AVRUPA’NIN UYANIŞI ZENGİNLEŞME VE RÖNESANS

YAZAR : Ahmet MERAL ahmetmeral61@gmail.com

“İnsan isterse her şeyi yapabilir.” (Leon Batista Alberti)

Coğrafî Keşifler sonrasında Avrupa; bir yandan sömürgecilik faaliyetleri ve ticaret yoluyla zenginleşirken bir yandan da güzel sanatlarda, mimarîde, edebiyatta ve bilimde yeni ve büyük açılımlar içine girdi. Orta Çağ düşüncesinden kesin çizgilerle ayrılan Hümanizma hareketlerinin etkisiyle, aklın ve bilimin öne çıkarılmaya başlandığı yeni bir döneme adım atıldı. Artık Avrupalı sanatçılar, seçtikleri konularda sadece dînî motifleri değil, insana dair her konuyu işlemeye başladılar. Yeni dönemde başta insan olmak üzere tabiat ve ondaki tüm güzellikler, sanatçıları daha çok motive etmekteydi.

İtalyan sanatçı, mimar ve yazar Giorgio Vasari (1511-1574) bu dönemdeki sanat anlayışını şu cümlelerle ifade ediyor:

“Sanatın kaynağı tabiatın kendisidir, bu güzel yaratım ile dünya bize ilk modeli vermiştir. İlk öğretmen de bizi diğer hayvanlardan üstün yaratan ilâhî zekâdır, yani Tanrı’dır. Bizim zamanımızda görüldü ki neredeyse vahşî tabiata bırakılan sıradan çocuklar bile kendiliğinden resim yapmaya başlamıştır. Kendi tabiî dehâları sayesinde sadece tabiatın o güzel resim ve heykellerini taklit etmişlerdir. Bu sebeple, ilâhî tabiatından daha az uzaklaştırılan ilk insan; mükemmelliğe daha yakın olması, daha parlak bir zekâya sahip olması ve tabiat gibi bir kılavuz ve dünya kadar güzel bir model sayesinde bu asil sanatlara yönelmiştir.”1

Gerçekten de insanı merkeze alan hümanist sanatçılar, 14. ve 15. asırlardan itibaren antik Yunan ve Roma medeniyetine ait eserleri gün yüzüne çıkararak mimarî, resim ve heykel alanlarında bu çizgiyi yeniden yorumlayarak eserlerini verdiler.

Hümanistler, insanın bu dünyadaki hayatı ile ilgilenmişti. Onlara göre insan; bütün gücü, bedenin bütün güzelliği, sevinci ve kederi, bütün duyguları, yanılgıları ve tutkularıyla ele alınıp incelenmeliydi. Bu durum insanın kendini yeniden keşfetmesi anlamına geliyordu. Şeyh Gālib’in;

Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen…

mısralarındaki ifadenin hiç değilse bir bölümü anlaşılmış ancak, insanın erdemine vurgu yaptığı diğer bölüm ise yeni sanatçıların çok da ilgi alanına girememişti.

Rönesans; başta Floransa olmak üzere İtalya’nın şehir devletlerinde başlayıp 15. ve 16. yüzyıllarda diğer Batı Avrupa ülkelerine yayılan, kültür ve sanattaki yenilenme hareketleri olarak ortaya çıktı. Rönesans; İtalya’da resim, heykel ve mimarî; Fransa’da sanat; Almanya’da dînî tablo ve yayın; İngiltere’de edebiyat; İspanya’da resim ve edebiyat alanında daha belirgin olarak gelişti. Rönesans; Orta Çağ’ın sanat anlayışına, dünya görüşüne ve yöntemlerine karşı bir başkaldırı niteliğindeydi.

15. asır İtalyan resminin ve mimarîsinin büyük ustaları Leonardo da Vinci, Michelangelo ve Raffaello; ölümsüz eserleriyle Rönesans’ın tetikleyicisi oldular. Bu dönemde Antik Roma’nın mirası üzerine oturmuş İtalyan şehir devletleri, Akdeniz’in ve aynı zamanda dünyanın en büyük ticarî merkezini oluşturmaktaydı. Rönesans’ın en önemli referanslarından birini oluşturan Antik Yunan medeniyeti de Roma medeniyetinin çok uzağında değildi. Öte yandan İslâm medeniyeti de doğu toplumlarıyla yapılan ticarî münasebetler sebebiyle bilinmekteydi. Katolik dünyasının dînî liderinin Roma’da oturması da kültürel hareketliliğin İtalya’da neşv ü nemâ bulmasında önemli bir diğer faktördü.

Kültür ve sanat alanında meydana gelen bu büyük inkişaf, coğrafî keşiflerin sağladığı zenginleşmenin tabiî sonucu olarak ortaya çıktı. Rönesans’ın en önemli merkezlerinden biri olacak olan Floransa’yı, üç asır boyunca yönetecek olan Medici ailesi gibi; sanata ve mimarîye finans desteği sağlayan, sanatçıyı koruyup destekleyen zenginler ve sanatçıları teşvik eden Katolik kilisesi de bu büyük sanat eksenli değişimin katalizörü olmuştur. Leonardo da Vinci, Michelangelo, Raffaello gibi büyük sanatçıları saray sanatçıları olarak tanımlamak eksik bir değerlendirme olarak kabul edilmelidir. Bu sanatçılar aynı zamanda kilise sanatçılarıdırlar. Üstelik Katolik kilisesinin tüm kontrolüne rağmen sanatçıların ortaya koyduğu eserler, kilisenin temsil ettiği değerlere daha sonra savaş zemini oluşturacak bir paradoksu da bünyesinde taşımaktaydı. Oysa bu sanatçılara destek o denli abartılıydı ki Leonardo, son nefesini verirken bile; elini I. Francis’in tuttuğu, ressam Titian’a ise, resim yaparken yere düşürdüğü fırçasını yerden Şarlken’in aldığı rivâyet edilir. 2 Sanatçılara gösterilen ilgi ve hoşgörü elbette ki sıra dışıydı.

LEONARDO DA VİNCİ, MİCHELANGELO VE RAFFAELLO

Fizikçi, astronom, matematikçi ve tabiat bilgini Toskanelli’nin yetiştirdiği Leonardo da Vinci; ustası gibi çok yönlü bir sanatçı, Rönesans’ın ise tartışmasız en renkli kişiliklerinden biri oldu. Tüm çalışmalarında bu çeşitlilik görülmekte olan sanatçı ve bilim adamı Leonardo; kan dolaşımı, haritacılık, biyoloji, üreme, solunum, fantastik müzik âletleri, geleceğin şehirleri için kanal ve liman çizimleri, âbide tasarımları, tank ve helikopter gibi savaş makineleri, resim teknikleri ve daha birçok konuda binlerce sayfalık defterler tutmuştur.

Milano için katedral, İstanbul için köprü tasarlamıştı. İnsanın bir gün uçabileceğine inanıyordu. Hayatı boyunca sanatla bilimi birleştirmek için uğraşmıştı. Mona Lisa adıyla meşhur olan La Gioconda isimli resmi sanatının zirvesini oluşturmuş, yüz hatlarının aksine mükemmel el çizimi bir başarı olarak kabul edilmiştir. Birçok ressam, nasılsa bu resimdeki el gibi bir el çizemeyeceklerini düşündükleri için portrelerini elsiz yaptılar. 3

Vasari, 1550 yılında yayınladığı; «Ünlü Ressamların, Heykeltraşların ve Mimarların Hayatları» isimli eserinde şöyle der:

“Cennetin Kralı aşağı baktı ve insanların küstahça düşüncelerinin gerçeğe olan uzaklığının, aydınlığın karanlığa uzaklığından daha fazla olduğunu görünce, dünyaya her sanata hâkim bir dehâ yollamaya karar verdi… Böylece bütün dünya onun dünyevî değil de ilâhî görünen hayatının, eserlerinin ve bütün davranışlarının eşsiz yüceliğine hayran kalacaktı. Bu dehâ Michelangelo Buonarotti’dir.”

Heykeltıraş, mimar, ressam ve şair Michelangelo, Sistina Kilisesi’nin tavan resimlerini dört yılda tamamladı. Ünlü fresk; Âdem’in yaratılışından kıyâmete kadar bütün ilâhî konuları, Sistina’da tasvir etmiştir. Fakat o, daha çok heykelciydi. Mermer üzerinde âdeta saldırırcasına çalışır, işlerini daima yardımcısız götürürdü. Hiç evlenmedi. Sanki kendi rûhunun acılarını taş blokun içinden kurtarmak için heykel yapıyordu. Tüm zamanlarda taş ile onun kadar içten bir ilişki kurabilen başka kimse olmamıştı.

Onun bütün heykellerinde derin bir rûhun tüm acı ve ihtiraslarını görmek kābildir. Kuvveti ve ümidi fevkalâde bir biçimde yansıtmıştır. Belki Yunanlı Phidias onunla karşılaştırılabilirse de bu, çok eksik olurdu. Çünkü Phidias ve Yunanlıların idealize insan vücudundan başka bir maksatları yoktu. Ruh onların hiç mi hiç ilgilenmedikleri bir kavramdı. Onlar sadece «şimdi ve burada» olanı yüceltmek arzusundaydılar. Michelangelo «Musa» heykelinde, Peygamber Hazret-i Musa’nın vahiy almak için kırk gün Tur Dağı’nda kalıp döndükten sonra, kavminin onun yokluğunda yeniden eski inançlarına dönmelerine ve içinden ses çıkan altın buzağıya tapınmalarına olan öfkesini anlatmıştır. Bu öfke; gizlenmiş bir enerji olarak kol kaslarındaki damarlardan, ayak parmaklarının ucuna kadar, mermeri inkâr eden bir «aura» oluşturmaktadır. 4

Michelangelo, Bremente’nin başlatmış olduğu San Pietro kilisesinin kubbesini tamamlaması istendiğinde, yaşlı usta; Hıristiyanlığın en büyük kilisesine görülecek bu işi, Tanrı’nın üstün şânına bir hizmet saymış ve dünyevî bir kazançla kirlenmemesi gerektiğine inanmıştır.

Raffaello, Meryem tablolarının ressamıdır. Hazret-i Meryem resimlerinin görünürdeki basitliği; derin bir tefekkürün, dikkatli bir hesaplamanın ürünü olarak yorumlanmıştır. 5

İspanya’da Cervantes’in Don Kişot isimli romanının şöhreti ve edebiyatta köklü etkisi bütün Avrupa’ya yayıldı. İslâm edebiyatından izler taşıyan bu eserin sahibi Miguel de Cervantes, İtalya’da eğitim görmüş, İnebahtı Savaşı’nda Osmanlılarla savaşmış, yaralanmış ve esir düşmüştü. Ailesinin ödediği çok yüklü bir fidyeyle kurtulmuştu.

Bir diğer İspanyol yazar Lope de Vega’nın 1800 oyunundan 500’ü günümüze kadar gelmiş, saray ve halk için sahneye konulan bu oyunlar, İspanyol kültür hayatını derinden etkilemişti.

Rönesans’ın Almanya’da yayılmasında Martin Luther’in, Erasmus’un ve Albert Dürer’in etkisi büyüktü. Bu önder kişiler, daha çok dînî alanda Katolikliğe yapılan eleştirilerle oluşmuş yayınlarla öne çıkmıştı.

İngiltere’de ise William Shakespeare, gelmiş geçmiş en büyük oyun yazarı olarak 1564-1616 olarak öne çıkmış ve günümüze kadar uzanan etkisiyle tüm Avrupa edebiyatını etkisi altına almıştı. Romeo ve Juliet, Hamlet, Bir Yaz Gecesi Rüyası, Macbeth, Othello gibi dünya klâsikleri bugün dahî sadece Avrupa’nın değil tüm dünyanın sanat mutfağında tercih edilen eserler olarak kabul edilmektedir.

Luther; Orta Çağ Katolikliğinin birikintilerinden, Avrupa’nın yarısını altüst etmeye yetecek enerjiyi elde edebildi; aynı verimli arazide Raffaello, en nefis çiçekleri ve en lezzetli meyveleri elde etti. Başka bir mecaz kullanırsak aynı fırtınada Luther gök gürültüsüyse, Raffaello gökkuşağıydı. 6

AVRUPA RÖNESANSI’NA İSLÂM MEDENİYETİNİN TESİRİ

İslâm bilginleri yedi ve sekizinci yüzyıllarda Antik Yunan dönemiyle alâkalı birikimleri alıp tercüme ederek Bağdat, Semerkant ve Gırnata gibi büyük İslâm başkentlerinde yeniden yorumlamış, bilim dünyasına yeniden kazandırmışlardı. Bilgeliğin her çeşidine cesur bir tavırla yaklaşan İslâm âlimleri, tevhîdî kırmızı çizgileri koruyarak bilimlerin tasnifi ve dünyanın istifadesine sunulmasında son derece hayatî vazifeler görmüştü.

İslâm medeniyeti; yayıldığı bölgedeki güzellikleri alıp, kendi tevhid potasında eriterek sunma geleneğine sahipti.

Bizans mimarîsinden etkilenerek kubbeyi almış, geliştirerek çok daha ileri noktalara taşımıştı. Ancak İslâm âlim ve sanatkârları; resim ve heykele sıcak bakmamış, putperestliğin kökünü yeryüzünden silme iddiası konusundaki dikkat ve hassasiyeti koruma gerekçesiyle, bu alanda sessiz kalmışlardı. Oysa bu çağlara ait bilgi birikimini Aristo, Eflâtun gibi mütefekkirlerin çalışmalarını küllerin altından çıkarıp ilerleterek bilgi dünyasının hizmetine servis etmişlerdi. Bu bilgi transferi; Haçlı Seferleri yoluyla on birinci asırda başlamış, müslümanların kısa süreli Sicilya hâkimiyeti sırasında coğrafî yakınlık sûretiyle devam etmişti. Ama asıl büyük etkileşim; Hıristiyan Avrupa’nın gerçek karanlıklar içerisinde yüzdüğü dönemde, 711’den 1492 yılına kadar süren İspanya’daki İslam hâkimiyeti sırasında gerçekleşmişti. Bilhassa 1030 yılından itibaren siyasî birliğin parçalanması sebebiyle, kültür ve sanata daha çok ağırlık verilmekte, her şehirde yüzlerce medrese, güçlü birer düşünce atölyesi olarak ciddî hizmet vermekteydi. Bu medreselerden hıristiyan talebeler de geniş bir biçimde istifade etmekteydi. Bunun örneklerinden biri 967- 970 yılları arasında Kurtuba’da eğitim alan ve daha sonra II. Silvester adıyla Papa seçilen Gerbert’tir. Gerbert, memleketine döndüğünde; öğrenmiş olduğu astronomi, matematik ve cebir bilgilerini duyan hıristiyanlar çok şaşırmışlar ve bu bilimleri sihir saymışlardı. 7

İşbîliyye, Kurtuba ve Tuleytula müslümanların İspanya’da kurdukları büyük şehirlerdi ve ilim merkezleriydi. Arapçadan Lâtinceye tercümeler yoluyla hıristiyan merkezlerine bilgi akışı sağlanmaktaydı. Bu şehirlerin hıristiyanların eline geçmesiyle bu akış hız kazanmıştı. Felsefe, astronomi, matematik, tıp, kimya, tarih, coğrafya ve edebiyat gibi bilim dallarında çok sayıda Arapça eser Lâtinceye çevrildi. Orta Çağ Avrupa’sı bu tercüme faaliyetleri sayesinde eski Yunan felsefesini, özellikle Aristo’yu öğrenme imkanı buldu. Din ile aklı uzlaştırmaya yönelik müslüman filozofların fikirleri, onların zihinlerinde inkılâp meydana getirdi. İbn-i Rüşd, Musa bin Meymun, İbn-i Bâce ve İbnü’l-Arabî gibi mütefekkirler, eserleri ve fikirleriyle batı dünyasının fikrî hayatına ve bilimine şekil verdi. Albert Magnus, Duns Scottus, Spinoza, Emanuel Kant, Kastilya Kralı X. Alfonso, Dante ve Bacon; Endülüs İslâm bilginlerinden etkilenerek eserler veren Avrupalı bilginlerin bir kısmını teşkil etmektedir. 8

Seyyid Hüseyin Nasr, Rönesans’ı Greko-Romen putperestliğinin rûhen ölü unsurlarının yeniden diriltilmesi olarak tarif eder. Ayrıca Rönesans hareketlerinin Hıristiyan medeniyetine sersemletici bir darbe indirdiğini, onun belli bir olgunlaşma sürecine erişmesini engellediğini ifade eder. Gerçekten de Katolik kilisesinin kontrolü kaçıracağı kadar edep ve hayâdan mahrum bir biçimde gelişen batı sanatı; dînî metinlerin tasviri dâhil her alanda porno seviyesinde çıplak sanat (!) eserlerinin mukaddes mekânlara yerleştiği bir süreci yaşadı.

Katolik kilisesi bu duruma kayıtsız kalmadı. Nitekim, Trento Konsili çıplak resimlere karşı sert önlemler aldı. Michelangelo’nun «Kıyâmet» tablosundaki çıplak figürlere ve benzeri resimlere pantolon çizerek çıplaklığı örtmesi için Daniel da Volterra’yı görevlendirmişti. Ancak bu durum hiçbir zaman yeterli olmadı. Evet, sanat güzeldi, sanat eserleri bir “uygarlık” parametresiydi; ancak ya edep ve hayâ? Bunlar insan olmanın, medenî olmanın temel şartlarından değil miydi? Kısacası, gelişmişliğine ve tüm güzelliklerine rağmen batı medeniyetinin kodlarında; «Edep yâ Hû!» yoktu.

Rönesans sadece sanatta değil bilimde de Avrupa’nın yeniden doğmasına yol açtı. Skolâstik hıristiyan hurâfelerini bir kenara iten batılı bilginler, düşüncenin önünü açtılar. Akıl ve deneyi öne çıkararak tüm Avrupa’nın dünyevî bir medeniyet ekseninde ilerlemesini sağladılar. Rönesans, Katolik dünyasının parçalanması ve harmanlanması anlamına gelen dînî çatışmaların da fitilini ateşledi.

________________________

1 Alev ALATLI, Batı’ya Yön Veren Metinler, Kapadokya Meslek Yüksek Okulu Yay. c. II, s. 434.
2 Larry SHINER, Sanatın İcadı, Ayrıntı Yay. 2004, s. 84.
3 Bünyamin KARA, Radika ve Mona Lisa, Üniversite Kitabevi, 2007, s. 60.
4 a.g.e.
5 E. H. GOMBRICH, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi, s. 316.
6 P. SMITH, Rönesans ve Reform Çağı, T. İş Bankası Kültür Yay. s. 211.
7 Lütfi Şeyban, Reconquista,, İz yay. s. 406.
8 a.g.e. s. 409-410.