NA‘T-I YÂ RASÛLÂLLAH

YAZAR : İlyas KAYAOKAY okaykaya_1991@mynet.com

«Ne gönderdin?» denir Tâlî; «Bu dünyâdan sen ukbâya…»
«Muhabbet»ten ibârettir cevâbım yâ Rasûlâllah!.. (Tâlî)

Lügat mânâsıyla Na‘t, Arapçada; «vasfetmek» demektir. Istılah mânâsıyla ise umumiyetle Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vasıflarını anlatan, O’nu metheden, O’na arz-ı hâl eden şiirlerdir.

Başka insanları metheden şiirlere methiye denildiği hâlde; Fahr-i Âlem Efendimiz’in ise, her hâli, her vasfı, her sıfatı methe lâyık, ilâhî övgüye mazhar olduğundan; O’nu öven şiire sadece, sıfat mânâsına gelen bir kelime seçmek yeterli olmuştur.

Doğmadan asırlar önce, hakkında övgü dolu şiirler yazılan tek insan da Efendimiz olsa gerektir. Çünkü dünya tarihinde na‘t yazarak bu şerefe ilk nâil olan kişi, Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’dan yedi asır evvel ete kemiğe bürünmüş; «Es‘ad Ebû Kerib el-Himyerî»dir. Âlimlerden Peygamberimiz’in zuhur edeceğini işitince bir şiir kaleme alarak O’nu methetmiştir.

İlk nümûnelerini Arap edebiyatında gördüğümüz na‘t, daha sonra Fars edebiyatına intikal etmiş, oradan da Türk edebiyatına geçmiştir. Birçok şair na‘t yazmıştır. Birçok dîvan bir na‘tle başlar. Zaten dîvan tertibininde na‘tler, Cenâb-ı Hakk’a münâcâtlardan hemen sonra gelir. Kelime-i şahâdette, ezanda, kāmette; nasıl Rabbimiz’den hemen sonra O geliyorsa, bir dîvanda da böyledir.

Bir gelenek hâline gelen bu türün en güzel örneklerini Türk edebiyatı vermiştir. Fuzûlî’nin «su» redifli kasîdesi bu sahanın en güzel şiirlerinden biridir.

Şairler, devrin paşalarını, padişahlarını methederek câize, yani hediye isterlerdi.

Meşhur Kasîde-i Bürde’nin yazarı Ka‘b; «Bânet Suâd» diye başlayan kasîdesini sununca Peygamberimiz onu affetmekle kalmayıp «Bürde» adı verilen çizgili bir yemen hırkasını da hediye olarak omzuna atmıştı.

Peki, Efendimiz’in vefatından sonra O’na na‘tler yazan şairler ne ister? Elbette, maddî bir şey değil… Es‘ad Erbilî Hazretleri’nin ifade ettiği gibi dünyada kalbine şifâ ister, kıyâmette şefaat ister…

Yetiş imdâda ey şâh-ı risâlet rûz-i mahşerde,
Ki, derd-i bî-devâ-yı mâsiyet Sen’den şifâ ister.

Bu sebeple dîvan şiirinde en samimî şiirler Peygamberimiz için yazılan şiirlerdir.

Redifin şiiri kanatlandırdığında hemfikiriz. Hele ki redifin içinde «Allah» lâfzı var ise artık şiirin, Ankā Kuşu’nu kanatları altında ezmesi şaşılacak bir durum değildir. Gerek na‘tlarda gerek gazellerde içerisinde Allah lâfzını ihtivâ eden pek çok kelime grubu redif olarak kullanılmıştır.

Redif, dîvan şiirinin altın anahtarı ise; redifi «Yâ Rasûlâllah» olan na‘tler, elbette cennet kapılarını teker teker açacaktır. Hece yapısı sebebiyle hezec bahri (dört mefâîlün) de bu redifin bolca kullanılmasında rol oynamıştır.

Bu redifin kullanım sıklığına Hasan Hilmî’yi misal verebiliriz. Allah aşkıyla yanan bu şair; dîvânının neredeyse tamamını, «Yâ Rasûlâllah» redifli na‘tlerle doldurmuştur.

18. asrın Mevlevî Dedesi Gālib, bu redifte bir na‘t yazar ama kalemin gücünün na‘t yazmaya muktedir olamadığını bilir. Çünkü hiçbir şey O’nun bir benzerini yazamaz:

Kemâl-i zâtının na‘tı anılmaz yâ Rasûlâllah!
Kalır levh ü kalem, mislin yazılmaz yâ Rasûlâllah!

“Sen’in zâtını mükemmel bir şekilde vasfedebilmek ne mümkün! Kâğıt-kalem (Levh-i mahfuz ve Kalem) âciz kalır, Sen’in bir mislini (daha) yazamaz.”

Şair bu hayranlıkla, bu acziyet hissiyle başlar na‘tine… Âciz de olsa, hayranlığını dile getirecek kırık dökük ifadelerle de olsa O’nu anlatmalıdır. Zira kalbin cilâsı, O’nu düşünmek, O’nu hayal etmektir:

Cemâlin pertevi günden ziyâdır yâ Rasûlâllah,
Hayâlin kalb-i uşşâka cilâdır yâ Rasûlâllah… (Sütûrî)

Sütûrî, ilk mısrada da, Efendimiz’in güzelliğini, güneşin cihanı kaplayan ışığına benzetiyor.

Efendimiz’i çeşitli vesilelerle güneşe benzetmek yaygındır. Anabolulu Sabrî de;

Yüzündür âfitâb-ı âlem-ârâ yâ Rasûlâllah,
Ruhundur şûle-yi mihr-i mücellâ yâ Rasûlâllah…

“Yâ Rasûlâllah, Sen’in mübârek yüzün, âlemi süsleyen bir güneştir. Mübârek yanağın da, güneşin parlak bir şûlesidir.” diyerek na‘tine başlar.

19. asır şuarâsından Zekî;

“Sen’in cemâlin hüviyet ikliminin, varlık âleminin güneşidir ya Rasûlâllah… O güneşin ışığı, şerîat güneşidir. (Yani İslâm ahkâm ve ahlâkıdır.)” diyerek Peygamber’in mübârek yüzünü de dînini de güneşe benzetir:

Cemâlin şems-i iklîm-i hüviyyet yâ Rasûlâllah,
O şemsin pertevi şems-i şerîat yâ Rasûlâllah…

Güneş, yeryüzündeki her varlığa ulaşmak ister. Her köşeye ışığını, ısısını gönderir. Güneşin verdiği hayâtiyetten her canlı nasibini alır. Fakat bazı mahlûkat; güneşten hazzetmez, karanlığı sever, karanlıkta kalmayı tercih eder.

Mihr-i Risâlet olan Efendimiz’den de, her varlık istifade hâlinde… Kâfirler de dâhil her varlık, O’nun sayesinde var oldu. Çünkü o Allâh’ın;

“Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım!” dediği insân-ı kâmildir. Emin Hilmî;

“Yüce Allah her iki âlemi de Peygamberimiz’in hürmetine yaratmıştır. O’nun yaratılışının, ahlâkının muazzam güzelliği de âyetle (el-Kalem, 4) sabittir.” diyor mısralarında:

Seninçün halk olunmuşdur dü âlem yâ Rasûlâllah,
Bu da âyetle sâbit, hulkun âzam yâ Rasûlâllah…

Mustafa Rûmî Efendi, Hazret-i Peygamber’in bu dünyaya gelişinin, Allâh’ın bizlere olan bir inâyeti, yardımı, lutfu olduğunu hatırlatır. O’nun vücudu / varlığı hidâyet nûrunun kaynağıdır:

Zuhûrun âleme Hak’tan inâyet yâ Rasûlâllah,
Vücûdun menba-i nûr-i hidâyet yâ Rasûlâllah…

Fakat hidâyeti istemeyenler, zulüm, fısk u fücur ve küfür ehli, O Güneş’i sevmezler. O’na kara çalmaya çalışırlar. Bugünlerde de, Peygamber Efendimiz’e iftira modası nüksetti. Fakat bunda ne şaşılacak bir şey var, ne de üzülecek! Fehîm-i Kadîm, bu sebeple ağır konuşmuştur:

Mihr ü mâha düşmen olmakla ne var huffâş-veş
Olsa bir köpek ne gam Bû Cehl-i kâfer rûz u şeb…

“Ebû Cehil kâfiri (ve hempâları), gece-gündüz, yarasa gibi güneşe düşman olsa bunda şaşılacak ne var. Köpek gibi O Bedir’e, parlak dolunaya havlayıp dursa üzülecek ne var!”

Onlar ne derse desin! Nasıl havlarlarsa havlasınlar! O, hepsinden münezzehtir. O, Allâh’ın seçkin kuludur.

Nahîfî;

“Ey Allâh’ın Rasûlü; varlığın, seçkinlik meclisinin mumudur, onun için temiz adın Mustafâ / seçkin / seçilmiştir.” diyerek Peygamberimiz’in bir isminin de niçin «Mustafâ» olduğunu izah eder:

Vücûdun şem’-i bezm-i ıstıfâdır yâ Rasûlâllah
Anınçün ism-i pâkin «Mustafâ»dır yâ Rasûlâllah

İnsanlığın en seçkinleri peygamberler değil mi? Peygamberimiz, onların da en güzeli, en üstünüdür:

Hudâ’nın en güzîde mürselisin yâ Rasûlâllah,
Nebîler zümresinin efdalisin yâ Rasûlâllah!.. (Nûrî Osman)

O, bütün insanlığı Hakk’a ulaştırmak için mücadele etmiş cihanın kılavuzudur:

Cemî-i enbiyâya pîşvâsın yâ Rasûlâllah,
Cenâb-ı Hakk’a mûsil reh-nümâsın yâ Rasûlâllah… (Seyyid)

“Nebîlerin imamı Sen’sin yâ Rasûlâllah… İnsanları Cenab-ı Hakk’a ulaştıran, bir yol göstericisin…”

İki nankör iftira etse ne olur… Dokuz felek de onun aşkıyla, şevkiyle döner. Melekler semâda O’na salât ederler:

Dönerler şevkın ile nüh felekler yâ Rasûlâllah,
Salât eyler Sana gökte melekler yâ Rasûlâllah!.. (Yâver)

Şairler; mü’minlerin O’na, O’nun sünnetine olan muhtaçlıklarını dile getirirler. Ahmed Müsellem diyor ki:

Gubâr-ı dergehin kuhl-i basardur yâ Rasûlâllah!..

Yani O’na, eşiğine baş koyacak, ayağının tozuna yüzler sürecek derecede, teslîmiyetle bağlanmak; insanın basîretinin açılmasına, hakikatleri görmesine vesile olur.

Halil Nûrî:

Cemâl-i şer’e hüsn ü ân Sen’sin yâ Rasûlâllah,
Bu dînün zîneti her ân Sen’sin yâ Rasûlâllah…

“İslâm ahkâmının güzelliğine güzellik katan Sen’sin yâ Rasûlâllah, bu dînin ziyneti, her zaman Sen’sin…” derken, İslâm’da herkesi kapsaması için asgarî ölçülerde tutulan farzlardan sonra, mükemmelliğe, fazîlete dair güzellik ayrıntılarını, Sünnet-i Seniyye’nin belirlediğine de işaret ediyor.

Dünyada hidâyete çağıran, salâha vesile olan Peygamber’in yolundan gidilirse, kıyâmet ve âhirette de şefaatine ermek müyesser olur. Eşref Paşa;

Gelince rûz-ı pür-sûz-i kıyâmet yâ Rasûlâllah;
Yine Sen’den olur halka inâyet yâ Rasûlâllah…

“Ya Rasûlâllah, ateş dolu, o yakıcı kıyâmet günü gelince halka Sen yardım edersin.” matla‘lı na‘tini söyler.

Öyleyse şu mısralarla bitirelim bu güldesteyi…

O’nu tanımalı, O’nu sevmeli, O’nu anlamalı, O’nu anlatmalı:

Cemî-i dertlere aşkın devâdır yâ Rasûlâllah,
Cenābınsız mahabbetler, hebâdır yâ Rasûlâllah… (Rızâ)

“Ey Allâh’ın Rasûlü, Sen’in aşkın, bütün dertlerin ilâcıdır. Sen’siz, Sana rağmen muhabbetler, sevgiler boşunadır…”