GEÇİMSİZ OLAN BİZ MİYİZ, İLİŞKİMİZ Mİ?

YAZAR : Aynur TUTKUN aytutkun@gmail.com

Halk arasındaki; “Beş parmağın beşi de bir mi?” sözü, insanlar arasındaki kişilik farklılıklarını kabullenmede gayet soğukkanlı bir yaklaşımı telkin etse de; ilişkilerde yaşanan anlaşmazlıklarda bu soğukkanlılığı hepimiz her zaman muhafaza edemeyebiliriz. Geçimsiz, kişiliksiz, kötü, fena, huysuz, gıcık… gibi nitelemeleri, problem yaşadığımız karşımızdaki insana yapıştırıveririz. Oysaki geçimsiz, kötü, gıcık… insandan ziyade; problem yaşanan bir meseleden, geçimsizlik yaşanan bir «ilişki»den bahsetmek daha çözüm odaklı, daha yapıcı olacaktır.

Bir insan; -ne kadar geçimli olursa olsun- her zaman, her şart altında ve her kişiyle geçinebilmek gibi bir özelliğe sahip olamaz. Fenâfillâh mertebesindeki geçimliler parmakla gösterilecek kadar az sayıdadır. Normal şartlar altında geçimli, fakat belli ortamlarda ve belli ilişkilerde geçimsiz olabilecek olanlar; aslında hepimiziz. Geçimsiz olanlar, kendileriyle geçinebilmek gerçekten çok güç olanlar; toplumda sayıları az olan kişilik bozukluğu olanlardır ki onlarla bir arada yaşayabilmek, gerçekten çok zordur ve rûhî rahatsızlıklar içinde tedavisi en zor olanlar da onlardır. Neyse ki onların sayıları azdır.

İki insanın; birer fert olarak düşündüğümüzde; «Ne kadar iyi!» dedirten kişiliklere sahip olmalarına rağmen, bir araya geldiklerinde bir türlü geçinememeleri, kişilik farklılıklarında ve kişilik gelişimlerinde yatan derinlikte gizlidir. Farklı kişiliğe sahip insanların geçinmesi, çok zor da olabilir, kolay da! Aynı kişiliğe sahip olmak da geçinmelerinin çok kolay olacağı anlamına gelmez. Geçimlilik/geçimsizlik hâli hangi çeşit kişiliğe sahip olduğumuzla alâkalı olmaktan daha çok, kişiliğimizin gelişim boyutunun neresinde olduğumuzdan kaynaklanır. Anne-babalarımızla, eşimizle, çocuğumuzla, işverenimizle, işçimizle, komşumuzla, arkadaşlarımızla geçimli/güzel ilişkiler yaşayabilmek istiyorsak; kişilikleri tanıma ve ona göre davranma konusunda biraz gayret sarf etmemiz gerekir.

Kişilikleri tanımada iki eksenli yaklaşım, fayda temin edecek bir yaklaşımdır; birincisi dikey boyut (buna gelişim boyutu da diyebiliriz), diğeri de yatay boyut (tipolojik boyut)tur. Tipolojik boyutu bir sonraki yazımızda değinmek üzere bir kenara bırakarak; bu yazımızda, dikey boyutu anlamaya ve böylelikle kişiliklerimizdeki derinliği yakından tanımaya çalışalım. Zira ilişkilerdeki geçimsizlikleri en aza indirmek için, kendimizi ve karşımızdaki insanı iyi tanımak durumundayız.

Dikey boyuttan kasıt; kişiliklere derinlemesine yani gelişim açısından yaklaşmaktır. İnsanoğlu fizikî ve zihnî açıdan büyüyüp gelişirken bir yandan kişiliği de olgunlaşmaktadır. Fizikî ve zihnî olarak gelişmiş, fakat kişiliği olgunlaşamamış ya da belli bir dönemde takılıp kalmış olanlar; geçim konusunda pürüz çıkaran ve çıkarttıranlardır. Hepimizin kişiliği; bebeklikten itibaren getirdiğimiz irsî özellikler, annemizle yaşadığımız ilişkiler, aile ve çevreden öğrendiklerimizle şekillenir.

Ebeveyn olmak demek; çocuğun sadece biyolojik ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, onlara örnek davranışlar sergilemek demek değildir. Çocuğu sevmek, özen göstermek, değer vermek, onunla sağlıklı iletişim ve ilişki biçimi kurmak; kişiliğin sağlam temeller üzerinde oturmasının olmazsa olmazıdır. Çocuğun ebeveyniyle kurduğu ilişki biçimi; çocukta güven duygusunun oluşumunda, bağımlılık-bağımsızlık dengesinin kurulmasında, girişimci ve üretici olmasında, sağlıklı bir benlik algısı geliştirmesinde çok etkilidir. Hiç denecek kadar kişiliği gelişmemiş olanlar; bedenen ve aklen bir yetişkin olmalarına rağmen, rûhen küçük bir bebek gibidirler. Herhangi bir gelişim döneminde ebeveynimizle yaşadığımız çatışma ise kişiliğimizin o yaş civarında takılıp kalmasına sebebiyet verir. Yani sıkıntılı dönemlerinde yetişkinler, küçükken çatışma yaşadığı dönemlere geri dönerler ve o dönemin özelliklerini gösterirler.

Genel olarak grupladığımızda kişiliklerimiz ya psikotik ya nörotik veya sınırda kişilik organizasyonuna sahip özellikler gösterir. Bu özellikleri bilmek, kişiliklerin gelişim seviyesini belirlemede ve karşımızdaki kişiye göre davranmada büyük yarar sağlar.

Psikotik kişilik organizasyonuna sahip olanlar, kişilik gelişiminde en alt seviyede bulunanlardır. Bebekliklerinde annelerinden ayrışma sürecini sağlıklı atlatamamış, tek başına bir fert olmayı başaramamışlardır. Ego fonksiyonları, büyük ölçüde gelişmeden kalmıştır ve bu yüzden de gerçeği, doğru değerlendiremezler. Algılamaları ve düşünmeleri bozuktur, dürtü kontrol sistemleri de gelişmemiştir. Küçük bir bebek gibi, istekleri ânında yapılsın isterler; beklemeye tahammülleri yoktur. Duygularını ifade edişleri ham ve ilkeldir. Onların; bebeklik ve çocukluk yıllarında, kişiliklerinin gelişmesi için hiçbir ortam hazırlanmamıştır. Olumsuz yaşantılarla dolu, sevgisiz bir ortamda büyümüşlerdir. Bu kişilerin bebeksi, ürkek ve şaşkın hâlleri sağlıklı insanlarda; tıpkı bir buçuk yaşın altındaki bebeklere karşı hissedilen anneliğe benzer biçimde bir sevgi ve koruyuculuk hissi oluşturur. Gerçeği doğru düzgün değerlendiremeyen, normal seviyedeki çocuğunun, ileride çok büyük adam olacağını düşünen bir annenin; elindeki üç beş lirayla yapacağı yatırımla, ileride zengin olacağını hayal eden bir adamın; ne yaptığını, niçin çalıştığını bilmeyen hedef ve idealden mahrum, sürekli iş değiştirip duran bir kişinin kişiliği psikotik seviyededir, yani kişiliği doğru düzgün gelişememiştir. Neyse ki toplum içinde psikotik kişilik organizasyonuna sahip kişilerin sayısı azınlıktadır. Kişilik bozuklukları içinde sıralanan şizoid ve şizotipal tiplerin hemen hemen tamamı, paranoid, antisosyal ve narsistlerin önemli bir kısmı; psikotik kişilik organizasyonuna sahiptirler.

Nörotik kişilik organizasyonuna sahip olanlar ise küçüklüklerinde nisbeten yeterli seviyede sevgi ve değer görmüş, sağlıklı kişilik oluşumuna katkı sağlayacak huzurlu ortamlarda bulunmuşlardır. Gerçeği değerlendirme melekeleri gelişmiştir. Algılama ve düşünmelerinde -kaygı ve sıkıntıya bağlı yoğunlaşmalar olsa da- ağır bozulmalar yoktur. Dürtülerini kontrol edebilirler, isteklerini bekletebilirler, duygularını ifade ediş biçimleri ham ve ilkel değildir. Annelerinden ayrışma ve fert hâline gelme sürecini atlatabilmişlerdir. Zorlanarak da olsa bir fert olarak hayatta kalmayı başarabilecek durumdadırlar. İşlerinde ve ilişkilerinde, sürekli ve sebatkârdırlar. Tutum ve davranışlarında esnek ve affedicidirler. Arzu ve isteklerinde sabretmeyi bilirler. Normal veya sağlıklı diyebileceğimiz nörotikler, toplumun dörtte üçünü oluştururlar ve nörotiklerin «kendini gerçekleştirme» potansiyeline sahip oldukları düşünülür. Kaygılılar, takıntılılar, fobileri olanlar, hastalık hastaları; nörotik kişilik organizasyonuna sahip kişilerin hastalıklı olanlarıdır.

Bir de «sınırda kişilik» organizasyonuna sahip olanlar vardır ki bunlar, nörotiklerle psikotikler arasında bir yerdedir. Onlar bir taraftan «deli görülemeyecek kadar akıllı» diğer taraftan da «aklı başında görülemeyecek kadar deli»dirler. Konuşmaları ve kendilerini ifade biçimleri düzgündür. Toplumda oldukça fazla sayıda olmalarına rağmen, bu yüzden gözden kaçmışlar ve bu tanımlama psikolojide çok sonraları oluşmuştur.

Kişiler arası ve aile içi geçimsizliklerde, hattâ gruplar arası gerginliklerde; sınırda kişilik organizasyonuna sahip olanların etkisi çoktur. Psikotiklerden farklı olarak, gerçeği değerlendirme melekeleri bozuk değildir. Düşünme ve algılama bozuklukları olsa da nâdirdir ve gelip geçicidir. Çok sıkıntılı oldukları, engellerle karşılaştıkları dönemlerde psikotik seviyeye gerileyebilirler ve gerçeği değerlendirme melekeleri bozulabilir.

Kimlik bütünleşmesi açısından; psikotiklerden daha iyi, nörotiklerden daha kötü durumdadırlar. Kimlikleri konusunda; tutarsızlık, belirsizlik ve süreksizlik yaşarlar. Kim olduklarıyla ilgili sorularda ısrarlı olunursa düşmanca tepkiler verebilirler. Yetersizliklerinin farkındadırlar ve bunu göstermemeye çalışırlar. Kendileriyle ve başkalarıyla ilgili sorulan sorulara düşmanca cevap vermeleri, çoğu zaman bu örtme çabasındandır. Bebekliklerinde annelerinden maddî doyum alabilmişler; fakat sevgi, şefkat, değer gösteren mânevî doyumu alamamışlardır. Bir takıma, bir partiye, bir ideolojiye fanatikçe yönelmeleri bu yüzdendir. Tutum ve davranışlarındaki katılık, zalimlik, cezalandırıcılık; benlik ve kimlik duygusunun -sanılanın aksine- yeterince güçlü olmadığının işaretidir. Görünüşte her şey makul iken, bir süreliğine bile engellenmeye, belirsizliğe dayanamayıp ortalığı ana baba gününe çevirenler; muhtemelen sınırda kişilik organizasyonuna sahip kişilerdir. Onlar; çok sıkıntı yaşarlar, rûhî durumları sürekli dalgalanma gösterir. Yardım için psikolog veya psikiyatriste başvurdukları da olur ama yardım arama sebebi, çevresindeki insanların onları anlayamamasıdır.

Zaten çevresindekiler de onlarda bir problem olduğunu bilirler ama onlara bir rahatsızlık yakıştıramazlar. Fakat yaptıkları, kendilerine usûlünce anlatıldığında; bunu kavrayabilirler. Psikotiklerle aralarındaki en büyük fark da budur. Küçüklüklerindeki ayrışma sürecini sağlıklı atlatamadıkları için; onlar, hem ilişkilerde yakınlık isterler, hem de karşısındaki kişinin denetimi altına gireceği korkusu duyarlar.

Şimdi, karşımızdaki insanın kişiliği nasıl olursa olsun, yaşadığımız ilişkilerde geçimli olabilmek; en başta iyi iletişim kurma kurallarını bilmeyi gerektirir. İletişim kurmayı bilebilenler, pek çok kişiyle geçinmeyi başarabilenlerdir. Bundan başka empatik olmaya çalışmak, öfke kontrolünü becerebilmek, yeterli özgüven sahibi olmak, ne çeşit kişiliğe sahip olursa olsun her insanın ilgiyi hak edeceğinin farkında olmak; geçinebilme sanatının olmazsa olmazlarındandır.

Kendimizin nörotik kişilik organizasyonuna sahip olduğumuzu varsayarsak; psikotiklere karşı davranışlarımızda dikkat edeceğimiz en önemli nokta, onların küçüklüklerinde ebeveynlerine duyamadıkları güvenlerini kazanmak olmalıdır. Onu sevdiğimizi, saydığımızı, kabul ettiğimizi, ona ve fikirlerine değer verdiğimizi; bir şekilde onlara hissettirmeliyiz. Samimiyet, bu kişilerin çok hassas olduğu konudur. Onlara karşı daha açıklayıcı ve yol gösterici olmalıyız. Samimî, güvenli, insanî ve âdil bir ilişki; onların en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. Yalnız, iletişimimizdeki kesin ve mutlak ifadeler değil de yumuşak ifadeler; dünyayı dehşet dolu güvensiz bir yer olarak algılayan psikotikler için çok önemlidir. Bize karşı suçlamacı ve şüpheli yaklaştığı durumlarda; “Saçmalama!” diye itiraz etmek yerine; “Nasıl yani?” diyerek onun içini döküp rahatlamasını sağlamak ve daha sonra; “İyi ama şöyle de düşünülemez mi?” diyerek yaklaşmak, daha geçimli sonuçlar doğuracaktır.

Sınırda olanlara karşı olan yaklaşımımızda ise en çok dikkat edilmesi gereken husus, onların değişken yapıları ve kendi yaptıklarını yeterince fark edememeleridir. Onların sağlayamadığı istikrarı bizim sağlamamız, zaman zaman onlarla birlikte dalgalanmak için kendimize izin vermemiz gerekir. İlişkilerimizde sınırları korumak, taviz verilmemesi gereken ilk prensiptir. Her ne kadar bunu onlar öfkeyle karşılasalar da, bir ergenle uğraşıyormuşçasına sabırla sınır koyma işlemine devam edilmelidir. Bir süre sonra bizim kıymetimizi bilmeye başlayacaklardır. Onları eleştirirken alıngan ve kırılgan olduklarını unutmamak bu sebeple eleştiride çok dikkatli olmak gerekir. Bu kişiler; iç dünyalarındaki olumsuzlukları, sürekli bize yansıtma durumundadırlar.

“Bana çok kötü davranıyorsun”, “Adım gibi eminim ki senin yüzünden oldu!” gibi sözlerle bize yüklendiğinde; “Seninle aynı fikirde değilim, bu kadar öfkelenmeni hak edecek bir şey yaptığımı sanmıyorum.” diyerek öfkelenmeden konuya yaklaşabilmek, onların eleştirilerinden sıyrılmaya yardım edecektir. Onların sıkça kullandığı; “Ya hep ya hiç!” şeklindeki yaklaşımlarına karşı, bir nebze de olsa gerçeği görebilmelerine yardımcı olabilmek adına;

“Benim yerime sen olsaydın ne yapardın?” gibi sorularla yaklaşmak yerinde olabilir. Zira sınırda kişilik organizasyona sahip olanlar, empati kurmayı pek beceremezler. Onlara davranışları hakkında bir eleştiride bulunulacaksa, gergin ve huzursuz olmadıkları zamanlar gözetilmelidir. Onların psikotik organizasyona gerilememeleri için, karşısındaki insanın çok dikkatli, sabırlı ve anlayışlı olması gerekir.

Kişiliklerimiz bizim derimiz gibidir; onları yüzüp atamayız. Karşımızdakiyle geçimli bir ilişki yaşamak istiyorsak, onların hangi çeşit kişilik organizasyonuna sahip olduklarını ve ne çeşit bir yaklaşım kullanmamız gerektiğini bilmemiz gerekir. Zira davranışlarımızda büyük oranda değişiklik sağlayabilmekle beraber, kişiliklerimizde asla değişiklik meydana getiremeyiz; çünkü onların temelleri bebekliğimizde, çocukluğumuzda atılmıştır.

Not: Bu yazının hazırlanmasında Prof. Erol GÖKA’nın «Geçimsizler» adlı kitabından istifade edilmiştir.