Her Şeyde Şifâ Şartı; DOZAJ ÖNEMLİ

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Bir yemekte oturuyoruz. Söz, mide rahatsızlıklarından açıldı. Kuruyemiş imalâtı ve ihracatı yapan bir dostumuz (Abdülkadir ÇIKMAZ), kendi sahasından bir çözüm teklif etti:

“–Yemekten sonra yedi tane kavrulmamış çiğ badem içi yersen, midende hiç hazımsızlık görmezsin.”

Tevâfuk bu ya… Aynı sofrada mide sahasında ihtisas yapmış bir doktor, Profesör Mehmet KORUK da var. Ben de doktora dönüp sordum:

“–Siz ne diyorsunuz bu tavsiyeye?”

O da;

“–Ben de yapıyorum.” dedi. Onu tasdik etti.

Bu misalin de anlattığı gibi, modern ilim ve teknikler ne kadar ilerlese de kadîm bilgiler, tabiat eczanesinin sakladığı sırlar da insan için çok faydalı.

Fakat alternatif tıp dediğimiz bu bitkiyle tedavi işinde oturmamış şeyler de yok değil.

Zaman zaman bahsettiğimiz Âdil Hocamızın maalesef böbrek hastalığına sebep olan, hayli ciddî bir mesele bu…

Âdil Hoca, şeker hastasıydı.

Herkes; şeker hastasına şu iyi gelir, şekeri şu düşürür, şunu içsen bir şeyin kalmaz, şunu kaynat, şunu çiğne… diye birçok tabiî ilâçlar tavsiye etmişler. Onlar iyi niyetle tavsiye etmiş. O da, çaresiz, şifâ bulmak ümidiyle uygulamış.

Hastalık iyice artınca İstanbul’a götürmüşler. Doktorlar demiş ki:

“–Sen bu böbreğe ne yaptın? Senin böbreğin bitmiş, kurtulur hâli kalmamış, diyalize bağlanacaksın.”

Sebep ne?

Vücudu ters şekilde yormak…

Bilinçsiz tedavi…

Bitki deyip geçmemek gerekiyor. Her bitki, içindeki maddelerle aynı zamanda bir ilâç… Bir kimyevî malzeme…

Keskin, acı bitkilerin birçoğu şekeri düşürüyor. İnsanlar da bunu tecrübe edince, tavsiye ediyorlar. Şekeri düşürdüğü doğru… Herkesin niyeti iyi, fakat aynı keskin, acı ilâçlar bir yandan da böbreği tahrip ediyor.

Buradan hassas bir ders, hassas bir ölçü çıkıyor:

Her şeyde dozajı bilmek lâzım.

Her ilâçta, her bitkide, her maddede bir dozaj miktarı var ki, oraya kadar şifâ…

Fakat o dozajı aşınca; şifâ, zehir oluyor. Bir tarafı düzeltmesi beklenirken, diğer tarafı yıkıyor.

Aslında hayatımızın her safhasında, her şeyde dozaj önemli…

Gereğinden az yersen, yetersiz beslenirsin, ihtiyacın olan vitaminleri, mineralleri alamazsın. Gereğinden çok yersen, sıhhatte birçok sıkıntılara yol açtığı malûm…

Gereğinden az uyursan, vücut istirahat edemez, beyin dinlenemez. Çok uyursan, hantallaşırsın, başın ağrır.

Her şeyde dozaj…

Konuşma ve sükûtta da dozajı bilmek lâzım…

Yeri var, zamanı var, bir de miktarı var… Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bazı sözlerini üç kere tekrarlıyor. Demek ki, o mesajın önemi, dozajı artırıyor.

İşçi-işveren, çırak-usta, öğretmen-öğrenci münasebetlerinde de ciddiyet ve sevgi gösterisinde dozajı bilmek lâzım… Nereye kadar ciddiyet, nereye kadar sevgi ve neşe?

Nereye kadar samimiyet, nereye kadar mesafe?

Nereye kadar sabır, tahammül, nereye kadar müdahale?

Her şeyde ama her şeyde, dozajı bilmeli…

Adamı düzelteyim diye kızıyorsun; fakat kırmış oluyorsun, büsbütün soğutuyorsun…

Niye?

Çünkü dozajı bilemedin.

Dozaj meselesini göz ardı ederseniz, büsbütün kaldırırsanız, şifâdan da mahrum kalırsınız. Hastalık her yere yayılır. Kaldırma; dozajını bul, öğren…

Meselâ, sevgi mi, korku mu?

Şımartmayacak kadar sevgi, küstürmeyecek kadar korku…

İşin sanatı da burada…

Kim öğretecek o dozajı?

İşin uzmanları… Âlimleri…

Onlar anlatıyor, biz duyuyor, işitiyoruz. fakat uymak ve uygulamak işi yine bizde…

Antep’te yirmi-otuz kişilik bir hasbihâl grubumuz var. Birimizin evinde veya bağında on beş günde bir toplanırız. Ev sahibinin ikram ettiği güzel yemekler yenir. Arkasından namazlar kılınır. Ardından o gün orada bulunan kıymetli bir müftü, hoca veya âlim bir zât sohbet eder. Hasbihâlin akabinde de kadayıf ikram edilir.

Yine bu sohbetlerden birindeydik. Bir arkadaş dedi ki:

“–Her zaman, dînî sohbet yapıyoruz. Bugün de sıhhî bir sohbet yapalım… Aramızda dahiliyye uzmanı Dr. Mehmet KORUK Hocamız var.”

Hocaya sorduk.

“–Bu hasbihâli siz yapar mısınız hocam?

“–Olur elbette…” dedi.

“–Ne anlatayım?” diye de bizlere sordu. Ben;

“–Antep’te şeker hastalığı yaygın. Aramızda da şeker hastası çok. Bu hastalığın inceliklerini anlatırsanız, daha çok istifade ederiz.” dedim.

“–Hay hay…” dedi başladı anlatmaya:

“–Şeker, gamdan kaynaklanır, kederden olur. İrsiyet gibi daha birçok unsur varsa da, bu hastalığı başlatan en mühim sebep şudur:

«Çok yiyip, az hareket etmek… Aldığı kaloriyi yakmamak…» Dolayısıyla yemeyi azaltmak, hareketi çoğaltmak lâzım. Bilhassa tatlı yemeyi azaltmalı. Şeker hastası, doktorunun belirlediği perhize uymalı. Eğer çok yemeye devam ederse, perhize uymazsa; bu hastalık gözüne vurur. Kalbine, böbreğine, ayağına vurur. Birçok tedavisi müşkül rahatsızlığa sebebiyet verir.”

Kırk beş dakika çok güzel bir sohbet yaptı. Hepimiz can kulağıyla dinledik.

Sohbet bitti, Fâtihalar okundu. Âdet üzere, kadayıflar dağıtılmaya başlandı. O gün ev sahibi de çokça hazırlatmış, bir porsiyon yerine her tabakta bir buçuk porsiyon var. Güzelce de pişirilmiş. Miktarı da fazla… Bir porsiyonunu bile bitirmek zor. O cemaatin içinde de on-on iki kişi şeker hastası… Ben içimden; “Herhâlde bu tabakların çoğu geri döner…” dedim. Fakat baktım ki, tabakların hepsi silinip süpürülmüş olarak geri dönüyor. Hiç dolu gelen yok… Verin dedim şu mikrofonu:

“Arkadaşlar…” dedim; “Daha on dakika evvel, şeker hastalığına en zararlı şeyin yemek, hele de tatlı yemek olduğunu dinledik. Bu söylenenleri işitmedik mi? Dinlemişiz fakat aldırış etmemişiz. Madem şeker hastasıyız, az bir miktar tadına bakıp iade etsek, perhizi bozmasak ne olur? Kıyâmet mi kopar?!. Bize faydası olur. İster doktor anlatsın, ister hoca; bir kulaktan girip, bir kulaktan çıkan nasihat ve tavsiyenin insana hiçbir faydası yok. Kulağımızdan giren bilgi, içimize sinmeli, kalbimize yerleşmeli, tatbikata dönüşmeli…” dedim.

Hocalar, vaizler, hatipler, seminer veren, sohbet veren âlimler, uzmanlar niye anlatırlar? Tatbik edilsin diye… Söylenenleri dinlemek, dinlediklerimizi de uygulamak. Ashâb-ı kiram öyle yapardı. Bir âyet-i kerîme nâzil olduğu zaman her ne olursa olsun onu o günden itibaren tatbik ederlerdi.

Peygamber Efendimiz de çok yemenin hastalığa sebebiyet vereceğini beyan buyurmuş. Midenin üçte birinden fazlasını doldurmamayı, sofraya acıkmadan oturmayıp, doymadan kalkmayı tavsiye etmiş. Efendimiz’in sünnetine uygun yaşasak, birçok hastalıktan muhafaza oluruz.

Tavsiyeleri dinlemeli ki, sıhhat hiç bozulmasın. Bir kere bozulduktan sonra insan, şifâ bulmak için neleri fedâ etmiyor, fakat o sıhhat ve afiyet kolay kolay ele geçmiyor.

Yukarıda verdiğimiz misalden; şifâlı bitkiler ile tedaviye inanmadığımız, güvenmediğimiz anlaşılmasın. Demek istediğimiz, tahlil edilmesi, tetkik edilmesi lâzım.

Tıpta ve eczacılıkta gösterilen ihtimâmın, bu alanda da gösterilmesi lâzım:

Modern mânâdaki ilâçlar; kobaylar, deney hayvanları üzerinde deneniyor. Yüzlerce hayvan üzerinde ne etki gösterecek diye bakılıyor ve bir netice elde ediliyor.

Yan etkileri tespit ediliyor.

Hangi hasta kullanabilir, başka hangi ilâçlarla bir araya geldiğinde neticenin ne olduğu araştırılıyor.

Hepsi rapor ediliyor, araştırmalara konu oluyor. Ruhsat alınıyor, neticeler prospektüslere yazılıyor. Dozaj belirleniyor. Tedavinin süresi belirtiliyor. Meselâ; «Beş günden fazla kullanma!» diyor. «Beklenmeyen etki görülürse, doktora başvur!» deniyor.

Fakat otacılarımızın, tabiî ilâç üreticilerimizin, genel adıyla alternatif tıpçıların böyle bir araştırma-geliştirme çalışması yeterince yok. Bugüne kadar ihmal edilmiş. Ama bu ilâçlardan da şifâ bulanlar mevcut. Avrupa’da bu sahada da araştırmalar varmış, fakat modern tıp kadar gelişmedi henüz…

Ülkemizde, modern tıbbın da, alternatif tıp gibi bazı problemleri var:

Biri Avrupa’da, Amerika’da ne varsa alıp getiriyor; «Bizim insanımıza, bizim gen yapımıza uygun mu?» diye araştırmıyor… İlâç sanayi de neticede rant sahası olduğu için, yanlışlıklar da olabiliyor. Bu alanda da, bizim insanımız, bizim iklimimiz, bizim beslenme alışkanlıklarımız üzerindeki etkilerini araştırmak lâzım. Üniversitelerde araştırmalar var. Fakat bir tarihte diplomasını almış, duvara asmış olan doktor; kendisini, bilgisini yenilemiyorsa, sahasındaki yayınları, seminerleri takip etmiyorsa, ona o araştırmalardan fayda yok.

Alternatif tıpçılar da, kadîm kitaplardan, tahlil edilmemiş bilgilerden enini boyunu düşünmeden aktarıyor. Yahut; birkaç kişi üzerinde gördüğü bir neticeyle, hayatla, sıhhatle kumar oynarcasına insanlara tavsiyelerde bulunabiliyor.

Ölçüsü, dozajı, mahiyeti, yan tesiri ve sâiresi araştırılmamış, incelenmemiş oluyor.

Kanı sulandırmak için belli bir yaşın üzerindeki birçok kişi her gün aspirin içer. Bilirsiniz.

Diyorlar ki;

“Aspirine gerek yok! Bir parça limon suyu, kekik suyu, nane suyu, elma sirkesi, çok az tuz. Her gün bir fincan iç… Kanı inceltir, damarları genişletir.”

Bunlardan da şifâ bulan yok değil.

Peki ardından sorsak:

“Bu naneyi ne kadar kaynatacağız?”

“Ne kadar nane koyacağız?”

“Bu tedavi şeker hastasına da uygun mu? Kalp hastasına uygun mu? Çocuğa uygun mu? Hamileye uygun mu? Emzirene uygun mu?”

Bütün bu sorulara cevap verecek gayretlerin ortaya konması lâzım ki, otacılık, gerçekten alternatif bir tıp olsun; tabiat eczanesi, alternatif, tabiî bir eczane olarak, insanları sentetik ilâçlardan kurtarabilsin.

Bir de işin mânevî tarafı var ki, hiç unutmamak gerekiyor.

Mâneviyat deyince morali, iyileşmeye inancı, ümidi de anlamak lâzım.

Bizim Mahmud adında bir ustamız vardı. Derdi ki:

“Hastalıkların yüzde doksanı, gamdan, kederden, korku ve stresten gelir. Yüzde onu da mikroptan, virüsten, soğuktan, cereyandan olur… Eğer moral durumu sağlıklı ise, vücut o yüzde 10’u telâfi eder. Fakat moral durumu yerinde değilse, aşırı sevinç, kaygı, gerilim, korku gibi şeyler dengeyi bozarsa, o zaman bunlar hastalıkların tetikçisi olur.”

Hastalıklardan korunmak için bunlardan uzak durmak lâzım. İlâçlara, doktorlara muhtaç olmamak için, bu tetikçilerden uzak durmalı…

İnsan bir makine değil. Makineyi ustası bilir, insanı da gerçek mânâda ancak Şâfî olan Allah iyileştirebilir.

Doktor, eczacı, otacı…

Hepsi vesile…

Gayret etmeyecekler mi?

Elbette edecekler.

Fakat kesin konuşmayacaklar.

«Doktor iyi etti, ilâç iyi etti.» denmemeli. «Şu ilâç şıp diye keser!» denmemeli;

«Şifâ Allah’tan oldu, doktor-ilâç vesile oldu.» demek lazım.

Tatlı bir hâtıram var bu konuda… Sık da anlatırım:

Grip olduktan sonra beni bir öksürük tutar. Grip geçer, öksürük kalır. İki-üç ay geçmez. Sonra bir vesileyle geçer.

Bir sene, yine böyle bir öksürük var, bir türlü geçmiyor. Birkaç göğüs hastalıkları mütehassısı doktora gittik, ilâçları yaptırdık, içtik, fakat şifâ nasip olmadı.

Diğer taraftan da, öksürdüğümüzü duyan, gören eş-dost; meyan balı, harnup pekmezi, papatya, kekik suyu… gibi birtakım şifâlı bitkiler, tavsiye ettiler veya alıp getirdiler. Bunlar da mutfakta mermerin üstünü kapladı, ama şifâ olmadı.

Öksürük devam ediyor.

Bir sabah oturuyoruz. Bahar mevsimi, her taraf yeşermiş. Kuzular oynaşıyor. Süt, kaymak zamanı…

Hanım;

“–Sana kahvaltıda ne yapayım? Ne istersin?” dedi.

Ben de;

“–Kuymak…” dedim.

Niyetim kaymak idi, ağzımdan kuymak çıktı.

Antep’de kuymak derler, bazı bölgelerde mıhlama da denilen, lohusalar için pişirilen, unlu, yağlı güçlü bir yiyecek. Lohusaların sütleri gelsin, doğumdan sonra vücutları iyi beslenip toparlansın diye, bilhassa onlara yaparlar. Konu komşu, hürmet olsun, izzet-ikram olsun diye yapar, getirir.

Hanım, benim kuymak dediğimi duyunca şaşırdı.

“–Ortada nefîse de yok, kuymak nereden aklına düştü?”

Lohusaya Antep’te «nefîse»
derler. Arapça «Nifaslı, doğum yapmış kadın» demek.

“–Kaymak diyecektim, dilim sürçtü.” dediysem de;

“–Yok.” dedi. “Sen madem kuymak dedin, ben kuymak yapacağım.”

Yaptı da. Üzerine tereyağı döküldü. Tarçın ekildi. Güzel bir şekilde hazırlandı. Mis gibi. Sıcak sıcak yedik, boğazımızı, içimizi ısıttı.

Ne oldu biliyor musunuz?

Bizim aylardır geçmeyen öksürük kesiliverdi.

Nasıl şükrettik;

“Elhamdülillâh, demek ki Allah söyletmiş. Söyleyene değil söyletene bakmak lâzımmış. Demek ki, öksürüğün şifâsı kuymak imiş.” dedik.

Ertesi yıl yine bir soğuk algınlığının ardından, bizim öksürük yine nüksetti.

“Bu sefer, ilâcını biliyoruz! Aylarca öksürük çekmeyeceğiz.” dedik. “Hemen kuymak pişirelim.”

Hanım pişirdi, fakat fayda etmedi. Bir yaptı, iki yaptı, geçen sene öksürüğü şıp diye kesen kuymak, bu sefer iyileştirmedi.

Anladık ki, geçen sene şifânın vakti gelmiş, o da kuymağa rast gelmiş.

Ne kuymak, ne ot, ne ilâç, ne iğne… Ne doktor, ne otacı…

Şifâyı veren Allah…

O murâd ederse kul iyileşiyor, murâd etmezse kul vesile peşinde arayışına devam ediyor.

Bu arayış da, insanlığın medeniyetini artırıyor. Herkes devamlı, daha iyi, daha etkili, daha hesaplı, daha kolay, daha kaliteli arayışı, araştırması ve geliştirmesi içinde olursa, insanlığın bu dünyaya ait dertleri birer birer çözülüyor. Niyet hâlis bir şekilde hizmet olursa, öbür âleme de fayda var… Çünkü insana hizmet, dînin hayırlılık ölçüsü…

Bugünkü tıp; asırların bu tarzda araştırmaları, geliştirmeleri ve birikimleriyle önemli bir noktaya geldi. Bugün tedavi edilebilen nice hastalık sebebiyle, dün insanlar ölüyordu yahut sakat kalıyordu.

Fakat, dedik ya insan bir makine değil… Onun rûhunu, kalbini, inancını da göz önünde bulundurmak şart…

Bu vesileyle bir küçük hâtıramı daha paylaşayım:

Çapa Hastahânesi’ne gittim. Dizimde bir ağrı vardı. Daha evvel anlattığımız,* yine öksürük gibi, tedaviyle geçmeyen fakat ayağımızın yanması üzerine kendiliğinden geçen diz ağrısı… Onun için ortopedi doktoruna muayene olacaktım.

Erkenden gittim, 3’üncü numarayı aldım. Saat dokuza kadar bekledim. İlgililer gelince herkes kapıya hücum etti. Kiminin numarası otuz, kimininki elli… Fakat hurrâ kapıya saldırdılar. Memur da kızdı, başladı bağırmaya:

“–Siz insan değil misiniz? İnsan gibi otursanız, biz sırası geleni çağırsak da öyle gelseniz olmaz mı? Böyle insanlık olmaz!”

Ben zaten kenarda bekliyordum. Bu uyarıyı da duyunca, geçtim oturdum.

Bekledim, bekledim.

Fakat vakit ilerliyor, ne çağıran var, ne şimdiki gibi numara ekranı…

Zaten üç numarayım, benden önce sadece iki kişi olması gerek… Sonunda gittim kapıya:

“–Siz çağırırız dediniz. Ben de bekliyorum. Çağıran filân yok?”

“–Senin numaran kaç?” dedi.

“–Üç!” dedim. Kâğıdı gösterdim.

Yine bir bağırış, bir edâ;

“–Sen neredesin? 19 numara geldi, sen hâlâ meydanda yoksun. Sıran geçti!”

Benim de sigortam attı:

“–Sen demedin mi ki; «Siz insan değil misiniz, insan gibi otursanız, biz çağırsak da öyle gelseniz…» Ben de oturdum, bekledim. Fakat şimdi de bunu söylüyorsun?!.”

1973 senesi… O zaman genciz. Yırttım kâğıdı attım:

“–Ben buraya ayağımı düzeltmeye geldim, kafamı da bozdum, gidiyorum!” dedim.

Şifâ biraz da moraldir, ümittir. Bu sebeple güler yüz, en güzel ilâç…

Güler yüzlü, yumuşak, tatlı dilli doktorların tedavileri; sert, kaba, donuk davranışlı hekimlerin uyguladıklarından mutlaka daha çok verim veriyordur. Şükür ki, Şimdiki doktorların çoğu hastalara güzel davranıyorlar. Eskiden hastaları döven doktor bile vardı.

Dozaj dedik ya, güler yüze, tatlı dile en yüksek ölçüde muhtaç olanlar, hastalardır. Çünkü zaten hastalık sebebiyle moralleri bozulmaya, ümitleri kırılmaya hazır vaziyettedirler.

Bir de bu hâlleriyle şifâ aramak için hastahâne-doktor, zahmetlere katlanmaktadırlar. O hâlde yapılması gereken onları hoş görmek, hoş tutmak olmalı.

Doktorlar, eczacılar, otacılar; maddî hastalıklara şifâ arar, bulmaya çalışır. Hocalar, öğretmenler, ustalar da mânevî hastalıklara çare arayıp, muhataplarının derdine derman olmaya çalışırlar. Aynı yumuşaklık, güler yüzlülük ve asıl çareyi Hak’tan bekleme tevekkül ve samimiyeti, bilhassa onlara da lâzım.

Tecrübelerimizden süzüp sunduğumuz bu hayat notlarımız, sadra şifâ olduysa, ne mutlu…

Rabbim; ümmet-i Muhammed’in dertlilerine devâ, hastalarına şifâ, borçlularına edâ nasîb eylesin. Onmaz dertlere dûçâr eylemesin. Verdiği musibetin ardından, sabır ve şifâsını da lutfeylesin.

Âmîn…
___________________

* Ahmet ZİYLAN, “Yücelerde Bir Bardak Çay…”, Yüzakı, sa: 81, (2011-Kasım), s. 58-62.