İslâm Medeniyetinde İLİMLERİN TEŞEKKÜLÜNÜN BAŞ ÂMİLİ: KUR’ÂN

YAZAR : Yard. Doç. Dr. Harun ÖĞMÜŞ ogmusharun@yahoo.com

İslâm medeniyetinin temelinde Kur’ân yer almaktadır. Bu sebeple müslümanların yaptığı ilmî çalışmalarda temel sâik Kur’ân olmuştur.

Hazret-i Osman’ın istinsah ettirdiği mushafların imlâsı demek olan; «İlmü Resmi’l-Mushaf», Hazret-i Osman devrinde Kur’ân’ın çoğaltılıp belli başlı merkezlere gönderilmesi neticesinde ortaya çıkmıştır. Bu ilim farz-ı kifâyedir. Hattâ bir kısım âlime göre mevzubahis imlânın bugün dahî mushaflarda korunması vâcibdir.

Hazret-i Peygamber’in vefatının üzerinden on yıl geçmeden doğuda Çin’e ve batıda Mağrib’e kadar yapılan fetihler neticesinde, Araplar; yabancı milletlerle karışmış ve fethedilen yerlerde kozmopolit bir hayat sürmeye başlamıştı. Bu sebeple Arapçada lahn (gramere aykırı kullanımlar) yaygınlaşmaya başladı ve bu, zamanla Kur’ân’ın okunuşuna dahî sirâyet eder hâle geldi. Bunun önüne geçmek için ilk defa Ebu’l-Esved ed-Düelî (ö. 69), kelimelerinin sonlarını noktalamak sûretiyle Kur’ân-ı Kerîm’i harekeledi. Vaktiyle Hazret-i Ali’nin (ö. 40) de teşvik ve yönlendirmelerine mazhar olduğu belirtilen Ebu’l-Esved’in gramere dair küçük bir risale yazdığı da nakledilir. Daha sonra onun talebeleri bu istikametteki çalışmaları sürdürdüler ve meselâ bunlardan Nasr bin Âsım (ö. 89) ve Yahyâ bin Ya‘mer (ö. 129), o zamana kadar noktasız kullanılan harflere şu anda kullanılmakta olan noktaları koydular. Hareke ve nokta işaretlerine bugünkü şeklini veren ise büyük lügatçi ve nahiv (gramer) âlimi Halil bin Ahmed (ö. 171) oldu. Böylece Kur’ân-ı Kerim hatasız ve daha kolay okunur hâle geldi.

Ancak hemen ilâve edelim ki, müslümanlar Kur’ân’ın okunuşunu sadece yazıya havale etmiş değillerdi. Kur’ân’ın nüzûlü çağında zaten sözlü kültür hâkim olduğundan, okuma-yazma bilenler az ve yazı malzemesi son derece pahalı ve kıt idi. Kur’ân, ashab tarafından ezberleniyor ve kabîlelere gönderilen muallim ve davetçiler tarafından insanlara öğretiliyordu. Bununla birlikte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; daha Mekke’de iken bir tedbir olmak üzere Kur’ân’ı vahiy kâtiplerine yazdırmaya başlamış, ashâbın Hazret-i Ali, İbn-i Mes‘ûd, Übey bin Kâ‘b ve Ebû Musa el-Eş‘arî gibi okuma-yazma bilen ve imkân bulanları da vahiy kâtiplerinin yazdıklarından kendileri için kopyalar çıkarmışlardı. Ancak Kur’ân’ın öğretiminde hiçbir zaman yazı tek başına yeterli görülmemiş ve mutlaka bir hocadan öğrenmek prensip olarak yerleşmişti. Bu sebeple Hazret-i Osman da istinsah ettiği mushafları gönderirken her beldeye bir muallim de göndermişti. Böylece son halkasını Hazret-i Peygamber’in teşkil ettiği hoca-talebe silsilesine sahip «kıraat», yani Kur’ân’ı okuma ilmi ortaya çıktı, ki bugün de Kur’ân’ın on farklı okunuş şekli Diyanet’in kurduğu eğitim merkezlerinde ve Fatih ÇOLLAK, Mustafa DEMİRKAN gibi gönüllü olarak bu işi deruhte eden hocalarımız tarafından öğretilmeye devam edilmektedir.

Eski semâvî kitapların tahrif edilişinin en önemli sebeplerinden biri, lafızlara farklı mânâlar yüklenmesiydi. Bu sebeple Kur’ân kelimelerinin nâzil olduğu çağdaki mânâlarının tespit edilip korunması, son derece ehemmiyet arz ediyordu. Yukarıda işaret ettiğimiz üzere, fetihlerle birlikte başlayan kozmopolit hayat; canlı bir organizmaya benzeyen dili değiştiriyor, bazı kelimeleri kullanımdan çıkarıyor, yerine yeni kelimelerin kullanılmasına sebep oluyor ve ilimlerin tedvînine bağlı olarak ıstılahların ortaya çıkması, bazı kelimelerin anlamlarının değişmesine yol açıyordu. İşte bunun için yukarıda bazılarının adını zikrettiğimiz lügat ve nahiv âlimleri; kozmopolit hayattan ve dolayısıyla başka milletlerin tesirinden uzak yaşamakta olan çöldeki bedevîlere giderek, onların naklettikleri şiirleri, darb-ı meselleri ve diğer sözleri kaydettiler ve sonra bu yazdıklarını tanzim ederek ilk sözlükleri ve dîvanları oluşturdular. Onların bu çalışmaları içerisinde Kur’ân kelimeleri ve cümlelerini açıkladıkları eserler en mûtenâ yeri işgal ediyordu. Büyük bibliyograf İbnü’n-Nedîm (ö. 377), hicrî II. asırda lügat ve nahivle iştigal eden âlimlerin hemen hemen hepsine Garîbü’l-Kur’ân, Meâni’l-Kur’ân, İ‘râbu’l-Kur’ân, Lügātü’l-Kur’ân ve Kırââtu’l-Kur’ân gibi; Kur’ân kelimelerinin açıklaması, okunuşu ve cümlelerinin tahlili ile ilgili bir kitap nisbet eder. Bu tür kitapların ilkinin de Tercümânu’l-Kur’ân unvanıyla iştihar eden ve Hazret-i Peygamber’in duâsına mazhar olan İbn-i Abbâs’ın (ö. 68) Garîbü’l-Kur’ân’ının oluşu da ayrı bir iftihar vesilesidir.

Kur’ân, Arap şair ve ediplerine bir sûresinin benzerini getirmeleri konusunda meydan okumuştu. Bu sebeple teknik adı «İ‘câzu’l-Kur’ân» olan bu sahada müslümanların çalışmaması düşünülemezdi. Hicrî II. asırdaki nahiv çalışmalarında temelleri atılan bu konu, ileriki zamanlarda daha da geliştirilerek V. asırda Abdülkāhir el-Cürcânî’nin (ö. 471) Delâilü’l-İ‘câz’ı ile zirveye çıktı; meânî, beyan ve bedî‘ gibi belâgat ilimleri bu sayede oluştu.

Buraya kadar anlattığımız dil çalışmaları, Kur’ân’ın doğru okunup anlaşılabilmesi ve onun üstün ifadelerindeki inceliklerin kavranması için çok büyük katkılar sağlıyor olsa da yeterli değildi. Çünkü Kur’ân, nâzil olduğu çağdaki dili kullanmakla birlikte o dilin bazı kelimelerine yeni anlamlar kazandırmıştı. İşte bu sebeple onu açıklayan sünnetin de iyi bilinmesi gerekirdi. Bundan dolayıdır ki, müslümanlar, en baştan beri sünnete çok önem vermişler ve onu Kur’ân’dan sonra dînin ikinci kaynağı saymışlardır. Ayrıca sahih hadisleri tespit etmek için çok titiz kriterler geliştirmişlerdir. Kur’ân’ın nâzil olduğu ortamı anlamamızı sağlayan sebeb-i nüzûl, nesih vb. hakkındaki bilgiler de hep hadislerle elde edilmektedir.

Kur’ân ve Sünnet’in ahkâmını anlama ve onlardan yola çıkarak yeni hükümler elde etme çabası; fıkıh ilmini ve fıkıhta farklı yöneliş ve metotlar ise fıkıh mezheplerini ortaya çıkarmıştır.

Kelâm ilminin ve kelâm mezheplerinin oluşmasında Hazret-i Osman’ın (ö. 36) şehâdeti sonrasındaki hâdiselerin tesiri daha büyükse de, Kur’ân’daki akîde ile ilgili âyetlerin farklı şekillerde yorumlanması da azımsanmayacak başka bir âmildir.

Velhâsıl İslâm tarihinde modern zamanlara gelinceye kadar hiçbir ilmî gelişme Kur’ân’dan kopuk olmamıştır. Çünkü Kur’ân, İslâm’da meşrûiyetin temel kaynağıdır. Dış dünyadaki varlık ve olaylara sıkça dikkat çekmesi sebebiyle tabiat ilimlerinde bile herkes ona atıfta bulunma ihtiyacı hissetmiştir. Câhız’ın (ö. 255) ve başkalarının kitaplarında bunu görürüz. Esasen dîni diğer ilimlerin dışında tutmak veya aksi, zihin dünyasını parçalayan modern bir olgudur. Müslümanlar ilim ve fende ileri oldukları zamanlarda böyle anlayışlardan büyük ölçüde uzaktılar. Her şeyi yerli yerine oturtmak ve ölçüyü kaçırmamak kaydıyla, zihin dünyamızdaki bu farklı bölmelerden kurtulmamız gerekmektedir.