TEFEKKÜR

YAZAR : Sami GÖKSÜN

Tefekkür; bir şey üzerinde yoğunlaşıp, ibret almak niyetiyle derinlemesine düşünmektir. Fudayl bin lyad -rahmetullâhi aleyh- de; tefekkürü; iyilik ve kötülüğü gösteren bir ayna olarak tarif eder.

İnsan, her an tefekkür hâlinde olmalıdır. Kâinatın, insanın, arzın ve semânın nasıl yaratıldığını inceden inceye düşünmelidir. Tefekkür, insana has bir özelliktir.

Şu da bilinmelidir ki, insanın bilgisinin artması ve davranışlarının düzelmesi, tefekkürle başlamaktadır. Bu sebeple; Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde bazı hususları dile getirdikten sonra şöyle buyurmaktadır:

“(Allah) su sayesinde sizin için ekinler, zeytinler, hurmalar, üzümler ve diğer meyvelerin hepsinden bitirir. İşte bunlarda tefekkür eden (düşünen) insanlar için büyük bir ibret vardır.” (en-Nahl, 11)

İnsanı tefekküre davet eden Allah Teâlâ, Kur’ân’da daha birçok yerde bu konuya işaret etmektedir. Âl-i İmrân Sûresi’nin 190. âyetinde şöyle buyurur:

“Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde akl-ı selîm sahipleri için gerçekten ibretler vardır.”

Bu âyette, tefekküre davet edilen akıl sahiplerinin durumunu açıklayan bir sonraki âyette de Cenâb-ı Hak;

“Onlar ayakta, oturarak ve yanları üzerine yatarken (her an) Allâh’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde tefekkür ederler (düşünürler ve) «Rabbimiz!» (derler), «Sen bunu boşuna yaratmadın, Sen yücesin! Bizi cehennem azabından koru!»” (Âl-i İmrân, 191) buyurur.

Tahlil edildiğinde;

Göklerin ve yerin yaratılışı ile gece ile gündüzün değişimi, bir başka deyişle mekân ve zamanın ilâhî kudrete delâleti akl-ı selîm sahiplerinin ibret nazarına sunulur.

Böylece bizden, varlığın gerçek bilgisine ulaşma gayretini göstermemiz talep edilmektedir.

Daha sonra bu tefekkürün netice vermesi için, her ânı kapsaması gerektiği hatırlatılır.

Böyle derin ve devamlı bir tefekkürün neticesinde, Allâh’ın üstün kudretinin ve eşsiz sanatının eserlerini idrak etmeleri sonunda, akıl sahiplerinin Rablerine derin bir saygıyla yönelmeleri kaçınılmazdır.

Tefekkür de bir ibâdettir zaten… İbâdetlerin bir gayesi de tefekkür değil midir?

Tefekkürün konusu bir başka ifadeyle düşüncemizin sahası; âyetlerde ifade edildiği üzere Rabbimiz, kâinat ve kendimizdir. Daha doğrusu bu üç varlık arasındaki irtibat ve münasebettir.

Allâh’ın zât-ı ilâhîsi hakkında tefekkür yapılamaz. Çünkü Cenâb-ı Hak, şekil ve sûret olarak hiçbir şekilde tahayyül edilemez. Bu konuda Sevgili Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurmaktadır:

“Allâh’ın yarattıkları üzerinde tefekkür edin. O’nun zâtı üzerinde düşünmeyin. Siz O’nun kadrini (layık olduğu şekilde) asla takdir edemezsiniz.” (Deylemi, II, 56)

Fakat Allâh’ın fiilleri ve yarattıkları hakkında tefekkürü her an yapmalıyız. Bunu da ihmal etmememiz lâzım.

Cenâb-ı Hak ve kâinat irtibatına baktığımız zaman, bu tefekkürde insanın görevi; kâinattaki uyarıcı işaretler karşısında ilgisiz kalmayıp bunlara hâkim olan kanunları bulmak, çözmek, bunların var oluşundaki ilâhî hikmetleri anlamak ve hayatı buna göre değerlendirmek olmalıdır.

Meselâ; sabah güneşin doğması, akşam batması, buna bağlı olarak değişik renkte bitkilerin yetişmesi, çeşitli ürünler vermesi; öyle basit olaylar değil, ilâhî mûcizelerdir.

Eğer basîretimizi ve gönüllerimizi açabilsek, bunları sanki gözlerimizin ilk defa gördüğü yeni bir tabloymuş gibi telâkki edebilsek, nihayet duygularımızı alışkanlığın verdiği donukluktan kurtarabilsek, canlı ve cansız varlıklarıyla bu kâinatın büyük bir dershâne olduğu görülür. Bu dershânede mevcut canlı ve cansız her varlık Allâh’ın lutfuyla bilgi yüklü birer âyet ve mesaj durumundadır.

İnsan; başka varlıklardan farklı olarak kâinattaki bu ilâhî mesajları okumaya, bilmeye ve çözmeye muktedirdir. Bu durum, akıl sahibi olmanın bir sorumluluğudur. Akıl sahibi olmanın şerefini belirtmek üzere de Cenâb-ı Hak birçok âyetinde; “Akıl sahipleri için ibret vardır.” buyurmaktadır.

İnsan; akıl sayesinde Cenâb-ı Hakk’a muhatap olabilmekte, O’nun emirlerini kavrayıp, bunun sonucunda da, O’nu ayakta, oturarak ve yanı üzere yatarken bile anmakta, O’nu tanıyıp sevmenin hazzına varmaktadır.

Diğer varlıklar kendi başlarına yaşarken; insan, canlı-cansız eşyayı zerrelerden kürrelere kadar bütün varlıkları tefekkür konusu yapmakta, bunlar karşısındaki hayretini yenemeyip;

“Yâ Rabbi, Sen bunları boşa yaratmadın!” demekten kendini alamamaktadır.

Düşünen ve duyan insan; bu dünyanın öbür dünyası da olabileceğini tefekkür etmeli, kâinat üzerindeki tefekkürden, kendisi, vazifesi ve âkıbeti üzerinde tefekküre geçmeli, Allâh’ın azabı karşısında dehşet duyarak;

“Bizi cehennem azabından koru!” diyerek yalvarmalıdır.

İnsan; önce kendi varlığından başlayarak, diğer varlıkları da ve nice eşyayı da tefekkür konusu yaparak, hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığının farkına varmalıdır.

Bu âlem ve nizam kendiliğinden var olmayacağına göre bir yaratıcı vardır, O da Allah Teâlâ’dır.

Başka bir tefekkür konusu da, peygamberlerin neden gönderildiğidir. Evet, insan; aklıyla Yaratıcı’yı bulabiliyor. Fakat Yaratıcı karşısındaki kulluk vazifelerimizi, kendiliğimizden bilip yapmamız mümkün değildir. Bu çaresizliğimize karşı Cenâb-ı Hak; lutfuyla peygamberler göndermiş, onlar vasıtasıyla kulluk görevlerimizi etraflıca bildirmiştir.

Ancak insan; îman ve sâlih amellere çağıran peygamber sesine kulak verecek hazırlığı, şuurlu bir tefekkürle kazanmaktadır. Bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, îmâna çağrısına icâbet ettiğimizi; günahlardan bağışlanmanın ve kıyâmet günü zorluklardan kurtulmanın garantisi olarak kabul etmekte, Allâh’ın peygamberleri vasıtasıyla ettiği vaatlerden dönmeyeceğine olan kuvvetli inancımızı ise huzur ve güvenimizin kaynağı olarak bilmekteyiz.

Hulâsa, insan, her şeyi derinlemesine düşünmelidir. Konuşacağı zaman düşünerek konuşmalı, her ağızdan çıkan sözün kendisini bağlayacağını bilmelidir. Şakalarımız, esprilerimiz bile hayırlı ve mânâlı olmalı ve tefekküre sevk etmelidir. Tıpkı Mevlânâ Hazretleri’nin başından geçen şu ibretli hâdise gibi;

Bir gün, güzel sesli ve Kur’ân’ı da çok güzel okuyan bir hâfız, bir namaz sonrası mihrâbiye okuyordu. Okunan bu güzel aşr-ı şerif; Mevlânâ Hazretleri’ni çok duygulandırdığı için gözyaşları içinde dinliyordu.

Bu sırada elini ağzına kapatarak esneyen bir adam Mevlânâ Hazretleri’nin yanına geldi. Akan gözyaşlarına bir mânâ veremediği için sordu:

“–Efendi hazretleri niçin ağlıyorsunuz? Ağlayacak bir şey mi var ortada?”

Adam bu arada esnemeye devam ediyordu. Mevlânâ Hazretleri adama anlayacağı dilden cevap verdi:

“–Güzel sesli hâfızdan gelen Kur’ân sesi; bana, cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor da onun için…”

Esneyen adam da başını sallayıp;

“–Bana da cennet kapısının açılış sesi gibi geliyor…” dedi.

Hazret-i Mevlânâ, küçük bir düzeltme yaptı:

“–Aramızda ince bir fark var. Senin duyduğun ses, cennet kapısının açılış sesi değil, kapanış sesi olmalıdır. Çünkü, açılış sesi gözyaşı döktürür, kapanış sesi ise uyku getirir.”

Hâsılı tefekkür, her noktada muhtaç olduğumuz hasletlerdendir. Rûhumuzun inkişafı, îmânımızın güçlenmesi, ibâdetlerimizin huşû ile yapılması, âdâb-ı muâşeretimizin istikamet bulması ve gönül ufkumuzun sadece dünya plânında sıkışıp kalmaması, tefekkür hasletini gerektiği gibi yaşamamıza bağlıdır.

Cenâb-ı Hak, Peygamberimiz Efendimiz’in, sahâbe-i kirâmın ve Hak dostlarının tefekkür ikliminden kalplerimize hisseler ihsan eylesin!

Âmîn…