NASIL YÖNELMELİ?

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri’ne sormuşlar:

“–Nefsi nasıl ıslah edelim?”

“–Sahibine teslim etmekle!”

“–Bu nasıl olur?”

“–Sahibinin yanında bulunan azgın bir köpekle boğuşursan, onu alt etsen bile harap olursun; belki de o seni perişan eder. Ancak onu engellemesini sahibinden talep edersen, o, tek bir sözle azgın hayvana mâni olur.”

İşte insanın ömrünü tıkayan bütün çıkmazları açacak metot.

Dosdoğru yöneliş.

İçinde inâbe, i’tizâr, ıslah, tevbe, ah çekme, ahid, icâbet ve hâl var.

İnâbe, Allâh’a muhâlefeti terk edip muvâfakata dönüş. Muhâlefet, O’nun rızâsının olmadığı her şey; mal, mülk, makam, dünya, şehvet, hırs vesaire… Muvâfakat ise, O’nun rızâsının olduğu her şey.

İ‘tizâr, nedâmetle özür. Ancak O’na…

Gerçek ıslah da O’ndan istenendir. Islah için Hakk’a yöneliş, hakikî olgunluğu nasip eder. Zira O’nun ıslahı, O’nun şânına lâyık şekilde mükemmel, yüce ve müstesnâ olur. Bunun Hazret-i Peygamber’deki tecellîsi:

“Beni Rabbim terbiye etti. Edebimi ne güzel ve mükemmel kıldı.”

Bilmeli ki;

Kulun güç ve kuvveti, kabiliyet ve istîdâdı sınırlı olduğu için ıslahı da sınırlıdır. Allâh’ın kudret ve lutfu sonsuz olduğundan ıslahı da ona göre noksansızdır. Kuldan ıslah, çok yorucu ve neticesi şüpheli bir uğraştır; Hak’tan ıslah ise gereksiz yere yormayan, kesin bir başarıdır.

Islah için Hakk’a yöneliş, nasıl olacak?

Evvelâ bağlardan kurtulmalı. İnsanda, kendisini engelleyen o kadar bağ var ki; gönül bağı, îman bağı, göz bağı, akıl bağı, ayak bağı, boyun bağı, yol bağı, dil bağı… Uzayıp gider bu bağlar. Her biri insana kendi yönünde bir esârettir.

Göz bağı; gözü uyku ve görmemezlik zindanında esir eder ki, gaflettir.

Gönül bağı; yüce sevgiliden habersiz kılarak boş ve fânî heveslerin dehlizinde esir eder ki, nefistir.

Ayak bağı; kulun Hak yolunda coşkunca yürüyüp koşmasına engel olur ki, dünyadır, bazen kadın, bazen evlâd ü ıyaldir.

Bu bağlarla kul, Hak yoluna yönelemez. Ne zaman ki o bağların iplerini keser, o zaman kurtulur. Bunun için tevbe neşteri her zaman kulun elindedir.

Bu bağlardan kurtulduktan sonra ayak sürçmelerine âh çekmeli. Çünkü bu âhın alevi, gönüldeki her çeşit çer-çöpü duman eyler. Tekrar aynı hatalara sürüklenmekten korur. Bu âh, bir bakıma Allah demektir. İslâm harfleriyle; «elif ve güzel h»den müteşekkildir ki, Allah lâfzı da «elif»le başlayıp «güzel h» ile biter. Nitekim Osmanlıca bazı metinlerde, lâfza-i celâl yere düşer belki diye Abdullah yazarken Abd-âh şeklinde remzedilmiştir, yani; «elif ve güzel h» harfleri, Allah lâfzı yerine kullanılmıştır.

Fakat kuru kuruya âh çekmek yetmez. Elden kaçanları telâfi etmek gerekir. Ancak bu takdirde bağlardan kurtuluşun ve âh çekişteki pişmanlığın maksat ve mâhiyeti tamam olur. Bu telâfiler, Allâh’a karşı kusurlarımızla, kullara karşı hatalarımızla, kendimize karşı yanlışlarımızla ve diğer varlıklara karşı ihmalkârlığımızla elden kaçırdığımız nimetler, güzellikler ve vazifeler ile alâkalıdır.

Allâh’a karşı telâfimiz; kusurlu zannımızı hüsn-i zanna, isyan ve günahlarımızı itaat ve sevaba dönüştürmekle ve yapmadığımız ibâdetleri derhâl kazâ etmekle mümkündür.

Kullara karşı telâfimiz; kırdığımız gönülleri tamir, üzerimize geçmiş kul haklarını teslim iledir.

Kendimize karşı telâfimiz; zamanımızı, mekânımızı, beden ve rûhumuzu boşa harcamamaktır.

Diğer varlıklara karşı telâfimiz; şefkat li-halkıllâh sırrını yaşamak, yani her şeye emânet ve nimet gözüyle bakıp hiçbir şeyi israf ve ziyan etmemektir.

Zaten Allah ile bütün bunları yapmak üzere ahidleşmedik mi?

Evet. Cenâb-ı Hak’la ezelden beri ahidleşiyoruz. Orada müşahede ile söz verdik. Burada îmân ile söz verdik. Günaha düşünce tevbe ile söz verdik. Taleplerimizin gerçekleşmesi için bedel olarak nice sözler verdik. Yani bütün bunlarda O’na yöneldik. Fakat bunca söz ve yönelişe vefâ lâzım. Bunun için de O’na yönelmelidir. Çünkü gerçek vefâ O’nun hazinesinde mevcuttur. Bizim nefsimiz, aklımız ve şu dünya hep vefâsızlıkla dolu.

O’na yönelişi olmayan her şeyde vefâsızlık vardır.

Vefâsızlık ise münafıklıktır.

Kısaca;

Ahid yönelişi gibi vefâ yönelişi de kulu Hakk’a götüren yegâne bir köprü. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Kim Allâh’a verdiği sözü yerine getirirse; elbette Allâh’ın ona olan mükâfatı, büyük olur.” (el-Fetih, 10)

Böyle bir vefâ için Hakk’a yöneliş, en doğru şekilde nasıl gerçekleşir?

Evvelâ, günahların lezzetinden kurtulmaya bakmalı. Günahın lezzeti, izâfîdir, kabuktadır, aldatıcıdır. Bunu fark eden, ondan lezzet almaz. Tıpkı kanser mikrobu taşıdığını bildiğimiz bir nesneyi, o ne kadar tat verici de olsa yemekten çekinip ürktüğümüz gibi. Yani günahın lezzetinden kurtulmak, günahtaki mikropları ve felâketleri görmekle olur. Bu da basîret gözü ister. Ancak burada insan mantığı bazen fare mantığı gibi işler. Sebep ile sonucun arası uzayınca tehlikeye karşı kayıtsız ve cüretkâr olur. Şöyle ki:

Bir grup fareye hemen öldüren bir zehir vermişler. Bunu gören diğer fareler, o zehirden yememiş. Bir grup fareye de zamanla öldüren bir zehir vermişler. Bunu gören diğer fareler de o zehri afiyetle yemişler. Oysa gerçekleşecek olan gerçekleşir; uzak olmuş, yakın olmuş ne fark eder? Dikkati uzaklık ve yakınlığa, hemene ve sonraya değil, istenmeyen musîbet ve felâkete yöneltmek lâzım. O zaman değerlendirmeler yerinde olur. İdamdan ne yapılsa kurtulunamadığı bir ceza ortamında; idamlık suç, tatlı bir şey bile olsa kimseye cazip gelmez. İşte günahlardaki cezanın lezzetini ortadan kaldıracak alev. Demek ki, günahlara karşı, onlardaki lezzeti yok eden iksirleri bulmak en güzel çare! Meselâ bu iksirlerden en tesirlisi, ölüm… Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Birçok lezzetleri kesen ölümü çokça hatırlayınız!” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)

Böylece günahsızlaşmak, insanı Hakk’a yönelişte muvaffak eyler. Gönüldeki güzellik ve mükemmelliği artırır. Ancak bu keyfiyet, başkalarını küçük görme gibi bir gaflet çukuruna atılmamalı. Yani bu merhalede en tehlikeli husus; başkalarının kusurlarına dikkat edip, onlar adına korkar görünmek ve böylece kendi adına ümitvar olmaktır. “Ben kurtuluşa ermeyeceğim de şu gafil ve günahkâr mı kurtuluşa erecek?” şeklinde kusurluyu hor ve hakir görmek, buna mukabil kendini âdeta garantide hissetmek, büyük bir hüsran. Bu hususta;

“Şefâatim, ümmetimden büyük günahlar işlemiş olanlar için (de) tahakkuk edecektir.” hadîs-i şerîfini asla unutmamalı.

Mademki cennet, fazl-ı ilâhî, o hâlde nice günahkârlar bağışlanıp cennete girebilirken, biz yüce rahmete uzak düşebilir ve mahrumiyet içinde kalabiliriz. Demek ki güzellikler ve sevaplar, başkalarını küçültmek için takılan bir gözlük değil.

Böyle bir gözlük takma hatasına düşmemenin yolu; kulun, yapmış olduğu her türlü ibâdet, hayır-hasenat ve hizmet gibi güzel davranışlarındaki eksik ve kusurları görmesidir, hem de elinden geldiğince titiz bir şekilde, âdeta onları yok sayarak… Bu hiçlik ki, «hep»in tek anahtarıdır. Ama samimî bir hiçlik. Kendimize yönelik ve ancak Hak için olan mahviyet. Hak’tan başkasına arz edilen bir zillet değil. İşte izzet olan hiçlik. Bu; kulun, kendi muhtaçlığını bilmesi, Hakk’ın ihtiyaçsızlığını idrak etmesidir.

Gerçekten biz maddeten ve mânen sayısız ihtiyaçlarla dolu bir varlık değil miyiz? Öyle muhtacız ki, bizim için ihtiyaçlarımızın giderilmesinden daha kıymetli bir tecellî âdeta yok. Bunun için hep isteğimize icâbet bekleriz; herkesten ve bilhassa Cenâb-ı Hak’tan.

Ancak icâbetin şartı, verilecek olana uygun bir hâle sahip olmak. Kur’ân okuması çok hatalı olan bir kimse, imamlık istese verilir mi? Ya da üç yaşındaki çocuk evlenmek istese? Herkes karşı çıkar. Niye? Hâlleri müsait değil. O hâlde isteklerimizle hâllerimizi orantılamaya mecburuz. Sağır bir kimse, güzel sesli birine; «Yahu şöyle bir kulağımın pasını aç!» diyebilir mi?

Hâlimiz hangi hususta müsait değilse, o yönde talebimiz geçersizdir. İşte taleplerdeki Hakk’a yönelişi, hâllerde de gerçekleştirmek; aynı derecede hattâ daha fazla mühim. Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmak bu. Hâli ve ahlâkı O’ndan almak. Kendimizden değil. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hâli ve ahlâkı böyle olduğu için Kur’ân-ı Kerim’de; «en yüce ahlâk» olarak vasıflandırıldı.

Böyle bir hâl için Hakk’a yöneliş, en doğru şekilde nasıl gerçekleşir?

Evvelâ, yaptıklarımızdan ümit kesmeli. Çünkü bu hâl için amellerimize değil, Hakk’a yöneleceğiz. Hazret-i Peygamber bile böyle yapmış, yani yaptığı bütün sâlih amellerden ümit keserek, yalnızca Hakk’ın rahmetine güvenmiş, o rahmete sığınıp onu talep etmiştir. Biz kimiz ki?!.

Bu hâle biz o yüce Peygamber’den daha mecbur değil miyiz? Elbette. Öyleyse amellerimizden ümit keserken, Hakk’a ve O’nun rahmetine olan mecburiyetimizi görmeliyiz. «O’ndan başka ilâh yok!» deyip kalmamalıyız. Devam etmeliyiz bütün ilâhî sıfatlarla: O’ndan başka mâbud yok, Rezzâk yok, Hâlık yok, affedebilecek yok, Kādir yok, Rahmân yok, Azîz yok… Hakkıyla ve hakikî mânâda. Üstelik yüce Allâh’ın, bize lütuf ve rahmet bakımından hiçbir zarureti de yok. Zaruret sadece bizim. O’na iyilik yapmıyor, kendimize iyilikte bulunuyoruz ancak.

Bunu idrak edersek; Allâh’ın bize gönderdiği lütuf şimşeği, gözlerimizde ve gönlümüzde parıldar. O şimşeğin ardında; bereket yağmurları, sonsuz rahmetler var. Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın lutfu; şimşeklerin, yani elemler, kederler, çileler, yokluklar, felâketler vesair iptilâların içinde gizli. Allah, önce bunlarla yakar. Sırrı idrak edip rızâ ile kendisine yönelenlere de şimşeklerin ardından rahmet ihsan eder, hem de ebedî.

İşte Allâh’a yöneliş!

Sadece belli an ve vakitte, bir mekânda ve bir durumda değil, bütün anlar ve vakitlerde, bütün mekânlarda, bütün durumlarda, her şeyimizle, O’na dönüş! O’nun hazinesindeki i‘tizâr ve ıslah, ahid ve vefâ, icâbet ve hâl için O’na rücû!..

İşte inâbe!

Ey cân, ederek gaflete tevbe,
Allâh’a yönel, eyle inâbe!..

Tevbeyle özürler dile içten,
Islâhın için dön yüce Rabbe!

Söz verdi gönül, yâre yönelsin,
Yâr içre vefâ lâzım o kalbe…

O’ndan sana isterken icâbet,
Ettin mi rücû, hâlini celbe?

Her bir yöneliş Hakk’a olursa,
Seyrî, o zaman cân evi, Kâbe…