BENİ ONUNLA GÖRÜŞTÜRÜN!

YAZAR : Abdullah Mesud HIDIR mahidir@hotmail.com

Esas adı Mahmûd olup «Hüdâyî» ismi ve «Azîz» sıfatını sonradan aldı. Hicrî 948 (m. 1541) yılında Koçhisar’da dünyaya geldi. Soyu Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’ne dayanır ve seyyiddir. Yeşil sarık sarması da bu sebeptendir. İstanbul’da başladığı tahsilini Edirne, Şam ve Mısır’da ikmâl etti. Nâsırzâde Efendi’nin Bursa kadılığına tayininin ardından hocasıyla birlikte Bursa’ya geldi. Oradaki Ferhâdiye Medresesi’nde tefsir, hadis, fıkıh ve fen ilimlerinde müderrislik yaptı. Üç sene sonra, hocasının vefatı ile Bursa kadılığına getirildi. Kadılığı esnasında mürşidi Üftâde Hazretleri ile tanıştı ve ona mürid oldu. Kısa zamanda seyr u sülûkünü tamamladı ve irşad için İstanbul’a gönderildi. Hicrî 1038 / mîlâdî 1628’in Ekim ayında Hakk’a yürüdü. İstanbul’da Eyüp Sultan’dan sonra en çok ziyaret edilen türbesi, Üsküdar’daki dergâhı yanındadır.

***

Bir gün Hüdâyî Hazretleri’nin türbesi önüne bir genç geldi. Hüdâyî Câmii’nin imamına rastladı ve ona sordu;

–Ben Aziz Mahmud Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Beni buraya o davet etti. Benim geleceğimden haberi var.

Bu sözlere bir mânâ veremeyen imamın;

“–Evlâdım! Nasıl sözleştiniz?” sorusu üzerine delikanlı anlatmaya başladı:

–Kıbrıs harekâtında adaya paraşütle indirilen komando grubundandım. Hava rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa savrulduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkide cehennemî bir ateş altında kaldım. Çaresizlik ve şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nur yüzlü bir ihtiyar çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehreyle baktı ve;

“–Oğlum! Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada?” dedi.

Ben de;

“–Baba! Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.” dedim.

“–Hangi birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!” dedi.

Birlikte müthiş bir ateş sağanağı altında yola koyulduk. Gayet sakin ve rahattı. Bana adımı, memleketimi sordu. Ben de cevap verdikten sonra sordum:

–Baba! Ya sen kimsin?

O da;

“–Oğlum! Bana Aziz Mahmud Hüdâyî derler.” dedi.

“–Baba! Memlekete sağ-salim dönersem, seni ziyaret etmek isterim. Seni nerede bulabilirim?” dedim.

“–Oğlum! Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!” dedi.

Harp bittikten sonra memleketime döndüm. Bir fırsat bulup Üsküdar’a geldim.

İmam, askerin anlattıklarını hayretle dinledikten sonra şöyle dedi:

“–Evlâdım! Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, yıllar önce vefat etmiş büyük bir Allah dostudur. İşte türbesi orada!” (Bkz. Osman Nûri TOPBAŞ, Îmandan İhsana Tasavvuf)

HUZÛRUMA KANUNSUZ İŞLERLE GELMEYİN!

Yavuz Sultan Selim, 10 Ekim 1470’de Amasya’da doğdu. Osmanlı padişahlarının dokuzuncusudur. Küçük yaştan itibaren Kur’ân-ı Kerim, tefsir, hadis ve fıkıh dersleri ile yüksek fen ilimlerini de öğrenerek iki kanatlı eğitim aldı. Babası Sultan II. Bâyezid, Şehzade Selim’i idareciliği öğrenmesi için Trabzon’a vali tayin etti. Burada otuz yıl valilik yaptı. Tahta geçtikten sonra Şark’ta İslâm birliğini sağlamıştır. Hilâfet, o yüce sultan zamanında Osmanlı’ya geçti ve Mukaddes Emanetler İstanbul’a getirildi. 1520 yılı 21 Eylül gecesi sırtında çıkan çıban sebebiyle henüz elli yaşındayken âhirete irtihâl etti. Kabri, Fatih’te Sultan Selim Camii avlusundaki türbededir.

Bir sefer esnasında masraflara hazineden para ulaştırılamamıştı. Bu yüzden zengin bir kimseden borç alınmıştı. Daha sonra hazineden para geldi ve defterdar da alınan bu borcu sahibine takdim etti. Ancak o zengin adam, defterdara şöyle bir teklifte bulundu:

“–Servetim bir hayli çok. Bir oğlumdan başka kimsem de yok. Kabul ederseniz, alacağımı hazineye bağışlayayım. Buna mukabil siz de benim oğluma devlet kapısında bir iş verin!..”

Defterdar, bu talebi Sultan’a arz edince, Yavuz, son derece celâllendi ve muhatabına hiddetle haykırdı:

“–Bana getirdiğin şu usulsüz teklif dolayısıyla yemin ederim ki seni de teklif sahibini de katlettirirdim. Fakat; «Sultan Selim, parasına tamah ettiği için bezirgânı ve defterdarı öldürttü.» demelerinden çekinirim. Tez bezirgânın parasını iade edin ve bir daha huzûruma böyle kanuna mugāyir işlerle gelmeyin!”

Sultan’ın bu tavrının ardından yapılan tahkikatta bezirgânın bir yahudi olduğu tespit edilmiş ve devlet merkezinden de uzaklaştırılmıştır.

BİTİREYİM, ÖYLE ÖLEYİM…

Ömer Nasûhi BİLMEN, 1882 yılında Erzurum’da doğdu. İlk tahsiline Abdürrezzak İlmî ile Erzurum Müftüsü Müderris Hüseyin Râkî Efendilerden ders okuyarak başladı. 1908’de İstanbul’a gelerek derslerine devam ettiği, Fatih dersiâmlarından Tokatlı Şakir Efendi’den icâzet aldı. Medresetü’l-Kudât’a girdi. Burada dört yıl hukuk tahsil etti.

1943’te İstanbul müftülüğüne getirildi. 30 Haziran 1960 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığına tayin edildi. Dînî meselelerde asla taviz vermeyen bu zât, yaşadığı asırdan günümüze ışık tutan birçok eserler kaleme aldı. Hayatının sonuna kadar ilmî çalışmalarını sürdürdü ve sekiz ciltlik tefsirini emekli olduktan sonra yazdı. Arapça ve Farsça’yı da çok iyi bilen, Türkçe ile birlikte üç dilde şiir yazan Ömer Nasûhi Efendi, 12 Ekim 1971’de İstanbul’da vefat etti. Kabri, Edirnekapı Şehitliği’ndedir.

***

O âlim zât hakkında Hekimoğlu İsmail’in anlattığı şu hâtıra çok ibretlidir:

Ömer Nasûhi BİLMEN Hocanın evine sık sık ziyarete giderdim. Yine öyle ziyaretlerden birisi çetin bir kış mevsimine rast gelmişti. Kapıyı çaldım, içeri girdim. Evin içi dışarısı kadar olmasa da yine de soğuktu. Hocaefendinin bulunduğu odaya girdiğimde gördüğüm manzara beni çok etkilemişti. Zira girdiğim oda hayli büyük, genişçe bir odaydı. Odanın tam ortasında yere serilmiş bir yatak duruyordu. Hocaefendi, yatağın içinde kıvrılmış, iki kat olmuş yorganı da sırtına almıştı. Tir tir titriyordu. Üşüdüğü her hâlinden belliydi. O hâline rağmen elinde kâğıt-kalem, tefsirini tamamlamaya çalışıyordu.

“Hocam!” dedim. “Hava soğuk, üşüyorsunuz. Şimdi bıraksanız, sonra yazarsınız.”

Hoca, ilim-irfan akan gözlerini yaşlı gözlerime dikerek bana;

“Ömer, evlâdım. Duâ et de şu tefsirimi bitireyim de öyle öleyim. Zira benim Allah’tan dileğim budur.” dedi.

BURASI ALLÂH’IN EVİ

Aliya İZZETBEGOVİÇ, 1925’te Bosna’nın Bosanska Krupa şehrinde doğdu. Ailesi İslâmî şuura sahip bir aileydi ki İslâm’ı öğrenmesinde annesinin büyük payı vardır. Gençliği siyasî teşkilâtlanma ve bu sebeple takibat ile geçti. 1970’te kaleme aldığı «İslâmî Manifesto» adlı kitap 1983’te yayımlanınca ülke genelinde büyük yankı uyandırdı. Rejim tarafından 14 yıl hapis cezasına mahkûm edildi. Beş yıl daha hapis yattıktan sonra 1988’de çıkan bir afla serbest bırakıldı. Aliya İZZETBEGOVİÇ kurduğu Demokratik Eylem Partisi ile 5 Aralık 1990’da seçimleri kazandı. Bu seçimle Aliya İZZETBEGOVİÇ Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı oldu. 1 Mart 1992’de ülkesinde yaptığı referandumla, Bosna Hersek bağımsızlığını ilân etti. Bunu hazmedemeyen Bosnalı Sırpların çıkardıkları savaşta binlerce müslüman katledildi. İzzetbegoviç, 1995’e kadar süren savaştan ülkesini en az zararla çıkararak, istikrara kavuşturdu. 19 Ekim 2003’te İslâm’ın şahsiyet ve kimliğini en güzel şekilde yaşadığı hayatı sona erdi. Kendisi gibi mütevâzı kabri, Saraybosna’dadır.

***

Bilge Kral, Cuma namazını hangi camide kılacağını son âna kadar gizli tutardı. Gideceği camiyi; oğluna ve korumalarına, arabaya bindikten sonra söylerdi. Bir Cuma günü Gazi Hüsrev Bey Camii savaşa rağmen tıklım tıklım doluydu. Hocaefendi hutbe okurken Aliya, oğlu Bâkır ve iki koruma camiye girdi. Hoca, hürmeten hutbeyi durdurdu. Görevliler ayağa kalkıp daha güvenli bir yer vermek istediler. Ancak o;

“Burası Allâh’ın evidir. Burada farklılık olmaz… Allah katında en üstün olan, takvâ sahibi olandır. Herkes, bulduğu yere oturur. Ben burada oturacağım. Bilmiyoruz, belki hepimiz çiğnenecek, öleceğiz; amma, İslâm’ı inşâallah çiğnetmeyeceğiz… Hocam, lütfen hutbeyi tamamlayın!” demişti. Aliya’nın bu tavrıyla bütün cemaat ve imam duygulanmıştı.