HÜDÂYÎ’NİN GÜL BAHÇESİ

YAZAR : Ahmet SÂDIK

-Efendi Doktor Ağabeyimizi rahmet ile anarken-

Tarih boyunca milletlerin de hayatı; insanlar gibi iniş-çıkışlarla, med-cezirlerle doludur. Hayat ırmağı akıp giderken; bazen saâdet ve huzurun bahçelerinde dolaşır, bazense acı, keder ve ıstırap yükünün altında çileli günler ve yıllar geçirirler.

20’nci asır başlarında, Anadolu insanı; ilim, irfan ve fazîletlerle dolu muhteşem bir geçmişi, büyük toprak kayıpları ile geride bırakarak, bugünkü coğrafyamıza ve kendi dünyasına çekilmişti. Aynı tarihlerde SSCB’nin Azerbaycan’ı ve diğer kardeş Türk Cumhuriyetleri işgal etmesiyle birlikte, Türkiye ile tüm Türk dünyasının ve de Azerbaycan’ın arası tel örgülü sınırlarla ayrılmış oldu. Aynı dilin, aynı dînin, aynı tarihin ve aynı duyguların paylaşıldığı bu geniş coğrafya, yaklaşık bir asır boyunca kardeşlerin birbirine olan hasret acısına sahne oldu. O yıllar, bu geniş coğrafyada; aynı dili, dîni, tarihi ve aynı hisleri paylaşanlar için hasret ve ayrılık dolu yıllar olarak geçti. İnsanlarımız; birbirinden ayrı düşmenin acısının gözyaşlarını, içlerine akıttılar. Bu ayrılıklar hem Türkiye’de, hem de Azerbaycanlı kardeşlerimizde büyük bir hasret oluşturdu. Buralarda yaşayan insanlar; Türkiye’den gelecek bir ses, bir nefesle hayata tutunmaya çalışıyorlardı.

Bu acılı günlerle ilgili sayısız hâtıralar yaşandı; kitaplar, şiirler, hikâyeler anlatıldı, yazıldı… Ve yıllar sonra Anadolu Türklerinin Türk dünyasıyla ve dolayısıyla da Azerbaycan’la arasındaki sınırların kalkmasıyla birlikte, ayrılık hasreti artık kutlu bir vuslata dönüştü. İşte bu, bir olan milletimize ilâhî bir lütuf idi. İçine kapalı yaşayan ülkemiz de artık bu tarihlerde önündeki son hendeği de aşarak yeni bir yola çıkıyordu. Her alanda olduğu gibi mâneviyat ufkunda da, kandiller yeniden yanmaya başlamıştı.

Üsküdar’da Hazret-i Hüdâyî’nin Gül Bahçesi de yeniden yeşermeye başlamıştı. Bereketli tohumlar; mübârek topraklara düşmüş, taze filizler fışkırmış ve tomurcuğa durmuştu. Yıllardır kapalı olan ocak, mânâ âleminden gelen bir aşk ateşi ile yeniden yanmış ve bacası tütmeye başlamıştı. Teberrük olarak gelen bir tas çorba; bereketlenmiş, çoğalmış fakirlerin, yetimlerin, kimsesiz, yorgun ve kırık gönüllerin dermanı olmuştu. Hazret-i Hüdâyî’nin ilim, irfan ve mârifet kandili yeniden yanıyor ve fazîlet ışığı her yeri aydınlatıyordu. Yanık gönüller, ezelden ışığa âşık pervâneler gibi her yerden buraya doğru akıyordu.

Böyle bir zamanda, Kafkas Dağlarının eteklerinden Şeyh Şâmil’in iz düşümü, yiğit yürekli bir adam Hüdâyî’ye çıkageldi. Küçük bir hâfızın tilâvet ettiği aşr-ı şerîfin kalplere dolan feyzi dağılmadan Hacı Selim Efendi;

“Sovyet döneminde komünizm bize her şeyi unutturdu. Ama şu hadîs-i şerîfi unutturamadı: «Komşusu açken tok olan bizden değildir.» Biz sizden ekmek-çörek istemiyoruz. Biz yanıyoruz. Bize; kalbi böyle Kur’ân, vatan, bayrak ve toprak sevgisi ile dolu olacak evlâtlar yetiştirecek muallimler göndermenizi istiyoruz. Yarın âhirette Allah sorarsa; «Rabbim ben görevimi yaptım diyeceğim.» Gerisi size kalmış!” der ve yola çıkar. Hemen aynı hafta «Hüdâyî’nin Gül Bahçesi»nden bir heyet yola çıkar. Artık vakit, sefer vaktidir. Mus‘ablar yollardadır…

İşte bundan sonra Hüdâyî’nin Gül Bahçesi’nden Azerbaycan’a, Kafkaslara, Orta Asya’ya, Balkanlara, daha sonraları Afrika’ya bir pencere açılır. Gül Bahçesi; bu coğrafyalardan gelen dostlarla, talebelerle dolup taşar. Gül de, Bahçe de, Bahçıvan da huzurludur. Arnavutluk’tan gelen Faik Hocayı görürsünüz, Hâfız Sabri KOÇİ Efendi, çileli geçen doksan yaşına rağmen nurlu çehresi, upuzun cübbesi ve beyaz sarığı ile âdeta Hüdâyî Hazretleri’nin makberesinden kalkıvermiş gibi karşınızda süzülür. Kazakistan’dan gelen bir akpürçek olan Orazgül Apay Halanın sözleri size bir ana sözü gibi huzur verir. Şair Memmed ASLAN ile karşılaşıverirsiniz. Türk dünyasının, İslâm coğrafyasının çilelerini, kederlerini, aşkını ve heyecanını yüreğinize ilmek ilmek dokuyuverir… Hacı Selim Efendi’yi karşınızda görünce âdeta Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’in geldiğini hissedersiniz. Batı Trakya’dan gelen Mehmed Emin AĞA’nın şahin bakışlarından, yılların kederini okuyabilirsiniz. Ve daha daha niceleri…

İşte Gül Bahçesi’nin yıllarca özlem ve hasretini çeken müstağnî ve mütevâzı kişiliği ile Kafkas Dağlarının eteklerinden Şeki Şehri’nden gelen Efendi Doktor ile ilk kez burada karşılaştık. O hep farklıydı. «Bâr olma, yâr ol!» düstûru onun rûhuna ezelden üflenmişti. Efendi Doktor bir İstanbul âşığı idi. İlk yıllarda kimse mânevî tahsil için kızını Türkiye’ye göndermezken tek kızını ve oğullarını Türkiye’ye gönderenlerdendi. Daha sonra Azerbaycan’a hizmet için gelen yiğit bir delikanlıya hiç tereddüt etmeden biricik kızını verecek kadar yürekli idi. İlâhî kader bizi yıllar sonra onun yaşadığı topraklarda buluşturdu. O hep «ensar» ruhluydu. Türkiye’den gelenlere, yüreği gibi evinin kapılarını da sonuna kadar açardı. Her geleni Gül Bahçesi’nin Bahçıvan’ının bir emâneti olarak görenlerdendi. Doktor olması hasebiyle; herkesin hizmetine koşar, dertlerine derman olmaya çalışırdı. Rabbimiz’in lutfu ile güzel dostlarla birlikte, hac vazifemizi de ailecek birlikte edâ ettik. Orada da herkesin derdini, kendi derdi olarak gördüğüne şahit olduk.

Bu yıl Efendi Doktor bir başkaydı. Gönlü hiç olmadığı kadar İstanbul sevdası ile yanıyordu. İstanbul’a, Hüdâyî’nin Gül Bahçesi’ne, Bahçıvan’ına şiirler yazmıştı. Bunları okuyamadan gidivermenin endişesi vardı yüreğinde. İstanbul’a gitti. Gül Bahçesi’nde gönül dostları ile buluştu. Tüm şiirlerini okudu, aşk hasreti ile yanan bir bülbül gibi şakıdı. Hayatta en büyük vazifesini icrâ eden, uzun yola çıkmayı bekleyen yolcuların yürek yangınları hissediliyordu artık yüzünde. Hakikaten çok geçmedi çaresiz bir hastalığın teşhisi kondu… Süzüldü… Arındı… Nur gibi oldu…

“Az sonra misafirlerim gelecek…” diyerek ölümü karşılayanların huzuru vardı yüzünde. Ömürleri boyunca etrafında pervâne olan evlâtlarına, hayat yoldaşına ve kendisini yalnız bırakmayan dostlarına vedâ etme zamanıydı. Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK’in dediği gibi;

O dem ki, perdeler kalkar perdeler iner,
Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner!

Gerçek yiğitlik ve kahramanlık;

“Ne olur ki Azrâil de olsa, gelen melek değil mi?” edâsı ile, bir bayram sevinci ve tebessümü ile karşılayabilmekti ölümü.

Bu dünyada renk, nakış, lezzet ne varsa küsüm;
Gözümde son mârifet, Azrâil’e tebessüm…”

Yüzünde ve yüreğinde tebessümün hiç eksik olmadığı Efendi Doktor Ağabeyimizin ölüm meleği Azrâil’i de tebessümle karşıladığına cân u gönülden inanıyoruz. Biz de ebedî istirahat-gâhımıza vardığımızda, bize karşı bu dünyada gösterdiği âlicenaplığı ve misafirperverliği orada da göstereceğini ümit ediyoruz.