüş, büyümüş; cihanları kanatları altına alan sâyeler olmuş.

O’nu candan öte bir aşk ile sevmemiz ve O’nu sevda ile anlamamızda en mühim anahtar:

Kur’ân-ı Kerim…

Çünkü ashâb-ı kirâma, O’nu anlatan Kur’ân-ı Kerim oldu:

Rabbim, O’nun aşkıyla hayat verdi âleme,
Cenneti O’nun için tekrar açtı Âdem’e…
Sesli mânâyı oku, sessiz mânâyı fark et;
Allah; «Habîbim» diyor, Kur’ân’da âyet âyet..
Yüzünde çifte hilâl, özünde izzet vardır,
Sözünde müjde müjde nûr-i hidâyet vardır…
Bir kez, O’nu seyreden, ebedî ashâb oldu,
Göklerde yıldız yıldız gönül ufkuna doldu.

O’nun kıymetini anlatmak için bazen sert ikazlar da gerekti. Devr-i saâdette ashâbın Hazret-i Peygamber’le olan münasebetlerinde eğer edebe mugāyir en küçük bir sürçme yaşansa meseleye bizzat Cenâb-ı Hak müdahale etti. Bu müdahalelerle, ashab, aşkın edebini öğrendi. Anlayışın şâhikasına erdi.

İşte muhtelif vesilelerle yapılan ilâhî ikazlar:

“Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allah’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7)

“Ey mü’minler! Seslerinizi, Peygamber’in sesini bastıracak şekilde yükseltmeyin! Birbirinizle yüksek sesle konuştuğunuz gibi O’nunla da öyle yüksek sesle konuşmayın; yoksa amelleriniz boşa gider de siz farkına bile varmazsınız.

Seslerini Peygamber’in yanında kısan kimseler, Allâh’ın gönüllerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.

(Fakat) Sana odaların ötesinden seslenenler var ya, onların çoğu akletmeyen kimselerdir.” (el-Hucurât, 2-4)

“(Ey mü’minler!) Peygamber’i, kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın.” (en-Nûr, 63)

“Allâh’ın Rasûlü’ne eziyet edenler için mutlaka elem verici bir azap vardır.” (et-Tevbe, 61)

“Allah ve Rasûlü’nü incitenlere Allah, dünyada ve âhirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 57)

Buna karşılık;

Allah Rasûlü’ne aşk ile ittibâ, Allâh’a itaat kıymetiyle ölçüldü:

“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur. Yüz çevirene gelince, Sen’i onların başına bekçi göndermedik!” (en-Nisâ, 80)

O’nu aşk ile anlayan, ashab gibi yıldızlaşır.

O’nu ashâb gibi anlayan, âhirzamanda «kardeşler»i olmak nimetine nâil olur.

Ebedî kandilidir nûr-i Muhammed beşerin,
Bir hilâl ol, O Güneş’ten yana, artar değerin!.. (Seyrî)