Bilim, İhtiyaç, Madde ve Mânâ Harmanında; HAMLE SIRASI BİZDE…

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

İslam medeniyetinin Moğol İstîlâsı’ndan sonra maruz kaldığı büyük yıkım ve ondan sonraki dönemde pozitif bilimler sahasındaki üstünlüğün batıya geçişi, müslüman mütefekkirleri uzun zamandan beri meşgul eden bir meseledir. Neden İslâm medeniyeti bugün batının geliştirdiği maddî üstünlüğü elde edememiş, kendi attığı temellerin üstüne ilmî bir medeniyet inşa edememiştir?

İşin doğrusu bugünkü pozitif bilim dallarının temeline baktığımızda İslâm bilginlerinin büyük bir emeği olduğunu görürüz. Batı dünyasının ısrarla bilim ve felsefeyi Yunan icadı olarak görmesine mukabil, müslüman bilginlerin geliştirdiği paradigmaların oldukça köklü değişiklikler getirdiği de kabul edilmektedir. Hattâ bilimi, eski Yunan düşüncesinin saplantılarından kurtaran ve bugün bilim dünyası için vazgeçilmez bilgi edinme vasıtalarını geliştirenler İslâm bilginleriydi.

Meselâ Eski Yunan ve Roma medeniyetinin sömürgeci-köleci anlayışı sebebiyle; el emeği, toplumun en aşağı kesiminin işiydi. Bu yüzden teknik bilgi, beceri ve tecrübe son derece hor görülüyordu. Bilgiye ulaşma vasıtası olarak, gözlem ve deney yerine akıl yürütme yolu benimsendiği için; bazen çıkıp atların ağzına bakmak yerine, bir salon dolusu bilginin birbirleriyle atların ağzında kaç dişi var diye akıl ve mantık münakaşalarına girdikleri anlatılmıştır. Bugün bilim dünyası için vazgeçilmez bilgi edinme vasıtası olan gözlem ve deney yöntemi de bu sebeple yeterince gelişmemişti.

Buna mukabil Câbir bin Hayyan gibi İslâm bilginleri;

“Biz denedik ve gördük ki hiçbir maden ısıtılıp soğutulmakla veya başka bir madenle karıştırmakla başka bir madene dönüşmüyor. Öyleyse simya iddiaları; bâtıl ve boştur. Hiçbir maden bir başkasına dönüşmez.” diyor ve madenleri çekiçle dövülebilenler (metaller), dövülemeyenler gibi temel sınıflara ayırarak; periyodik cetvele giden yolun temel taşlarını döşüyorlardı.

Böylece İslâm bilginleri, pozitif bilimlerden; boş söylentileri, hurâfeleri, büyü-sihir faaliyetlerini birer birer ayıklarken; aynı zamanda üstatların bıraktıkları bilgileri ezberlemek ve aktarmaktan ibaret olan «skolâstik» düşünceyi de eleştirme yolunu öğretiyorlardı. Meselâ İbn-i Heysem, eski Yunan düşünürlerinin görme hâdisesini açıklamak için ortaya attığı;

“Gözlerimizden çıkan bir ışık huzmesi nesneye çarpıp geri döner. Bu sayede görürüz.” iddiasına itiraz ederek;

“Öyle olsaydı gece karanlığında da görürdük. Işık kaynaklarından çıkan ışıkların, nesneye çarpıp gözümüze gelmesi sayesinde görürüz.” diyordu.

Bunlar tek tek ele alındığında küçük icatlar gibi görünse de, anlayış bakımından temel paradigma değişiklikleri ihtivâ ettiği için aslında birer devrimdi. Peki, neden bu birikimin üstüne ilâveler yapılamadı?

Hiç şüphesiz her insan; bir toplum içinde, bir kültür atmosferi içinde eğitilip şekillendirilir. Böylece her millet, kendi değerlerine göre şahsiyetler yetiştirir. Şahsiyetler yetiştirmek; kültür denilen medeniyet birikiminin en önemli ve nihâî faaliyetidir.

Mâneviyatçı medeniyet anlayışının; kendi gayeleri doğrultusunda ve mânevî vasıtalarla, daha çok mânevi bir medeniyet ortaya koyduğu malûmdur.

Maddiyatçı “uygarlık” anlayışının gayesi ise daima dünyayı mâmur etmekten ibarettir ve bunun vasıtası da dünyayı biçimlendirmeye yarayacak teknikleri öğrenmek ve kullanmaktır.

Mânevî hedefleri olan medeniyetler için dünya; insanın eğitimi ve imtihanı için düzenlenmiş bir okul, bir müsabaka meydanı gibidir. Gökler, yer ve ikisinin arasındakiler insanoğlunun okuyup takip etmesi için «âyetler ve ibretler manzûmesi»dir. Mâneviyat asıl gaye olunca, kâinata; ibret, şükür ve hayret nazarlarıyla bakmak, kudret nakışlarının temâşâsının ağır basması tabiîdir.

Hâlbuki maddiyatçı “uygarlık” için kâinat, insanın arzu ve isteklerini tedarik edeceği bir malzeme deposudur. Batı “uygarlığı” ile birlikte dünyada hâkim hâle gelen anlayışta bilginin ve eğitimin maksadı değişmiştir. Ünlü İngiliz devlet adamı ve felsefeci Bacon’ın; “Bilgi güçtür.” sözü baş tâcı edilmiş, yeni eğitim kurumları, onun;

“Tabiat denen dükkânın vitrinindeki zenginliklerle yetinemeyiz. Artık onun dehlizlerindeki hazineleri ele geçirmeliyiz.” diye özetlediği hedefi doğrultusunda;

“Bilim, maddeye işkence ederek sırlarını ağzından almaktır.” anlayışı ile oluşturulmuştur.

İnsanın benliğini ve arzularını esas alan “uygarlık” anlayışının temel hedefi; bütün yaratılmışları insanın hâkimiyetine boyun eğdirmek, hevesâtına hizmet ettirmek ve böylece dünyayı insan için konforlu, rahat bir hâle getirmektir. Zaten ulaştıkları netice de bu maksatta olduklarını göstermektedir.

İnsanlık tarihi boyunca, ilmin gayesi, «kendini bilmek»; eğitimin gayesi, «olgun insan yetiştirmek»; hattâ tabiatın düzeniyle alâkalı nazariyeler geliştirmenin bile gayesi, «hikmet»e erişmek iken bu anlayış tamamen değişmiştir.

Artık mâneviyat bir ayak bağı olarak görülmüştür. Yer altının ve yer üstünün bütün zenginliklerini diledikleri gibi yağmalamalarına mânî olacak bütün öğretiler bir kenara itilmiştir.

Dikkat edilirse batıda sekülerlik ve -lâiklik- kilise karşıtlığının arkasında, sistemli bir şekilde burjuva sınıfının desteği vardır. Kilisenin mânevî otoritesinin yerine sermayenin maddî otoritesinin hâkim olması için, kilise mensuplarının kabahatleri abartılmış ve kitleler isyana sürüklenmiştir. Sanki burjuva kesimi çok ahlâklı imiş gibi, ruhban kesiminin ahlâkî zaafları ortaya dökülmüş; halkı manipüle edecek kitaplar, tiyatro oyunları ve benzeri vasıtalar, sermaye sahipleri tarafından desteklenmiştir. Bu manzarayı gören kilise mensupları da yeni duruma ayak uydurmakta gecikmemiş, büyük sermayenin yolundan çekilmişler, hattâ onların kıtaları yağmalamasına; «dinlerini yaymak» bahanesiyle katılmayı, menfaatlerine uygun görmüşlerdir.

Elbette kıtaları yağmalayarak elde edilen büyük zenginlikler; bilim alanındaki eğitim ve araştırmalara büyük kaynaklar ayırmayı, yeni silâhlar geliştirmeyi, ordular teçhiz etmeyi ve sanayi tesisleri yapmayı mümkün kılmıştır. Böylece Avrupalı hıristiyan ve yahudi sermaye sahiplerinin zenginlik ve gücü; bir dağın tepesinden bırakılan kartopunun aşağı yuvarlanırken büyümesi gibi, kendi dinamikleriyle kolayca büyümüştür.

Peki bu sırada İslâm ülkeleri ne yapmıştır?

Belki ilk anda akla gelen cevap;

“İslâm ülkeleri; tasavvufi anlayışla dünyaya sırt çevirdikleri için, ilerlemelere ilgisiz kalmıştır.” olacaktır.

Hâlbuki tarihî gerçek hiç de öyle değildir.

Avrupa ülkeleri; birbirlerini takip ederek, Yeni Çağ’da büyük ve güçlü olmanın yolu olan bilime ve eğitime büyük kaynaklar ayırırken; İslam dünyası, Âkif’in tabiriyle; «şarkı saran tefrika derdi»nden muzdariptir.

Elbette bunda İslâm ülkelerinin kaynaklarını sömürmek amacıyla onları birbirinden koparıp küçük lokmalar hâline getirmek isteyen batılı güç merkezlerinin kışkırtmaları da hayli tesirli olmuştur. Batı medyası; kendi ülkelerinde kiliseye karşı yürüttüğü yıpratma taktiklerini İslâm dünyasında da Osmanlı’ya karşı ustaca uygulamıştır.

Osmanlı çatısı altındaki birliği bozmak ve onun sömürge karşıtı himayeci tesirini kırmak için, idarecilerin kabahatleri abartılmış, pireler deve yapılmıştır. İslâm ülkelerinin sınırlı kaynakları iç ve dış savaşlarla hebâ edilmiştir.

Bu dönemin ciddî hatalarından birkaçı; bazı padişahların, ıslah ve yenilik hareketlerine kılık- kıyafet gibi şeklî ve gereksiz detaylardan başlaması ve bu sırada gelenekten gelen usûllerle imalât yapan esnafı mağdur edip, gayr-i müslim kumaş tüccar ve ithalâtçılarını zengin ettiklerini görememeleridir. Bu hatalar, toplumda güçlü bir örgütlenmeye sahip olan esnaf teşkilâtlarının yeniliklere karşı nefret ve tepkiyle yaklaşmasına ve «irticâî ayaklanma» diye tarihe geçen, aslında işleri bozulan esnafın tepkisinden kaynaklanan hâdiselere sebep olmuştur. Hâlbuki, henüz imalâtını yapmadığımız mamullerin memurlar ve yüksek tabaka tarafından özentiyle tüketilmesinden bize ne fayda vardır ki?

Elbette bu hataların kaynağına indiğimizde; bazı Osmanlı idarecilerinin, kuruluş ve yükseliş dönemindeki; «halka merhamet ve hizmet» anlayışından uzaklaşması ve halkın sırtına acımasızca abanan, statükocu ve her meseleyi baskı yöntemiyle çözmeye kalkışma anlayışıdır. Bunun ise İslâm’la ve tasavvufla hiçbir alâkasının olmadığı âşikârdır. Hattâ saltanat sistemiyle de doğrudan alâkası yoktur.

Aksine halkı ahmakça maceralara sürükleyip gereksiz savaşlarda kırdıran İttihat ve Terakkîciler sultan değildir. Onların kendilerine isim seçtikleri İttihat ve Terakkî adına ne yaptıklarına bir bakalım:

Suriye’de Arap ileri gelenlerinin öldürülerek ümmetin ittihâdına ağır bir darbe vurulması, boş hayaller uğruna ve uyarılara rağmen memleketin evlâdının Sarıkamış’ta kırılması, bizi ilgilendirmeyen bir savaşta milyonlarca vatan evlâdının ölmesi, insafsız düşman eline esir düşmesi… Sürekli haksız ve insafsız muhalefetle, darbeci iktidar anlayışıyla, sinsice suikastlarla topluma korku ve nefret tohumlarının ekilmesi…

Ne gariptir ki; Millî Mücadele’ye komutanlık eden kadroların yetiştiği mektepleri açanlar, onlara vazife verip yetiştirenler ise dindar ve çağdışı olmakla suçlanan padişahlardır. Memleketi savaştan uzak tutup, memleketin evlâdını karşılıksız bursla yatılı mekteplerde okutan ve onlara batının bilimini kendi memleketlerinde öğrenmeleri fırsatını sunan; Avrupa’nın başkentleriyle aynı çağda Anadolu’yu demiryollarıyla, telgraflarla donatan ve böylece birliği sağlayacak teknik vasıtaları tedarik eden; petrol haritaları hazırlatan; çağdaş hizmet müesseselerini birbiri ardınca açan II. Abdulhamid gibi padişahlar; slogan değil, hizmet peşinde olmuştur. Demek ki basîretli idarecilerin ferdî dindarlıklarının ilerlemeye mânisi yoktur.

Zaten İslâm dîni, özünde pozitif bilime mânî değildir; sadece o dönemde bilim etrafındaki çalışmaların hayatı bu kadar kolaylaştıracağı öngörülememiştir. Dînî eğitime sağlanan kaynakların, bilimle ilgili araştırmalara da sağlanmamasının sebebi; bu yolla da halka hizmet edilebileceğinin, İslâm toplumlarının güçlü ve üstün olabileceğinin ve böylece İslâm’ın yüceltilebileceğinin tahmin edilememesidir.

Elbette bu konuda söylenecek çok söz vardır. Mesela Fatih’in kurduğu rasathanenin, halk arasında çıkan bir söylenti sebebiyle topa tutulup yıkılması gibi… Pasteur’den asırlarca önce mikroplardan bahseden Akşemseddin Hazretleri’ne bazı kişilerin;

“Hastalıklara küçük canlılar sebep oluyor demek şirktir.” diyerek karşı çıkmaları gibi…

Ancak unutulmamalı ki bunların kat kat büyüğü Avrupa’da da yaşanmıştı. Hattâ İbrahim Hakkı Erzurûmî’nin batıda geliştirilen yeni astronomi bilgilerini coşkulu bir heyecanla karşıladığını, Avrupa’da bu bilim etrafındaki tartışmalar sebebiyle bilim adamlarının idam edilmesini ise yadırgadığını görüyoruz. Demek ki Osmanlı toplumu, ilme karşı daha müsamahalıydı.

Ancak ilmî keşiflerin ortaya çıkmasının «ihtiyaç sâikı» gibi başka sebepleri de vardır. Avrupa ülkelerinin açlık çektiği ve bin bir türlü kargaşa ile boğuştuğu asırlarda, Osmanlı toplumu; ticaret yollarından büyük kazanç sağlamaktaydı ve oldukça da düzenliydi. Bunun sonucunda da değişime ihtiyaçsız bir yapıya kavuşurken, ilerlemeye isteksiz, statik bir yapıya da mahkûm olmuşlardı.

İşin ilginç yanı şu ki; bugün İslâm âlemi, Avrupa’nın Yeni Çağ’daki durumuna; bugünkü Avrupa ise Osmanlı’nın son devrine benzer hâle gelmiştir. Geleceğin ne getireceğini bilemesek de -âdetullah da diyebileceğimiz- sosyoloji kanunlarına göre; artık dünyaya, esaslı bir değişim getirme sırasının İslâm medeniyetine geldiğini söyleyebiliriz.

Bir değerler dizisi (paradigma); kendi çizgisinde kalarak kendi eksiklerini tamamlayamaz ve meselelerini çözemez.

Yunan, akıl yürütmeci anlayışına deney ve gözlemi katamamış; müslümanlar aklîleştirdiği ilmi, maddî, faydaya yönelik bir ilerlemeye dönüştürememiş, bu iş Avrupa’ya kalmıştır.

O hâlde Avrupa da maddiyatçı paradigmasıyla maddî ilerlemenin içini dolduracak mânevî muhtevâyı, meselâ imkânlardan hangi gaye için yararlanılacağı, ilmin nihâî gayesinin ne olacağı gibi esasları temin edemez. Ayrıca maddî ilerleme ve israfın yol açtığı kirlenme, tükenme, ifsat olma, mânâ ve düzenini kaybetme gibi bozulmaları da tamir edemez. Öyleyse batıya bir öğretmen, rehber ve terbiyeci lâzımdır. O rehber ise son vahyin temsilcileridir.