Emrolunduğun Gibi DOSDOĞRU OL!

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bütün peygamberler, ömürleri boyunca insanlara dosdoğru olmayı öğrettiler. Hayatları, Hak yolunda dosdoğru olmanın mücadelesi içinde geçti.

Bu uğurda her biri;

En dayanılmaz çilelere, ıstıraplara ve musibetlere göğüs gerdi. Gerekirse can verdi. Kalbi delen dünyevî cazibeler karşısında da, en ağır zorluklar karşısında da onlar, istikametlerini asla bozmadılar. Sadece emrolundukları gibi yaşadılar, öyle yaşattılar.

Hazret-i Allah da onlar hakkında;

«Ne güzel kul!» ifadesini kullandı.

Ve;

Ne zaman insanlık, emrolunanı bırakıp da kendi egosuna göre tartısız bir hayat hevesine kapılarak dîni ve beşeriyeti bozsa; tekrar hidâyet ve kurtuluş için yüce Mevlâ, daima o güzel kulları vazifelendirdi.

Son olarak;

Peygamberler Sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallallâhu aleyhi ve sellem-’i gönderdi.

O’na da;

Bir yanda ağır tazyikler, bir yanda cazip teklifler yapıldı.

Maksat, O’nu «emrolunduğu gibi dosdoğru olmak»tan vazgeçirmekti. En azından, tevhid anlayışını değiştirmek ve dîn-i mübîni, ağyârın da işine gelir hâle dönüştürmekti. İnançta tavizler koparmaktı.

Yani problem, inanmamak değildi. Aksine, inancı Hak’tan kopuk ve hevâya bağlı şekilde keyfe uydurmaktı. Nefsinin istediği yalan yanlış şeyleri bile sınırsız bir şekilde kabul ettirmekti.

Bu bâtıl karşısında Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

“(Ey Rasûlüm!) EMROLUNDUĞUN GİBİ DOSDOĞRU OL. ONLARIN HEVESLERİNE UYMA!” (eş-Şûrâ, 15)

Sadece Hazret-i Peygamber’e değil, herkese tâlimat bu:

“(Ey Rasûlüm!) Sen, beraberindeki tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol!..” (Hûd, 112)

Bu doğruluk; Hakk’ın emrettiği ve vahye uyan doğruluk.

Hakkıyla doğruluk.

Her hususta tam bir doğruluk. Îmanda, ilimde, amel-i sâlihte, vicdanda, ahlâkta, adâlette, ticarette, muâmelâtta, kısaca her şeyde.

Beşerî heveslere göre değil, ilâhî hakikate göre doğruluk.

Bu hususta Efendimiz;

“(Ey Rasûlüm!) Hiç şüphesiz ki Sen, peygamberlerdensin. Sırât-ı müstakîm / dosdoğru yol üzeresin…” (Yâsîn, 3-4) beyanıyla müeyyed.

Fakat beraberindekilerin de «dosdoğru olması»nı temin etmek vazifesi, Efendimiz’in saçlarını ağartmıştır.

Emrolunduğu gibi dosdoğru olmak prensibi niçin bu kadar mühim?

Çünkü;

Din, bu prensibin dışında insan eline kaldığında; o el, âlimse, bilgi kalemini keyfince kullanmak istiyor. Zengin ise, keyfince müsriflik veya cimrilik yapmak istiyor. Mevki sahibi ise, keyfince hüküm sürmek istiyor. Süt satarken su katmaya kalkışıyor. Nasılsa her imkân, keyfe müsait.

Misaller çok.

Kārun. Âlimdi. Zenginlikle birlikte şımardı. Kendince içtihatlar yaptı, bilgi kalemini çarpık kullandı. Sonra da yerin dibine geçti.

Oysa insanoğluna sayısız nimetler veren Allah, ondan keyfîlik değil keyfiyet istiyor.

Şart koşuyor:

Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!

Riâyet edenleri müjdeliyor:

“Rabbimiz Allah’tır, deyip, sonra dosdoğru yolda yürüyenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (el-Ahkāf, 13)

Bu itibarla;

Hazret-i Peygamber Efendimiz’in üsve-i hasene hayatı ve tavsiyeleri, özetle «emrolunduğu gibi dosdoğru olmak»tan ibarettir.

Süfyan bin Abdullah –radiyallâhu anh- anlatıyor:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Uyacağım bir amel tavsiye et bana!” dedim.

“–Rabbim Allah’tır, de; sonra da DOSDOĞRU OL!” buyurdu.

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?” diye sordum.

Eliyle dilini tuttu ve;

“–İşte şu!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 61)

Demek ki dosdoğru olmanın yolundaki engellerden biri de dili muhafaza edememek. Çünkü dil eğrilince, din eğrilmeye başlıyor. Yani dilin sermayesi olan söz bozulunca, öz bozuluyor. İnsan doğruluktan uzaklaşıyor.

Kur’ân’dan önceki bütün ilâhî kitaplar sırf bu sebeple tahrif oldu. Kul dahliyle kitapların dili bozuldu, sonra ifade ve mânâlar karıştı. Sonra bozuk sayfalar arasında; insanlık, yolunu şaşırdı.

Onun için Hazret-i Allah, ilâhî kelimeleri tahrip edenleri, «gazaba uğramışlar» ve «yoldan sapmışlar» olarak isimlendirdi. Kıyâmete kadar bizzat koruyacağı son kitabı olan Kur’ân’ın ilk sûresinde de öncekilerin o merdud hâllerine dikkat çekerek dosdoğru yolu tarif etti. O tarifte, kul dahlinin olmadığını, sadece Hak emri ve hidâyeti olduğunu vurgulamak için, iki âyeti duâ cümlesi yaptı. Bununla, kulları belirleyici değil, isteyici makamında tuttu. Böylece kullar tarafından üretilen değil, Hak tarafından emrolunan yolu idrak ve istek içinde bir tevhid îmânı oluşturdu. En çok tekrar edilen duâ bu oldu:

“(Allâh’ım!) Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet; gazaba uğrayanlarınkine değil, sapmışlarınkine de değil!..” (el-Fâtiha, 6-7)

Her namazın her rekâtında yaptığımız bu duâyı, mânâ ve mahiyetiyle idrake ve vird edinmeye hepimizin ihtiyacı muhakkak. Fakat bilhassa, Allâh’ın kelimelerini tahrip yüzünden gazaba uğramış ve sapıtmış kimselerle âdeta aynı paralelde aynı gaflete düşercesine dilleri eğrilmiş bilgiçlerin ihtiyacı daha çok.

Çünkü bu hakikati bilmeyen bilgiçlerin eğri dilleri, Cenâb-ı Hakk’ın ifadesiyle;

“Gaybı taşlar gibi…” (el-Kehf, 22) konuşuyor.

“…Allâh’ın yolunu eğri ve çelişkili göstermeye çalışmayın.” (el-A‘râf, 86) âyetini umursamadan konuşuyor.

O bilgiçlerden biri de;

“Yoksa içinizden Allah cihâd edenleri ve sabredenleri BELİRLEMEDEN cennete gireceğinizi mi sanıyordunuz?” (Âl-i İmrân, 142) âyetine noksan bir lügat yaklaşımı etrafında, Kur’ân ile çelişen bir yoruma saplanarak -hâşâ- Allâh’ın bilmediği şeyler olduğunu söyleme cehâletinde bulunuyor.

Güya bu âyette Allah; bir kimsenin kiminle evleneceğini -evlenene kadar- bilmediğini de söylemiş oluyormuş!

Niye?

«Belirlemeden» ya da «ayırt etmeden» şeklinde Türkçeleştirilen kelimenin aslı «bilmek» diye. Buna göre «bilmedikçe» demeli imiş. Böyle deyince de Allâh’ın gelecekle ilgili hususları bilmediği ortaya çıkıyormuş!

Hey gidi hey!

Kuşlardaki beyin bile bu gaflete gülüp geçer.

Cahil bilgiçlerden başka her îmân ehli, bilir ki;

Sözü söyleyen sonsuz ilim ve kudret sahibini tanımadan kelimelerle cehâlet oyunu oynamak, aklı da kaydırır, ayağı da; ilmi de, îmânı da.

Bir kere;

Kelimeler, lügat içinde kuru mânâdan ibarettir. Onlarda manevra canlılığı, ancak cümleye dönüşünce kendini gösterir, devreye girer. Böylece hakikat ve mecazlar ekseninde nice derinlikler oluşur. Her birinde gerçek, söyleyenin kudretine göre de asıl vurgusundadır. Yani; «Seni gözüm bir yerden ısırıyor.» deyince, ısırmışlıktan bahsedilmez. Bal gibi anlaşılır ki, tanımak kastedilmekte.

Şimdi;

Her şeyi bilen kudret, bilme fiiliyle bir hakikati ifade ediyorsa; ondaki vurgu, kendisinin bilmediğini ifade olur mu? Kaldı ki bu kelimenin lügat kullanışında, bilgiçlerin herhâlde bilmediği şu mânâlar da var:

Mes’ul tutmak. Meselâ, üç kişiye bir emanet veren kimse, içlerinden en iyi bildiği kimseye der ki: «Ben onları değil, seni bilirim…» Bu ifade, bilmediğinden öğrenmeyi değil, aksine bilgi sahibi olduğunu vurgulamaktır.

Kabul etmek, tasdik etmek, onaylamak. Meselâ denir ki: «Onu bunu bilmem! Bildiğin gibi yap!» Burada da «bilmem» ifadesi, bilgiyi ortaya koymaktadır.

Hâsılı;

Kulların kurduğu cümlelerde bile «bilmem» vurgusunda bilmemek değil bilgi mevcudiyeti öne çıkarken, her şeyi bilen Allâh’ın bu husustaki kullanımına bilmeme cehâletini isnat, nasıl bir bilgiçliktir?!.

Yüce Allâh’ı tanımamak, ancak bu kadar olur!

Yine de;

Gerçekten biraz ilimle meşgul olan kimse bilir ki:

ALLAH İÇİN GAYB YOK!

O; her mevzuda olduğu gibi ilimde de müteâl, hayal ve idrak ötesi.

Çünkü Allah; insanlar gibi sonradan bilgi edinmeye muhtaç bir varlık değil, aksine bütün bilgileri ve ilimleri yaratan, tek, yegâne, noksansız ve sonsuz kudret.

Düşünmeli:

Bir kimse elli tane ilmî formül oluştursa, bu formüller kendisi için gayb olur mu? Kendisine gizli saklı olur mu? Elbette olmaz. Fakat başkaları için gayb mıdır? Gaybdır. Çünkü onlar bu formülleri bilmiyorlar. Tahmin ederek bilmeleri de mümkün değil. Lâkin formüllerin sahibi; kimlere söylerse, onlara da gayb değil. Tabiî, söylenmemiş kimselere yine gayb. Ancak hiçbir şekilde formülleri oluşturan kimse için gayb değil.

Hâl böyleyken;

Her varlığını en ince hususiyetlerine kadar bin bir hikmetle yaratıp yaşatan Hazret-i Allah, nasıl olur da onları bilmez!

“Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.” (el-Mülk, 14)

“Gaybın anahtarları Allâh’ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahî düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Levh-i mahfuzda, O’nun ilmindedir).” (el-En‘âm, 59)

İlâhî beyan, gayet açık:

Allâh’a bilmediği hususlar isnâdı, cahil bilgiçlerin kendilerini helâk eden zannından ibaret. O zannı bilgi zannetmek de ayrı bir cehâlet. Hangi hususta bilememek varsa, hepsi de ancak insana ait. Hele ki Allâh’ın bildirmediği bir şeyi bilmesi, insan için asla mümkün değil.

Delil işte:

“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, Kayyum’dur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında kim şefaatte bulunabilir? KULLARIN, O; ÖNLERİNDEKİLERİ DE ARKALARINDAKİLERİ DE (YAPTIKLARINI DA YAPACAKLARINI DA) BİLİR. (O’NA HİÇBİR ŞEY GİZLİ KALMAZ.) O’NUN BİLDİRDİKLERİNİN DIŞINDA İNSANLAR O’NUN İLMİNDEN HİÇBİR ŞEYİ TAM OLARAK BİLEMEZLER. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruyup gözetmek O’na zor gelmez. O; yücedir, büyüktür.” (el-Bakara, 255)

Allâh’a dair bu ilâhî gerçek; kalbi de, aklı da, rûhu da titretici ve sarsıcıdır. İnsanın aklı, kalbi ve rûhundaki tüm bilinmez derinlikler; herkese gizli, hattâ kendisine de gizli ve meçhul iken bile, Allah için bütün açıklığıyla âşikâr ve malûm.

Bu hakikat;

İnsanda derin sarsıntılar ve titreyişler oluşturacak bir gerçek. İlâhî kudret önünde dosdoğru olmaya yöneltici en doğru îman disiplini. Akl-ı selîm ve kalb-i selîm sahipleri için mârifetullah ve teslîmiyet aşısı. Engin bir mânâ ufku. Damlayı derya hâline getirme idraki. Fakat gafil kimseler için darmadağın oldukları ve bilgili de olsalar cehâlete dalmış nefislerinin hiç istemediği ağır bir hakikat. Şuursuzların kaçmaya çalıştıkları, ancak kaçmanın imkânsız olduğu varlık ve hayat sırrı. Günah ve yanlışlarla dolu olduğunda yaptığının bilinmesini hiç istemeyen insanoğluna müthiş bir darbe. Çünkü bilinmeleri, yakalanmaları demek olacağından suçlular, daima meçhul kalmanın kavgası içindedirler. Hırsız elbette bilinmeyi istemez. Kātil de saklı kalmanın derdindedir. Bu, elbette imkânsız. Zira asıl hâkim, her şeyi biliyor.

Bilgiyi de yaratan, çünkü O.

İnsanların ulaşabildiği ilimler, ancak O’nun izin verdiği kadar. Bu izinle sonsuz ilmin sadece bir noktacığında dolaşarak gördükleri bilgi ve keşifle şımaranlar, aklı kabaranlar ve haddi aşanlar; gafletlerinden dolayı cahil kalırlar. Bilgi içinde bu cehâlet; ilâhî lütuf ve ilme karşı nankörlük doğurur, ahmaklık doğurur, zulüm ve kâfirlik doğurur. Bilginin bu cehâletine sürüklenenler, derya içinde susuzluktan ölen kimseler gibidir.

İlâhî haddi aşmış her cahil bilgiç, özellik itibarıyla Firavun ve Kārun gibilerle aynı karede yer alır:

“…Kendini beğenmiş azgın zorba…” (ed-Duhân, 31)

Onların mağrur itirazları, hezeyanları ve cehaletleri, sadece hakikati hor görmeye yönelik bir bilgiçlik çıkmazıdır.

Bu çıkmazda onlar;

Üzeri kapalı sinsi niyetlerin zorlama yorumlarıyla, bir âyetteki hakikati, diğer âyetlere ters düşecek şekle sokmak için uğraş ve yarış sergiliyorlar. Kur’ân içinde münakaşalar doğurmaya çalışıyorlar. Kendi bilgiçlikleri uğruna bir âyeti çarpıtmak için diğer âyetleri hiçe sayanlar, tabiî ki şu hadîs-i şerîfi de belki kaale almıyorlar:

“Kur’ân hakkında münakaşa, küfürdür.” (Ebû Dâvud, Sünnet, 5)

Tîbî der ki:

“Hadiste yasaklanan münakaşadan maksat, Kur’ân-ı Kerîm’in bazı âyetlerini, diğer bazı âyetleriyle tekzibe kalkışmaktır.”

Hele mevzu Allah ile alâkalı ise, durum daha ciddîdir.

Çünkü;

Allah hakkında şüphe oluşturmak; bilgi değil, inkâr işçiliği yapmaktır.

Allâh’ı bilmeyen dîni ne bilir?

Nasıl cahillik üretebilirim diye uğraşan bilgiçlerden, ilim erbabı mı olur?

Kâfirle değil de mü’minle kavgalı olan kimse, nasıl bir îmâna sahiptir? Şeytanlıklarla değil de, Allâh’a dost olmayla kavgalı olan bir kimse, nasıl bir niyet sahibidir? Yığınla bozuk kitaplara değil de hakikat âbidesi yüce Kur’ân’a iftira atan bir kimse nasıl bir yapıdadır? Kur’ân’ı herkesin yanlış anladığını, ortamı müsait bulsa, neredeyse Hazret-i Peygamber’in bile yanlış anladığını söylemeye kalkışacak derecede, sadece kendisinin doğru anladığını ifade kılıfı oluşturup da çarpıtmalar üretmeye çalışan bir kimse, ilim sahibi değil, ne kötü bir kuldur.

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-‘in ifadesiyle;

“Boş hayallere kapılıp da böbürlenerek Kebîr ve Müteâl olan Allâh’ı unutan kul ne kötü bir kuldur! Zorba ve mütecâviz olup da Cebbâr olan Allâh’ı unutan kul ne kötü kuldur! Gaflete dalarak gülüp oynayan, kabirleri ve (yer altında) çürümeyi unutan kul ne kötü kuldur! Taşkınlık eden, azgınlık yapan, başlangıcını ve sonunu unutan kul ne kötü kuldur! Dindar görünüp insanları aldatarak dünyevî menfaatler peşinde koşan kul ne kötü kuldur! Şüpheli şeylerle dînini bozan kul ne kötü bir kuldur! Hırs ve tamahı yüzünden mâsiyetlere sürüklenen kul ne kötü kuldur! Hevâ ve hevesin saptırdığı kul ne kötü kuldur! Dünya malına karşı aşırı arzu ve istekleri kendisini zillete düşüren kul ne kötü bir kuldur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 17/2448; Hâkim, IV, 351/7885; Heysemî, X, 234)

Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem-, bir başka hadîs-i şerifte de şöyle buyurur:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar hayra kilittirler. Allâh’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu! Allâh’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19; Beyhakî, Şuab, I, 455)

Yazık, öyle bilgiç kullara! Çok yazık, dilleri de dinleri de eğri olan gafillere!

Elbette;

Ne mutlu emrolunduğu gibi dosdoğru olanlara!..