Ebedî Saâdetin Yolu:İSTİKAMET

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Doğru istikameti takip etme hususunda; «nefis» denilen fevkalâde kuvvetli bir engelle karşı karşıya olan insana onu aşabilmesi için, Allah Teâlâ’nın sonsuz rahmeti gereği, yaratılışından itibaren bütün devirler boyunca, «kendi arasından» rehberler lutfedilmiştir. Bu mukaddes vazife; kıyâmete kadar da, onların mübârek takipçileri tarafından teselsülen devam ettirilmektedir. İlâhî ikaz doğrultusunda; «nereden ve niçin geldiğini; nereye gittiğini» bihakkın tefekkür eden bir insan; yarın hesap gününde, doğru yolu bulamamasına hiçbir mâzeret gösteremeyecektir.

Kur’ân-ı Kerim’de beyan buyurulan; “O hâlde, emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” (Hûd, 112) ikazı; tefekkür eden bir zihin için, idraki çatlatacak bir vurguyu hâizdir. Nitekim, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ümmetine en güzel örnek olarak; «bu âyetin kendisini ihtiyarlattığı»nı ifade buyuruyor.

Şu bir gerçek ki; iç ve dış pek çok şartların tesiri altında yaşayan insan için, bu o kadar da kolay başarılacak bir iş değildir şüphesiz. Elmalılı Hamdi YAZIR Hocaefendi; «Hak Dîni Kur’ân Dili» tefsirinde, bu âyet-i kerîmeyi açıklarken şunları ifade ediyor:

“…Hangi iş olursa olsun, hangi hedef olursa olsun; ona ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber; her şeyden önce, bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve tespit etmek çok zordur. Ayrıca onunla ilgili çeşitli noktalardan ilişkisini kesip, sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha da zordur. Ve yine istenilen hedefe ulaştıktan sonra; aynı şekilde o doğruluk üzerine, hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur…”

İstikamet üzere olmak o kadar şümullü ve mühim bir şahsiyet vasfıdır ki; Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kendisine;

“­–Yâ Rasûlâllah; İslâm’a dair bana öyle bir söz söyle ki, onun hakkında Sen’den sonra hiç kimseye soru sormayayım.” diyen bir sahâbîye;

“–«Allâh’a îmân ettim!» de, sonra da dosdoğru ol!..” buyurmuştur. (Müslim, Îmân, 62)

O Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; ümmetine şöyle vasiyet buyuruyor:

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla sapıtmazsınız: Allâh’ın Kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve Rasûlü’nün sünneti.” (Muvatta’, Kader, 3)

Bu yüce «Kitâb»; kâinâtı yaratan Allah Teâlâ’nın, dünya ve âhiret nizâmı çerçevesinde insana hitap buyurduğu ulvî değerler manzûmesidir. «Sünnet-i seniyye» de; bu ilâhî muhtevanın, «üsve-i hasene: en güzel örnek» olarak insanlığa lutfedilen, nebîler silsilesinin ilk ve son halkası, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mübârek şahsında tecessüm eden, hayata aktarılmış hâlidir. Hakkında söylenecek her söz eksik kalan o İlâhî Kelâm için, Rus yazar Puşkin, hissiyâtını bir şiirinde şöyle terennüm ediyor:

Duvarlar parçalansın,
Kalksın siyah perdeler!
Gel Kur’ân! Yetiş bize,
Rûhumuza ışık ver. (Trc. Cemal AYDIN)

O semâvî kitâbı, muhtevâsını yaşayarak tebliğ eden Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkında da; yine bir batılı olan, Alman devlet adamı Bismark hayranlığını şöyle dile getiriyor:

“Ben şunu iddia ediyorum ki; Hazret-i Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem) en seçkin bir kıymettir. Yaratan’ın böyle ikinci bir vücudu göndermesi de ihtimalden uzaktır. Ey Muhammed (sallâllâhu aleyhi ve sellem); Sana muâsır olmadığımdan dolayı müteessirim.”

İnsanlığın dünya ve âhiret saâdeti; istikamet üzere olmaya, yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve sahibi olan Allah Teâlâ’nın inzâl buyurduğu yüce Kitâb’ın hükümlerine, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gösterdiği şekilde uymaya bağlıdır. İnsanlığın huzuru için, Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:

“Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın, parçalanmayın…” (Âl-i İmrân, 103)

Hayatını yüce Yaratıcı’nın insanlar için ihsan buyurduğu din istikametinde tanzim etmek ve O’nun seçtiği rehberin izinde yürümek; ashâb-ı kiram -radıyallâhu anhüm- hazerâtının ve onları takip eden sâlih kulların da şiârı olmuştur. Bu cümleden olarak; bütün o mübârek zevât, kendi seviyelerine göre, O Varlık Nûru ile en mükemmel aynîleşme hassâsiyeti ile yaşamışlar; kazanılan imkânlarla şahsiyetin nemrutlaşmasının, firavunlaşmasının önüne set çekmişlerdir. Bu husûsu belirtmek bâbında, ricâl-i kibar, bir kimsenin mânevî keyfiyetini anlamak için; «onun suda yürümesine, havada uçmasına değil, şerîata uymasına bakılmasını» öğütlemiştir.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-; hilâfet vazifesini yüklendiği zaman, bu endişe sebebiyle, kendisine her an ölümü hatırlatacak bir vazifeli tayin etmiştir. Bir cihan devleti olan Osmanlı’da gönül ehli şahsiyetler, padişahları ve devlet adamlarını her an murâkabe altında tutmuş; halk; “Mağrur olma Padişahım; senden büyük Allah var!” diye tezâhürat yaparak, onları nefsin iğvâsına karşı ikaz etmiştir. Nitekim asırları şan ve şerefle aşan bu devletin, iç ve dış fitne mihraklarının birlikte idareyi ele geçirip mecrâından çıkardıkları son devirler, bütün İslâm âlemi, hattâ bütün insanlık için bir hüsran olmuştur. Zünnûn-i Mısrî -kuddise sirruh- Hazretleri şöyle buyurur:

“İnsanlar Allah’tan korktukları müddetçe, doğru yolda yürürler. Bu korku kalplerinden gitti mi, yollarını kaybederler.”

Bu hikmetli sözün teyidi sadedinde; son Balkan felâketinde, Rize’den savaşa katılan bir gönüllü, bir yabancı gazeteciye bu istikamet sapmasını şöyle ifade eder:

“Biz Allâh’ı unuttuk… İstiklâl için, hürriyet için savaşmaya başladık. Yoksa Bulgar’a yenilir miydik?..”

Bir vasıtaya; hep birlikte, doğru bir istikamette kuvvet verilirse hedefine varabilir. Herkes farklı bir yöne çektiği takdirde, kargaşa ve hüsrana uğranır. İçinde bulunulan durum da, bu ibretlik hâlin bir yansımasıdır. Halkın tabiriyle, cemiyetlerin pusulası şaşmış; dümeni kırık gemi gibi, esen fırtınalara ve sert akıntılara teslim olmuştur. Ülkemiz de bu kargaşadan âzâde değildir. Birilerinin çıkıp; “Demokrasi iyidir; ama…” deyip, halkın tercihine karşı, kendilerinin bir yerlerden ithal ettikleri baskıcı sistemleri dayatmaları; milletin bin yıllık mukaddeslerine âdeta savaş ilân edilerek, içtimâî yapının yeniden tanzim edilmesi mânâsında, gayretlerin «cemiyet mühendisliği»nde yoğunlaştırılması; ülkenin ümidi mesâbesindeki üniversitede, birtakım öğretim üyelerinin ve talebelerin; «Mescid istemeyiz!» diye tempo tutarak nümâyiş yapmaları misali yozlaşmalar; bir kısım aydınımızın, şanlı ecdadından kalan müktesebâtı redd-i miras edip, «Stokholm sendromu» denilen, düşmana sevdalanması… gibi akla ziyan garâbetler, İslâm âleminin yeşeren ümidi mevkiindeki ülkemize kan kaybettiriyor.

Milletler; ancak ortak bir duygu ve düşünce zemini üzerinde yükselebilirler. Şanlı mâzîmizin de şahit olduğu üzere; yürekler toplu vurdukça, hiçbir engel onları durduramaz. Bu ma‘şerî şuurun çözülmesiyle istikametten sapıldı; ırk asabiyeti, inanç yozlaşmaları; «idrake giydirilen deli gömleği» mesâbesindeki felsefî akımlara perestiş, dünyevîlik… gibi menfî cereyanlarla, cemiyetler yanlış istikametlere savruldu. Neticede, dünya çok güzel bir nümûneyi kaybetti; hüsranlara dûçâr oldu, yangın yerine döndü. İnsan kendisine tevdî buyurulan şerefli vazife çerçevesinde; önce kendisinden, sonra da çevresinden mes’uldür. Bu cümleden olarak; fert fert istikameti yeniden düzeltip, hâle hâle yayılan bir rahmet iklimi ile dünyayı adâlet ve huzura kavuşturmak bu ulvî emânetin gereği olması yanında, dünya ve âhiret saâdetinin de bedelidir.