SEHER HARMANI
YAZAR : Fatih GARCAN fatihgarcan@hotmail.com
İkindi ezanı ile otobüsten indi. Küçük valizini omzuna alırken etrafa şöyle bir göz gezdirdi. Şehir, terk edilmiş gibiydi. İlçe merkezi, bomboştu. Her tütün mevsiminde olduğu gibi herkes tütün tarlalarının yanındaki bağ evine göçmüştü. Yolun devamını yürüyerek gidecekti. Hemen namazını kıldı ve yola koyuldu.
Babası vefat ettiğinden beri annesi Firdevs Hanım, tütün mevsiminde dayısının bağ evinde kalıyor, yardımlaşarak tütün kırıyorlardı. Dayılarına babalarından kalan bu tarlalar zamanla çok değer kazanmıştı. Aslında Bahadır’ın annesi de yaptıkları işten pek memnun değildi; ama tütün bu bölgenin geçim kaynağı idi ve bu yörenin tütünü de çok değerli idi. Başka bir iş bu kadar tatlı para getirmez diye, kimse farklı arayışlara girmiyordu bile. Dayısı da dikiş tutturmuş, piyasada kendine yer edinmişti. Lâkin maddiyâtın gelişi ondan çok şey götürmüştü.
Akşam ezanlarıyla bağ evine ulaştı. Dayısı yine arabaları sıfırlamış, kapıya sıralamıştı. Bahadır gönlünden geçirdi:
–Ah dayıcığım! Allah daha çok versin de bir de şu içki illetinden kurtulabilseydin…
Ev halkı tütün kırmaya gitmek üzere hazırlık yapıyordu. Annesi, yufka ıslatıyordu. Açık kapıdan içeri girdi, usulca annesine yaklaştı ve hemen gözlerini kapadı. Annesi Bahadır’ın sürpriz yapacağından habersiz;
–Yusuf, sen misin?
–…
–Zeynep, sen misin?
Tam o sırada elinde su testileriyle içeri giren yengesi, Bahadır’ın tüm oyununu bozdu:
–Ooo Bahadır! Hoş geldin yengem, ne zaman geldin sen?
Annesi, Bahadır’ın geldiğini görünce sevinç gözyaşlarına boğuldu. Doya doya sarıldı…
Yengesi durumu fark edince;
–Ne oldu? Anaaam! Yoksa sen annene sürpriz yaptın da onu mu bozdum? Kusura bakma yengem ya!
Firdevs Hanım;
–Oğlum hiç haber etmedin ya geleceğini! Hayırdır! Hâfızlık bitti mi yoksa?
“–Evet, annem, Allâh’ın izniyle hâfız oldum. İznimi hâfızlık sonrasına ertelemiştim ya. Anneme hoş bir sürpriz yapayım.” dedim.
–Mâşâallah benim oğluma. Aslan oğlum! Allah senden râzı olsun. Allah lâyıkıyla yaşayıp hâfız olarak ölmeyi nasip etsin…
Firdevs Hanım, içli bir nefes aldı. Yanağından süzülen gözyaşları gönlüne akıyordu. Kısık bir sesle şöyle dedi:
–Keşke… Keşke babacığın da görebilseydi bu günleri. Neler vermezdi…
Tam bir Osmanlı adamdı, heybetli babası. İstikamet üzere yaşadığı hayatı, acı bir trafik kazasıyla son bulmuştu. Tatlı hâtıraları bir film şeridi gibi geçti gözlerinin önünden. Bahadır da bu sevincini babasıyla paylaşmak için neler vermezdi, neler…
Dayısı, pür telâş daldı içeri:
–Siz hâlâ gitmediniz mi? Ne oyalanıyorsunuz?!.
Gözü işten başka bir şey görmeyen dayısı, Bahadır’ı fark etmedi bile. Hanımının uyarısıyla durumu toparlamaya çalıştı:
–Bahadır! Yeğen, hoş geldin bakalım.
–Hoş bulduk dayı.
Bu soğuk karşılama gönlünü yaraladıysa da Bahadır pek renk vermedi. Annesi;
–Oğlum sen geç, yat. Uzun yoldan geldin yorgunsundur.
–Yok anne, iyiyim. Yanında olmak istiyorum.
–Gözümün nûru, yorgunluğun her hâlinden belli.
–Gelmek istiyorum anne.
–İyi, hadi bakalım, yüklen o zaman yemek sepetini. Uzak tarlaya gideceğiz.
Tütün işi, meşakkatli işti. Havanın serinlemesiyle birlikte başlanır iki büklüm tütün toplamaya, sabah güneş ışıklarının yakıcılığıyla son bulurdu. Günlük hayatın durduğu bu dönemde, gündüzler geceye karışırdı. Gündüz de gece toplanan tütün iplere dizilir, kurutulurdu.
Bu zor günlerin en çok yorulanları ise şüphesiz anneler olurdu. Çoğu uykusuz geçen onca günün ardından rahatlık yerine maalesef bir endişe kaplardı yüreklerini. Onca insanın hastalığına sebep olan bu meşgalenin parası helâl miydi acaba?
Bahadır da hep işin bu yönünü sorgulardı. Bu işin nihayetinde sadece insanların zehirlenmesi, bol bol zehirlenmesi hedefleniyordu. İnsanlar zehirlensin ki onlar da para kazanabilsin; ama bu, iş miydi yani?
Bahadır, annesinin yanında tütün topluyordu. Gönlü; hep annesini şu nihayeti belirsiz işten kurtarmaktan yana idi. Bir an önce bu hayalini gerçekleştirmek istiyordu. Bu düşüncelerin harmanından saatinin kısık sesli alârmı çekti çıkardı onu. Bu mütevâzı dijital saat, sadece 20 saniye kadar kısık bir sesle çalabiliyordu. Hocası hediye etmişti. Hediye ederken de;
“–Bahadır efendi, bu saat, gönlü uyanıkları uykudan uyandırır. Eğer bu hâl üzere uyursan Allâh’ın izniyle bu saatten önce fırlarsın ayağa…” demişti.
“–İnşâallah hocam, teşekkür ederim.” diyerek almıştı o da. Hakikaten geceleri yatmadan abdestini alır, nebevî usûle göre yatar, seher vakti saatten önce uyanırdı.
Annesine seslendi:
–Anne bana müsaade, ben bir teheccüd namazı kılacağım.
–Tabiî oğlum, Yaratan’ına kurban olurum. Git kıl, bana da, babana da duâ et.
Bahadır, hemen tarlanın sınırındaki çeşmeden abdest aldı. O sırada yengesi de su testisini doldurmak için çeşmeye gelmişti;
–Bahadır, abdestinin hayrını gör yengem; ama daha sabah namazı vakti gelmedi.
–Bu, gece namazı yenge; imsakten önce kılınıyor. Teheccüd namazı…
–Öyleydi değil mi? Son zamanlarında annem de hiç kaçırmazdı. Biz ise dünyanın peşinde koşturmaktan vakit namazlarını zor kılar olduk. Sorsan bu bile ayrı bir meziyet. Neyse ben seni tutmayayım, Allah kabul etsin.
–Sağ ol yenge.
Bahadır toprağın üzerine bir bez çuval serdi ve huşû için de öyle bir namaz kıldı ki, yengesi onu seyretmekten kendini alamadı. Namazını bitirdikten sonra;
–Oğlum; «Armut dibine düşer.» derler, baban da çok dindar adamdı. Ama sen, daha on üç yaşındasın. Sanki yaşlı bir derviş edebiyle, bir âşık gibi kıldın namazını. Allah nazardan saklasın. Kusura bakma da, bu gece namazı aşkı bu yaşta nasıl başladı oğlum? Bizimkilere de öğretsen.
–Bir hocam vesile oldu. Bir gece midemden rahatsızdım, gece boyu tuvalete gitmem gerekti. Artık vakit bir hayli ilerlemişti, yurt soğuktu. Üşüdükçe ihtiyaç sıklaştı. Yarı uykulu, iki büklüm oturuyordum abdesthanenin önünde. Tam o sırada bir hocamızın tepemde durdurduğunu fark ettim. Hemen ayağa kalktım. Hocam;
«–Bahadır efendi, sehere mi kalktın? Aferin sana…» dedi.
Öylece kalakaldım. «Hocam rahatsızdım, abdest sıkıştırdığı için…» falan diyemedim. Bir baş onayı eşliğinde;
«–Evet hocam…» diyebildim.
«–Kalkabiliyor musun her gece?»
«–Eee… Ara sıra hocam.»
«–İstersen, ben her gece kaldırayım seni…» deyince, artık bu işin dönüşü yoktu:
«–Olur hocam…» deyiverdim.
–İnanır mısın yenge? O gece hocamla beraber öyle tatlı bir namaz kıldım ki, hazzını anlatamam. Sanki gece boyu hasta olan ben değildim. Hastalığımdan eser kalmadı. O gün bugündür her gece hocamla teheccüd namazı kılıyorum ve inan zihnim açıldı. Ezberlerimi daha kısa sürede ve daha sağlam ezberlemeye başladım.
–Evet, en son geldiğinde en az 8-9 ay sürer diyordun? Herhâlde 6 ay oldu.
–Beş buçuk ay… Ve yenge, şimdi şu tütün harmanı, şu geniş araziler beni boğuyor. Ben burada Allah rızâsının kollandığını göremiyorum. Dayım gece-gündüz demiyor, içiyor. Bak bizi apar-topar yolladı tarlaya. Kendi nerede?
Dayısı ise o sırada tarlayı da gören hâkim bir tepede arkadaşlarıyla demlenmiş ayılmaya çalışıyordu. O sırada Hakkı’nın çocukluk arkadaşı Burhan geldi yanlarına. Burhan, polis memuruydu ve gece devriyesinde idi. Usulca Hakkı’ya yanaştı ve yeğenini gösterdi:
“–Görüyor musun?” dedi ve devam etti:
–Oğlum Hakkı! Senin enişte sağlam adamdı, hep de öyle yaşadı. Bir yanlışına şahit olmadım. Olanınız var mı beyler?
–Yok! Hayır…
–Bak, adamın oğlu gecenin şu saatinde namaz derdinde. Sense şu mübârek seher vaktinde şişelerin dibinde geziyorsun. «Şu zıkkımı içme!» derim yıllardır, beni hiç dinlemezsin. Dikkat et de geç kaldığın yerler olmasın.
–Ya oğlum iki demlenmişiz şurada! Sen de hoca gibi dikildin tepeme… Hem nereye geç kalmışım?
–Bak kardeşim bu işin sonu yok! Elinde imkânın, şöyle güzel bir ailen varken kıymetini bil! Yol yakınken dön! Ben, senin çocukluk arkadaşınım. Senin ciğerini bilirim; ama oğlum bu gidiş, gidiş değil! Bunlar için hava hoş, her türlü içerler. Nasıl olsa senin gibi ısmarlayan biri bulunur…
–Hayırdır yahu! İyice hoca kesildin sen…
–Hakkı! Bugün bir kimsesiz cenazesi vardı. Vazife bana düştü… Onu gömerken çok başka oldum. Kabre ben yerleştirdim. İçerisi var ya, ürküttü beni…
Burhan’ın bu apansız çıkışı herkeste soğuk duş etkisi yaptı. Bir içki şişelerine bir de birbirlerine baktılar. Her günkü muhabbetlerinden çok farklıydı bugünkü mevzuları…
Sonunda Burhan;
“–Kıralım artık şu şişeleri!” dedi. “Yeter bu saçma sapan hayat…”
Hakkı;
“–Adam haklı beyler. Kırın şu şişeleri!” dedi.
Sonra kendi kendine söylendi:
–Ulan Hakkı! Yuh olsun sana! Yeğenin kadar olamadın. Adam olmadın, olmazsın da!
Hakkı, başı önde geldi tarlaya. Hakkı’nın eşi, yine dayak yeme korkusuyla Firdevs Hanıma sokuldu. Çocukları da şaşkın şaşkın babalarını seyrediyorlardı. Bahadır ise heyecandan olduğu yerde kalakaldı.
Hakkı sakin adımlarla gelmişti. Hiçbir şey konuşmadı. Öylece tarlanın kenarındaki ağacın dibine çöktü, bir müddet sonra da sızdı.
Ertesi gün seher vaktinde Bahadır yalnız değildi. Dayısı yanı başında kıldı namazını ve şöyle dedi:
–Yeğen senden bir şey istesem…
–Buyur dayı!
–Önce sağlam tevbe nasıl yapılır, onu öğret; sonra da şu kıldığın namaz gibi bir namaz nasıl kılınır onu…
–Olur dayım! Sen yeter ki iste…
Hakkı; bu yaşı küçük, gönlü büyük yeğeni sayesinde kulluğun hazzını fark etti. Kısa sürede tarlalarının hepsini üzüm bağına çevirdi. Yeşeren üzümlerle birlikte, gönlündeki günah bataklığı da kurudu ve gül bağına döndü.
Bu duruma en çok sevinenlerden biri ise şüphesiz Bahadır olmuştu. Derya gönüllü hocasının tatlı bir yönlendirmesi nelere fayda sağlamıştı. O da hocası gibi olabilme gayretiyle hiç ayrılmamak üzere sarıldı Kur’ân’a…