İSTİKAMETİN DİREKSİYONU

YAZAR : Mustafa Asım KÜÇÜKAŞCI tali@yuzaki.com

İstikamet; yalpalamadan dümdüz gitmek… Savrulmamak, sapmamak, sapıtmamak, yamulmamak, eğrilmemek…

İstikamet tek başına yetmiyor. İstikamete bir de isabet gerek…

Dümdüz giden bir ok veya yol, istikametlidir. Eğer ok hedefe isabet ediyor; yol, istenen adrese çıkıyorsa o zaman istikamet ile birlikte isabet yani hidâyet de var demektir. Bu sebeple her şeye başlangıcımızdaki / Fâtiha’mızdaki istikametli yol duâmız, son âyette; “Şunların yoluna, şunların değil…” diyerek açıklanır.

Yanlış bir yol üzerinde dümdüz, sarsılmadan, savrulmadan gitmek maharet değil:

Dümdüz gider cehenneme şeytan çığırları…
Mîrâca doğru aşmalı dimdik bayırları… (Tâlî)

Yanlış bir yoldan çıkmak da dalâlet değil, ihânet hiç değil.

Yoluna sâdık bir budist, komünist veya katoliğin başardığı; sadece hercâî olmamak, eyyamcı olmamak, yani tutarlılıktır. Fakat hakka çağrıldığında oradan ayrılmamak ise, sabit fikirliliktir. Câhiliyye Araplarının; «Cehenneme doğru da gitse ille atalarımızın yolu!» diyerek gösterdiği bağnazca inattır. (Bkz. el-Mâide, 104; Yûnus, 78; Lokmân, 21)

Bu mânâda; bozulmuş, dalâlete dûçâr olmuş mezheb, tarîkat ve anlayışların müntesipleri, önce hâl-i hazırdaki istikametlerini değiştirmeli, hakka yönelmeli; sonra hidâyet yolunda tekrar sebat ve istikamet göstermelidirler.

İstikametin «dosdoğru olma» vurgusu, daha geniş ve derin mânâya sahip…

Virajlı bir yolda dümdüz gitmek; bariyerlere çarpmak, şarampollere yuvarlanmak demektir… Bu yollardaki asıl dosdoğru gidiş, Hakk’ın direktiflerine yani talimatlarına göredir. Burnun okuna / nefsin hissiyatı veya aklın görüşüne göre değil…

Şu hadîs-i şerîfi okuyarak tefekküre devam edelim:

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, En’âm Sûresi’nin;

“Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allâh’ın yolundan ayırır. İşte takvâya ulaşmanız için Allah size bunları tavsiye etti.” mealindeki 153. âyetini ashâbına açıklarken, yere bir çizgi çizdi ve şöyle buyurdu:

“Bu, Aziz ve Celîl olan Allâh’ın yoludur.”

Sonra sağına ve soluna ikişer çizgi daha çizerek;

“Bunlar da şeytanın yoludur.” buyurdu. Sonra elini ortadaki çizginin üzerine koyarak yukarıdaki âyeti okudu. (İbn-i Hanbel, III, 398; İbn-i Mâce, Sünnet, 1)

Evet, her yol cennete çıkmıyor.

Yolun virajları, değişen hayat şartlarıdır. Zorluk ve darlık, genişlik ve bolluk gibi, cana, mal-mülke, evlâda, rahata, menfaate dokunan şartlardır… Bir başka ifade ile «rutin dışı»dır virajlar. Kişi bunlarda savrulduğunda kendini şeytanın yollarında bulur. O virajlarda savrulmamak için, muvâzeneyi / dengeyi korumak yani direksiyon (istikamet) hâkimiyeti gerekir:

Dosdoğru yol alan bu virajlarda incelir…
Keskin kılıç Sırât, ona meydan misâlidir… (Tâlî)

Sırat’ın kıldan ince, kılıçtan keskin olması da, bu zorluğu ifade eder. İki duvara çarpmadan devamlı itidal, muvâzene, kendini Hakk’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetiyle mîzâna vurma hassasiyeti…

Yolun iki tarafındaki iki bariyer:

Birine yaklaşmak ifrat ise, diğerine yaklaşmak tefrit…

Hedef o «hudûdullâh»a çarpmadan; onları yıkmaya, aşmaya kalkmadan; vasat ümmet olarak, mûtedil bir şekilde menzil-i maksûda yol almak…

Bu iki sınır, her meselede farklı:

◆ Korku ve ümit…

Korkmak fakat kaygı bozukluğuna düşmemek… Ümit etmek fakat aşırı güvene düşüp, şımarmamak…

◆ Tevekkül ve tedbir… Deveyi bağlayıp sonra tevekkül etmek…

Tevekkülde taşkınlık, miskinlik… Tedbirde ifrat, Hakk’a itimatsızlık, her şeyi kontrol etme duygusu ve acziyet içinde bunalımlar…

◆ Kanaat ve gayret… (Tembellik ve aşırı hırs)

◆ Alçakgönüllülük ve vakar… (Zillet ve kibir)

◆ Mantıklılık ve teslîmiyet… (Cerbeze, safsata ve akıldışı aldanış) Akıl ve aşk…

◆ Af ve hakkāniyet… (İstismara uğrama ve katılık)

◆ Müsamaha ve tavizsizlik… (Zaaf ve acımasızlık)

◆ Cimrilik etmemek ve müsrif, savurgan olmamak…

◆ Zâhir güzelliği ve bâtın temizliği…

◆ Lafız teslîmiyeti ve mânâ zenginliği…

◆ Beden gerçekçiliği ve ruh idealistliği…

◆ Temizlik, titizlik ve vesveseye düşmemek…

◆ Günahtan nefret etmek ve günahkâra bir insan olarak merhamet etmek…

◆ Yakınlarını, akraba ve kavmini sevip gözetmek ile kavmini diğerlerinden üstün görmemek.

◆ Önce nefsini düzeltmek ve herkesten sorumlu olmak…

◆ Çağın ihtiyaçlarına cevap vermek ve öz değerlerini çağa fedâ etmemek…

◆ Kendini güncellemek ve kadîm hakikatin rûhunu incitmemek…

◆ Sadelik, âhireti öncelemek ve dünyada güçlü bir mü’min olmak…

◆ Hayâ sahibi olmak ve hayatî konuları sorup öğrenmekten hayâ etmemek…

◆ Sıla-i rahimde bulunmak ve ihtilâttan kaçınmak…

Eğitimde de böyle ince çizgiler:

◆ Kötülüğün içinde kalmış insanlara ulaşmak ve insanların kötülüğüne bulaşmamak…

◆ Tedrîciliği gözetmek ve dînin tamamını öğretmek, eksik bırakmamak…

◆ Örnek olmaya çalışmak ve riyâdan kaçınmak…

◆ Başa kakmamak ve nimeti fark ettirmek…

◆ Ayıbı örtmek ve yanlışı düzeltmek, kötülükten alıkoymak…

◆ Hakikati söylemek ve insanları incitmemek…

İstikamet bir yol istiâresi… Direksiyon, batı dillerinden lisanımıza girmiş, otomobillerin istikametini düzenleyen âlet… Bir virajda hız düşürmeli (teennî) ve yolun gerektirdiği şekilde direksiyonu çevirmeli ve düze döndüğünde normal hâle getirmelisiniz.

Acemilikte; viraja hızlı girildiği için, araçla aynı hızda direksiyonu çevirememek ve viraj bittiği hâlde direksiyonu hâlâ virajın girişi şartlarında tutmak, bu sebeple yusyuvarlak dönüp yolun diğer tarafına çarpmak gibi hâller görülür.

Tarih boyunca ehl-i sünnet ve’l-cemaat çizgisinden çıkmış her fırka; ifrat ve tefrit hatası ile, direksiyon ayarını kaybedip, isabetten uzaklaştı ve yoldan çıktı.

Meselâ, asr-ı saâdetin sonlarında yaşanan acı hâdiseler üzerine; büyük günah işleyen bir mü’minin âkıbeti konusu bir viraj oldu; kader ve kulun, fiilleriyle münasebeti konusunda ehl-i sünnet âlimler virajı aşıp yola devam ettiler. Kaderiyye, Cebriyye, Hâriciyye, Mûtezile gibi dalâlet ehli ise, ana yoldan çıktılar.

Bu mevzuda, Hakk’ı acziyetten, bilgisizlikten tenzih etmek ile kulu mükellefiyetten, dolayısıyla cezadan muaf tutmamak iki bariyer idi.

Hem Fâil-i Mutlak ve Alîm / her şeyi bilen olarak Cenâb-ı Hak, kaderi ve insanların fiillerini yaratıyordu hem de kullar, imtihana tâbî olmanın gereği olarak, iradeleriyle hayır ve şerri seçiyor, işliyor ve seçim ve fiillerinin neticesine göre ceza yahut mükâfata müstehak yahut lâyık hâle geliyorlardı.

Allâh’ın bilmesi ve yaratması, kulun seçmesi ve karşılığını görmesine mâni değildi. Kaderin varlığı da kulun mes’ûliyetine halel getirmiyordu.

Fakat bu meselede, yani bu virajda çok kaza yapıldı. Çok îman, kaybedildi.

Mûtezile / Kaderiyye; -hâşâ- Allâh’ı cahil ve âciz tutacak şekilde;

“Kul; fiilinin yaratıcısıdır, irade tamamen kuldadır. Kader diye bir şey yoktur.” dedi, güya Allâh’ı haksızlıktan korudu! (İslâm’ın rûhânî hayatı demek olan tasavvufu da reddeden bir sözde ilâhiyatçı geçtiğimiz günlerde aynı görüşleri daha uç bir şekilde dile getirdi.)

Cebriyye de Cenâb-ı Hakk’ı tek sorumlu, kulu da verilen rolü oynamaktan başka hiçbir suçu olmayan zavallı bir figüran hâline getirip; «İrade yoktur, sadece kader vardır.» dedi şeytana âlet oldu. Güya Allâh’ı acziyetten korudu.

Hâlbuki, istikamet direksiyonunu doğru kullanmak, yolun sahibinin direktiflerine uymakla mümkündü. Onlar akıl ve gönül direksiyonlarını doğruya çevirmek, yani kendilerini doğrultmak yerine; o direktifleri eğriltmeye, tevil etmeye çalıştılar. (Yukarıda bahsettiğimiz ilâhiyatçı, âyette geçen «meşîet» fiilinin lügat mânâsını dahî tahrif etmeye çalıştı.)

Günümüzde de hata aynı…

Çağı İslâm’a uydurmak yerine İslâm’ı çağa uydurmak yoluna başvuranlar çok…

Onlar da Hakk’ın direktiflerini, talimatlarını, çağın yamukluklarına göre değiştirerek ortaya kendi dinlerini koyuyorlar. Evet kendi dinlerini, çünkü bu artık İslâm olmuyor. Çünkü bu yolun sonu Allâh’ın rızâsına çıkmıyor. Kurdukları sistem içerisinde dümdüz gidiyorlar. Fakat yolun sonu cennet değil dalâlet…

Yol var… Ayaklar altına düşmüş birer yılan,
Yol var… Ömür yiyen lâbirent… Eski bir yalan! (Tâlî)

Meselâ;

Çağın “evrensel değerleri” 77 kişiyi nâhak yere, kasten ve keyif alarak öldürene kıyamıyor. Maktullerin yakınlarının haklarını gasp ederek kātilin canını bağışlıyor, üstelik yine o maktul yakınlarının vergileriyle kātili hapiste besliyor. Hâlbuki aynı adres; terör bahanesiyle dün Irak’ta, Afganistan’da bugün Mali’de, her zaman Gazze’de; kadın, çocuk, sivil demeden insan öldürüyor. Aynı adres, kürtaj masasında bebekleri öldürüyor. Katkı maddeleriyle nesilleri öldürüyor.

Hakk’ın şahidi olan müslüman; batının düştüğü bu zaaf ve çelişki hâli karşısında, kendi dinlerinin hakikatlerini göğüslerini gere gere batıya da anlatsalar, dünyaya ilâhî ve nebevî çareleri öğretme fırsatı elde edecekler.

Fakat bazı batı hayranı müslümanlar; “Biz de kısas gibi İslâm ahkâmını tatil mi etsek, zaten ne zamandır uygulanmıyor?!.” diyebiliyorlar.* Sanki İslâm, muharref hıristiyanlık gibi, konsil mârifetiyle şekillendirilebilecek bir dinmiş gibi bunların propagandası yapılıyor.

Hâlbuki icmâ bile; ucu «nass»a, yani bir ilâhî direktife dayanan bir esasa istinat etmek mecburiyetindedir. Yani değil sadece âlimler, iki milyar müslümanın tamamı birleşip, Allâh’ın bir âyetinin ak dediğine kara diyerek, helâli haram, haramı helâl yapamazlar.

Her taraf böyle görüşlerle, direktiflerle dolu… Kimisi mîrasta, kimisi oruçta, kimisi kadınlara ait meselelerde, kimisi hıristiyan ve yahudi olarak ölenlerin uhrevî durumu gibi îmâna da taalluk eden meselelerde, ana caddeden savruluyor.

Bu sebeple âhirzamanda dîni yaşamak, avuçta kor taşımak gibi…

Bu sebeple âhirzamanda isabetli istikamet üzere az bir amel bile, önceki devirlerden daha kıymetli…

«Bir şey olmaz!..» gevşekliği tefrit olur. «Çare yok!» vehmine kapılmak da ifrat olur. Çare var:

◆ Dîni; sıhhati müsellem, güvenilir kaynaklardan öğrenmek… Peygamber vârisi müstakîm âlimlere danışmak… Onların sayılarını artıracak ilmî tedrisatı desteklemek…

◆ Son devrin ürettiği farklı görüşleri, mutlaka ilâhî talimatlara göre tenkit etmek…

Bu tenkitlere kendini adamış Rıhle Dergisi, Dâru’l-Hikme çevresi gibi faaliyetleri takip etmek.

◆ İsabetsiz yollarında bile istikametsiz olan tiplerin, ekranlarda sattığı, uydurduğu dinlere kulak vermemek…

◆ İslâmiyet’in Hak katında son ve tek hak din olarak (Âl-i İmrân, 19) ikmâl olunduğunu (el-Mâide, 3), eksik bırakılmadığını (el-En‘âm, 38) ve kıyâmete kadar bâkî olduğunu hatırdan hiç çıkarmayıp;

14 asır sonra gelip batı hayranlığıyla, cahil cesurluğuyla, lafız kuruluğuyla, şöhret sarhoşluğuyla ortaya atılan;

«Öyle değil böyle!» iddialarına itibar etmemek…

Ancak bu şekilde, selâmet yurduna sağ-sâlim varırız.