O, BİZDEN ÜSTÜNDÜR
YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com
Muhammed Bâkî Billâh, hicrî 971 (miladî 1564) senesinde Kâbil’de dünyaya geldi. Küçük yaşta, hocası Mevlânâ Sâdık Halvâî’den ders okumaya başladı. Tasavvufa ve tasavvufî eserlere büyük ilgisi olan Bâkî Billâh, pek çok tarîkatten icâzet aldı. Hâcegî Muhammed İmkenegî, onun mânen kemâle ermiş olduğunu görünce kendisine icâzet verdi ve Hindistan’a giderek insanlara Hakk’ı tavsiye etmesini istedi.
Hindistan’a doğru yola çıkan Muhammed Bâkî Billâh, önce bir sene Lahor’da, ardından Delhi’de irşadda bulundu. İmâm-ı Rabbânî Hazretleri ile de Delhi’de tanıştı ve ondaki yüksek istîdâdı fark edip mürîdi olmasını teklif etti. İmâm-ı Rabbânî, bir müddet tekkesinde kaldı ve sohbetinde bulundu. Böylece İmâm-ı Rabbânî, Nakşibendiyye’ye intisab etti. Vefatına yakın İmâm-ı Rabbâni’ye icâzet verdi. Gayet mütevâzı olan bu büyük Allah dostu, 30 Kasım 1603 tarihinde vefat etti. Kabr-i şerîfi, Delhi’deki Kademgâh adlı mevkidedir.
***
Kendisini sadece arkadaşlarından değil, avamdan bile üstün görmezdi. Nitekim evinin bitişiğinde oturan bir genç, içki içer ve her türlü kötülüğü yapardı. Bir gün müridlerinden Hüsâmeddîn Dehlevî, o genci şikâyet etti ve memurlar da o genci yakalayıp hapse attılar. Bâkî Billâh Hazretleri, bunu öğrendiğinde mürîdine kırıldığını söyledi. Müridi;
“–Efendim, o öyle fâsık, öyle hayırsız biridir ki kötülükleri saymakla bitmez. Etrafındakilere de hep zarar veriyor!” deyince Bâkî Billâh derin bir âh çekti ve;
“–Biz hiçbir zaman kendimizi ondan üstün görmüyoruz ki onu ayıplayalım!” buyurdu. Sonra idarecilerden o gencin serbest bırakılmasını rica etti. Genç de tövbe edip sâlihlerden oldu. (Bkz. Osman Nûri TOPBAŞ – Altın Silsile)
KERÂMETEN TABİR
Sultan I. Ahmed Han, 18 Nisan 1590 tarihinde Manisa’da dünyaya geldi. On üç yaşındayken on dördüncü Osmanlı padişahı olarak Eyüp’te kılıç kuşanarak tahta geçti. Genç yaşına rağmen devleti dirâyetle idare eden Sultan, şehzadeler arasındaki kardeş katillerini meşru kılan kanunu kaldırdı ve bunun yerine, yaşça en büyük şehzadenin tahta geçmesi prensibini kanunlaştırdı. Böylece üç oğlu; Genç Osman, IV. Murad ve İbrahim padişah oldular.
Tahta geçtiğinde Osmanlı Devleti, doğuda Safevî ve batıda da Avusturya ile harp hâlindeydi. Bunun yanında, ilk olarak Yavuz Sultan Selim zamanında çıkmış Celâlî isyanları onun zamanında tekrar patlak verdi.
1610 yılında, kendi adını verdiği Sultanahmet Camii inşasını kendisi de bir işçi gibi taş ve toprak taşıyarak başlattı. Altı minareli bu caminin inşası yedi yıl sürdü ve 1617 yılında ibâdete açıldı. Meşhur İstanbul silûetinin önemli bir unsuru olan caminin bu özelliği, son yıllarda tehdit edilmekte.
Cami inşası bittikten beş ay sonra, Sultan I. Ahmed Han, 22 Kasım 1617’de hastalanıp vefat etti. Kabri, Sultanahmet Camii yanındaki türbededir.
***
Sultan Ahmed, bir gün rüyasında Avusturya kralı ile güreşe tutuştuğunu, sırtüstü yere düştüğünü ve sırtının toprağa yapıştığını gördü. Ürpererek uyandı. Zira rüyanın zâhirî görünüşü korkutucu idi.
Saraya tabirciler davet edildi. Lâkin tabircilerin yaptığı tabirler Sultan’ı tatmin etmedi. Devlet erkânı bu rüyayı bir kere de Üsküdar’da bulunan Şeyh Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne tabir ettirmesini tavsiye ettiler. I. Ahmed Han, bir mektup yazarak rüyasını Hüdâyî Hazretleri’ne arz etti.
Haberci, mektubu alıp Üsküdar’a geçti. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin kapısını çaldı. Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, elinde daha önce hazırlamış olduğu bir zarf ile kapıya çıktı. Habercinin getirdiği mektubu alırken, ona bunu verdi ve;
“–Sultanımızın beklediği cevap burada yazılıdır!” dedi.
Bu hâle şaşıran haberci, mektubu Padişah’a götürdü ve olanları anlattı. Sultan’ın gönderdiği mektup, daha açılıp okunmadan kerâmeten cevaplandırılmıştı. Mektupta şunlar yazılı idi;
“–Allah Teâlâ, insan vücudunda sırtı, kâinatta ise toprağı en kuvvetli olarak yarattı. İnsanın sırtı ile toprağın birbirlerine değmesi, bu iki kuvvetin bir araya gelmesi demektir. Böylece, padişahımızın sırtının toprağa gelmesi ile bu iki kuvvet birleşmiş demektir. Dolayısıyla, bu rüyadan İslâm’ın temsilcisi olan padişahımızın, küffâra karşı zafer kazanacağı anlaşılmaktadır…”
Sultan bu tabirden son derece memnun oldu ve rüyanın esas tabirinin bu olduğuna kanaat getirdi. Bu rüya Estergon Kalesi’nin fethini müjdeliyordu.
«TEBERRÜKEN OKUYORUZ!»
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, 1860 yılında Van’ın Başkale kazasında doğdu. Çok sayıda âlim yetiştirmiş bir aileye mensuptu. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî, ilk tahsilini kendisi gibi âlim olan babasından aldı. Sonra Başkale’de ibtidâî ve rüşdiye mekteplerini bitirdi ve zamanın ilim, irfan ve hikmet merkezi olan Irak’ta yüksek âlimlerden, Arap ve Fars dili ve edebiyatı, mantık, münâzara, kelâm, ilâhî ve tabiî hikmet, fen ve matematik, tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf dersleri aldı. 1879’da Arvas’ta Nakşî şeyhi Seyyid Fehim Arvâsî’ye talebe oldu. 1882’de icâzetini aldı. 1914 (hicrî 1332)’de Başkale’den Irak’a, oradan Adana, Eskişehir ve 1919 (hicrî 1337)’de İstanbul’a geldi. Sultan Vahideddîn tarafından 1919’da Süleymaniye Medresesi’ne tasavvuf müderrisi olarak tayin edildi.
Çok mütevâzı ve alçak gönüllüydü. İslâm âlimlerinin adı geçtiği zaman;
“Bizler; o büyüklerin yanında hâzır olsak sorulmayız, gāib olsak aranmayız.” ve;
“Bizler, o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz.” derdi. Hâlbuki kendisi bu ilimlerin mütehassısı idi.
1931’de Menemen hâdisesi sebebiyle Menemen’e götürülüp dîvân-ı harpte yargılandı. Beraat etti ise de, emekliye sevk edildi. Cami derslerini aralıksız fahrî olarak yürüttü. Talebelerinden en meşhuru Necip Fazıl KISAKÜREK’tir. Ankara’da 27 Kasım 1943’te vefat etti. Bağlum’da medfundur.
***
Halid Turhan Bey anlatır:
Bir gün kendilerini ziyarete gitmiştim. Kütüphanelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; “Buyurun, okuyun!” buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra; “Türkçeye çevirin!” buyurdular. Takıldığım çok ibareler oldu. Yardım ettiler, hattâ kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler. İyice anlamıştım. Vefatlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphane müdürlüğü için, Ankara’da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakim Efendi’nin verdiği kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım. Kütüphane müdürü oldum. O gün imtihandan çıkınca, Efendi’nin bu büyük ve açık kerâmetini anlayıp hüngür hüngür ağladım.
«HOROZUN HAKKI VAR! »
Asıl adı Ahmed Âgâh olan Yahya Kemal BEYATLI, 1884 yılında Üsküp’te dünyaya geldi. İlk tahsiline Üsküp’te başladı. Eğitimini ikmal için 1902 yılında İstanbul’a geldi. İstanbul’da «Âgâh Kemal» ve «Esrar» mahlâsıyla dergilerde şiirler yazdı. 1903 yılında Paris’e göç etti ve İstanbul’a tekrar 1912’de döndü. İstanbul’a döndüğünde Darüşşafaka Lisesinde tarih ve edebiyat öğretmenliği yaptı. 1916’da Darülfünun’a Medeniyet Tarihi müderrisi olarak girdi. Garp Edebiyatı Tarihi, Türk Edebiyatı Tarihi derslerini de okuttu. 1910’dan beri yazmakta olduğu şiirlerini ilk defa 1918 yılında «Yeni Mecmua» adlı dergide yayımladı. Kendisi hayattayken hiç kitap yayınlamadı. 1922’de Ankara’ya giden Yahya Kemal, Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde başyazarlık yaptı. 1923’te Urfa milletvekilliğine seçildi ve üç yıl bu görevini devam ettirdi. Aynı yıl Varşova’ya, 1930’da Lizbon’a büyükelçi olarak atandı. Yozgat, Tokat ve İstanbul milletvekilliği de yapan şair 1947’de bağımsızlığını henüz ilân eden Pakistan’a büyükelçi olarak gitti. Emekliliğine kadar burada görev yaptı. 2 Kasım 1958’de vefat eden şairin mezarı Rumelihisarı Mezarlığı’ndadır.
Hüseyin Sîret bir manzûmesini Yahya Kemal’e okumuş ve;
“–Rehgüzârımda bir garip horoz,
Eyliyordu benimle istihzâ…” diye bitirmiş ve şairin nasıl bulduğunu sormuş;
Şairin cevabı ise;
“–Horozun hakkı var!” olmuş.
***
Dilimizi devrik cümlelerle bozmak isteyenlere, Yahya Kemal;
“Ben de teceddüt taraftarıyım. Ama reform tam olmalı! «Geldim eve.» yetmez; «dim gel ve e!» denmeli.” dermiş. (Bkz. Prof. Dr. Âlim GÜR, Hâtıralar ve Nükteler Arasında Yahya Kemal)