ÂDETLER, «GERÇEK»YERİNİ BULSUN!

YAZAR : Ahmet ZİYLAN

Örf, âdet, töre, gelenek-görenek…

Bütün bunlar bir milletin ayırıcı özellikleri…

Biz, dînine bugün olduğundan çok daha fazla sahip çıkan bir mâzîden geliyoruz. Ecdadımızın âdet ve gelenekleri ekseriyetle dînimizden kaynaklanıyor, yahut en azından dînimizin kontrolünden geçmiş uygulamalar.

Fakat arada kopukluklar olmuş. Harpler, cehâlet, dinden, diyanetten uzaklaşmalar… Bir de zamanın her şeye yansıyan yıpratıcılığı eklenince, bazı âdetlerimiz, konulduğu maksattan uzaklaşmış. Vesile olması istenen hayrı temin edemediği gibi, zamanla hiç hesap edilmeyen birtakım yanlışlara kapı aralar olmuş.

Meselâ:

Erkek çocuklarımızı sünnet ettiriyoruz.

Niçin?

Dînimizin emri… Adı üzerinde, Peygamberimiz’in sünneti…

Sünnet düğünü yapmak, bu vesileyle ikramda bulunmak da güzel…

Fakat bazı sünnet düğünleri var ki, bir sürü haramın işlenmesine sahne oluyor. İçki içmek, kadın-erkek, mahrem-nâmahrem karışmak, harama bulaşmak nerede, bir sünneti ihyâ nerede? Bu âdet, çığırından çıkmış. Aslına döndürülmeli… Madem Peygamber Efendimiz’in sünnetine ittibâ için, evlâdını sünnet ettiriyorsun; onun düğününü, derneğini de Efendimiz’in tavsiyelerine uygun olarak gerçekleştireceksin.

Ölüm Allâh’ın emri…

Ölenin arkasından da yapılan çok sayıda geleneğimiz var.

Meselâ, ölen bir kişi için 70.000 kelime-i tevhid çekme âdeti vardır.

Bizim Gaziantep’te nohut ile çekerler. Toplanırlar, her biri yüz kelime-i tevhid çekince, yani; yüz kere; «Lâ ilâhe illâllah» deyince, bir kere de «Muhammedü’r Rasûlullah» deyip, bir nohut atar. Böylece 700 nohut bitince, 70.000 kelime-i tevhid hatmi tamam olmuş olur. Bu faslın sonunda da gelenlere, tesbihatı çekenlere baklava ve benzeri bir ikramda bulunurlar.

Hâlbuki insan, sağlığında günde 1.000 tane kelime-i tevhid çekse, senede 365.000 eder. 50 senelik bir ömürde, 18.250.000 kelime-i tevhid eder.

Hangisi iyi?

Bu mukayeseyi niçin yapıyoruz?

Babası için 70.000 kelime-i tevhid çekme âdetini uygulayan bir evlât, kendisi için yüz tane dahî kelime-i tevhid okumuyor da ondan… O da bekliyor, evlâdım benim için okutsun.

Kelime-i tevhid, ölüden ziyade diriye lâzım… Bunu idrâk edemiyoruz.

Elbette bu uygulamalar da hadîs-i şeriflere, büyük âlimlerin tavsiyelerine dayanıyor. Bu şekilde eğer mevtâ, kabir azâbına müstehak ise, bu azabın hafifletileceğine; duâ ve zikirlerin kişinin kabirde, mahşerde göreceği muâmelede faydasının olacağına inanılıyor.

Fakat maksat o kişiyi kurtarmak gibi anlaşılır olmuş.

Şu hakikat gölgede kalmış:

“İnsan ne yapıyorsa sağlığında yapmalı.”

Hâlbuki,

Öldükten sonra ne yapılırsa yapılsın, kişinin hayattayken yaptıklarının yerini tutmaz.

Başkasının çektiği tevhid, insanın yaptığının yerini tutar mı?

İster yetmiş bin olsun, ister yedi yüz bin olsun…

Senin okuduğun zikir, senin hakkında başkasının yaptığından yetmiş bin kat daha hayırlı!..

Çünkü;

İnsan dünyada bir imtihana tâbî tutuluyorsa, kendisine asıl puan kazandıracak şey, karnesine geçer not olarak yazılacak esas şey; kendi yaptıklarıdır. Kendi eliyle işledikleridir.

Malûm:

İnsan ölünce amel defteri kapanır.

Üç durumda ise yazım devam eder:

1. Evlât, torun ve talebe gibi güzelce yetiştirip ardında bıraktıklarının duâsı amel defterine yazılmaya devam eder.

2. Sadaka-i câriye vasfında devam edip giden hayırlarının sevabı da yazılır.

3. İlim nâmına yazdığı eserler, fayda verdiği müddetçe yine amel defterini açık tutar.

Fakat dikkat edilirse, bunların hepsi yine dünyada iken, hayatta iken yapılan işlerin devamıdır. Sen evlâdını yetiştirmezsen, sağlığında bu yolda gayret etmezsen, fedâkârlıklarda bulunmazsan, o sana duâ eder mi?

Ömrünü ilme adamazsan, bir eser yazabilir misin? İhlâs ile yaşamazsan, yazdığın eserler bâkî kalır mı?

Parayı helâl yoldan kazanıp, riyâya, gösterişe düşmeden, başa kakmadan, samimiyetle hayırlar, hasenatlar yapmazsan, sadaka-i câriyeden sana ne fayda?

Demek ki bütün bunlar için de hayattayken çalışmak şart.

Eğer helâlinden kazanmazsan, hayırların sonuçsuz kalır. İhlâsın yok ise, ilmin ve eserlerin semeresiz, bereketsiz olur. Evlâtlarına helâl yedirmediysen, onları Hakk’ın ölçülerine göre yetiştirmediysen, onlar da sana duâ değil, bedduâ okutur.

Öyleyse, hayata odaklanmalı. Ne yapılacaksa yaşarken yapmalı.

Ben ölünce nasıl olsa oğlanlar; iskat yapar, devir yapar, tevhid çektirir, hatim veya mevlid okutturur, bizim namazları öder, eksiklerimizi tamamlar diye düşünen ve kendi vazifelerini bunlara güvenip de ihmal eden bir insan, dünyayı da, âhireti de hiç anlamamış demektir.

Şunu da özellikle hatırlatalım ki;

Hayata odaklanalım derken, mevtâlarımızın ardından yapılan bu gelenekleri terk edelim de demiyoruz. Bunlar, evlâtlar ve torunlar içlerini rahat ettirebilsin, bu vesileyle hiç değilse, bir hayır-hasenat yapılmış olsun, sevabından mevtâ da hissedâr olsun diye yapılan, açıkçası kalanların gönüllerini serinletmeye yönelik çarelerdir.

Aradan kısa bir zaman geçer, ne evlât hatırlar, ne komşu, ne dost… İnsan ise toprakta yine amelleriyle baş başa kalır.

Ne yapacaksan ölmeden önce…

Ne demişler:

“Ne verirsen elinle, o gider seninle…”

Rabbimiz de bunu ihtar ediyor:

“Herhangi birinize ölüm gelip de; «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demeden önce, size verdiğimiz rızıktan infâk edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bunu tavsiye ediyor.

Huzura bir adam geldi ve şöyle dedi:

“–Yâ Rasûlâllah! Hangi sadakanın sevabı daha büyüktür?”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle cevap verdi:

“–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, cimriliğin üzerinde, fakir düşmekten endişe etmekteyken, (veya bunun zıddına) daha çok zengin olmayı arzularken verdiğin sadakanın sevabı daha büyüktür. (Bu işi) can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zira o mal, zaten vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât, 11)

Demek ki, hayır işlerini vasiyete bırakmak yerine, imkân varsa, kişi kendi hayatında yapmalı…

Bu konuda yaşanmış bir hâdise dinledim. Çok ibretli…

Rahmetli Âdil ÖZBERK Hocaefendi anlatıyor:

İhtiyar bir adam çocuklarına vasiyet ediyormuş:

“–Benim üç-beş kuruş param var. Bana bir hâl olursa, bu paradan bir camiye benim adıma abdesthâne, şadırvan, su deposu benzeri bir hayır yapın. Vasiyetimdir.”

Bunu dinleyen evlâtları;

“–Baba, Allah sana uzun ömür versin. Allah gecinden versin… Sen hiç merak etme…” gibi sözler söylemişler.

Küçük oğlan ise;

“–Baba, sen bunları niye bize söylüyorsun ki? Senin elin var, kolun var. Sağlığında kendin yap. Sen yaptın da biz mâni mi olduk?” demiş.

Adam bakmış, oğlu haklı. Aklı başına gelmiş; “Öyle ya, niye kendim yaptırmayayım?” deyip Âdil Hocaya, olan biteni anlatmış, niyetini açmış:

“–Bize ihtiyaçlı bir cami bulun. Şadırvan ve benzeri müştemilât yaptırmak istiyorum.”

Âdil hoca iki-üç gün aramış. Su deposu ve benzeri müştemilâta ihtiyaç duyan bir cami bulmuş. İşe başlamışlar. Yaptırılan işler iki-üç ay sürmüş. İş bitmiş, para verilmiş. İki-üç gün sonra hayır sahibi adam da ölmüş…

İşte vefattan sonra da sevap kazandıracak bir hayrat… Fakat o da hayattayken yapıldı…

Yaptırmasaydı, evlâtların insafına kalmış bir vasiyetten ibaret olacaktı…

Yaptırmış, kabre o hayırlı ameliyle birlikte girmiş…

Ne yapacaksan, hayatında yapacaksın.

Düşünmeli:

Sen kıyıp da yaptıramıyorsun, evlâdın nasıl kıyacak?

Bu sebeple;

Ölenlerin arkasından yapılan âdetleri doğru anlamak ve mecrâsından kaydıysa yeniden gözden geçirmek lâzım.

Ölü evine yemek götürme âdeti de böyle…

Ölü evinde yemek pişmemesi, yaşadıkları acıdan ve kederden dolayı yemek yapmakla meşgul olamayacak hâne halkına yardımcı olmakla ilgili olsa gerek.

Câfer-i Tayyâr şehîd olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuş:

“Câfer’in ev halkına yemek hazırlayınız. Çünkü onların başına kendilerini meşgul eden bir iş gelmiştir.” (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 25-26)

Mesele, onlara külfet vermemek, zahmet çıkarmamak…

Fakat şimdi, cenaze evi koca bir lokantaya dönüyor. Gelene yemek ikram ediliyor, o kaşık istiyor, o bardak istiyor. Gelen gidiyor, bulaşığı kalıyor. Düğün evi mi cenaze evi mi birbirine karışıyor.

Ölü evine yemek götürme âdeti, yukarıda söylediğimiz sünnetten neş’et etmiş… Fakat maksadından kaymış. Rahmet iken zahmete dönüşmüş.

Bu âdetin ne hâle ulaştığını gösteren bir hâtıramız var.

Bir gün bir tâziyedeyiz. Yani cenaze evine başsağlığı ziyaretine gitmişiz. Tanıdığımız biri de, oraya geldi. Âdet üzere yemek ikram edildi. O tanış, oradan evvel, başka bir cenaze evinde karnını doyurmuş. Yemeğini yediği için, üstüne canı çay istemiş;

“–Ben yemeğimi yedim, çay içerim.” dedi.

Bakın, cenaze evine zahmet olmamasından başlayan âdet, acılı aileye misafir ağırlama zahmetine nasıl dönüşmüş…

Çay gelmedi. Onca gelen giden, sofra kurma, kaldırma arasında çay ile kim meşgul olacak?

Fakat o tanıdık da rahat durmuyor:

“–Eee, bizim çay gelmedi?”

“–Amma da gelmez çay imiş yahu?”

Olmayacak yerde olmayacak bir ısrar…

Ben şakayla karışık müdahale ettim:

“–Arkadaş, sen çok oluyorsun.” dedim. Şaşırdı.

“–Hayırdır?” dedi.

“–Burası benim evim değil, senin kendi evin de değil, dostunun evinde misafirlikte de değilsin. Burası bir cenaze evi. Burada çay gelir, gelmez… Kimseyi sıkıştıramazsın. Sen yemeğini yemişsin, canın çay çekiyor, fakat burada böyle ısrar etmen olmuyor.

Bak ben sana babamın başından geçen bir hâdiseyi anlatayım:

Gaziantep’te Kızılhisar diye bir köy var. Orada babamın bir bağı vardı. Bir gün babam o bağa gitmiş. Dönerken, bağın bakımıyla ilgilenen köylü ile karşılaşmış. Örük Muhammed adlı bu köylü, babamı görünce koluna sarılmış;

«–Ooo, Mahmut Ağa, köyümüze gelmişsin. Seni yemek yemeden salmam.» demiş, evine yemek yemeye davet etmiş.

Onların en güzel, en kıymetli yemeği; üzerine yumurta pişirilip konmuş bulgur pilâvı… Yanında da ayran… O devrin köy yerinde daha iyisi bulunmaz…

Yemek sofraya konmuş. Babam bakmış;

«–Her şey çok güzel de bunun yanında soğan çok iyi gider. Soğan da olsa…» demiş.

«–Getirelim Mahmut Ağa…» demişler.

Yemeğe de bir yandan başlamışlar. Fakat soğanın geldiği yok. Yemeğin yarısı olmuş:

«–Hani Muhammed, soğan ne oldu?»

«–Geliyor, Mahmut Ağa…»

Biraz daha yemişler…

«–Hani Muhammed, soğan gelmedi?»

«–Geliyor, Mahmut Ağa…»

«–Karnımız doydu yahu…»

Köylü artık dayanamamış:

«–Eee Mahmut Ağa, sen de çok oluyorsun!» demiş ve devam etmiş:

«–Sen, kendi evin mi zannediyorsun ki hemen aşağıya kilere ineceksin, çuvaldan bir soğan alıp getireceksin… Nerede! İki hanımım var, senin korkundan birini bir komşuya saldım, birini bir komşuya saldım… Kızım da dolaşıyor. Bütün köyü dolaşıyorlar. Daha hâlâ bir tane soğan bulamadılar. Senin bunlardan haberin yok, kendi evin gibi sanıyorsun, sorup duruyorsun. Köyde soğan ne gezer?»

Köylerde fakirlik o zaman bu raddede… Babam da bunları işitince, özür dilemiş.

İşte arkadaş, senin cenaze evinde çay diye tutturman da babamın, «Soğan nerede?» diye ısrarına döndü.”

Cenaze evi de, fakirin hânesi gibi…

Böyle hassas yerlerde soğan diye, çay diye tutturmamalı.

Yemek gönderme âdeti güzel… Çünkü cenaze evine köylerden, şehir dışından yatılı misafirler gelir. Yemek onlara lâzım. Yoksa şehrin insanı gelip de orada yemek yememeli… Cenaze evine zahmet vermemeli… Geçenlerde bir cenaze evine tâziyeye gitmiştik. Her gelene baklava, çay ikram ediyorlardı. Orada Gaziantep’in eşrafından Abdülkadir KONUKOĞLU ve arkadaşları da vardı. Abdülkadir KONUKOĞLU ikram edilen tatlıya müdahale edip;

“Bu âdeti kaldıralım bu bizden başlamalı!” deyince takdir ve teşekkür ettim.

Birçok âdet ve gelenek böyle, aslından, asıl maksadından uzaklaşmak tehdidiyle karşı karşıya…

Ecdadımız bu âdetleri, dînimizden ilham alarak, sünnetten süzerek yaşattı. Biz de hayırlı ve güzel neticeler verecek şekilde, gerçek maksatlarına uygun tarzda bu âdetleri sürdürmeliyiz ki; âdetlerimiz gerçek yerini bulsun.

Yoksa, âdet yerini bulsun, diye yapılan bu uygulamalar bir süre sonra, tamamen terk edilir. En başta arzu edilen fayda da ortadan kalkar. İnsanlar ne cenaze evlerine tâziyeye gider, ne ölülerinin arkasından bir şey okur, ne kimseye bir şey ikram eder… O da hiç istenmeyecek bir durum olur.

Peygamber Efendimiz’in güzel sünnetlerini, sünnet-i seniyyenin rûhuna uygun şekilde yaşatanlara ne mutlu…

Geçmişleri için, âbâ ve ecdadının ruhları için duâ edilmesine vesile olan hayırlı evlâtlara ne mutlu…

İslâm’ı, nezâket ve zarâfet içinde yaşayabilenlere ne mutlu!..