O BENİM YOL GÖSTERİCİM!

YAZAR : Mürsel ŞANLI

 

Ebûbekir Sıddîk -radıyallâhu anh-; Peygamber Efendimiz -aleyhisselam-’ın kutlu davetine icâbet edip îmân ile müşerref olan ricâlin, hulefâ-i râşidînin ve aşere-i mübeşşerenin ilki. Hicrette Rasûlullah ile birlikteliğin mazharı; ikinin ikincisi. Asıl adı Abdullah olup, çok meşhur olan künyesi sebebiyle fazla bilinmemektedir. Atik: Azaptan âzad edilmiş. Sıddîk: Emin ve sâdık mânâsına gelen sıfatlarla muttasıftır.

Teymoğullarından olan Hazret-i Ebûbekir’in nesebi Mürre bin Kâ‘b’ta Rasûlullah Efendimiz’in mübârek soyu ile birleşir. Fil senesinden iki sene sonra Mekke’de dünyaya geldi, İslâmiyet’ten önce dahî güzel hasletleri ve iffetiyle bilinirdi. Müslüman olduktan sonra servetini İslâm yolunda, zulüm altında inleyen müslüman kölelerin kurtarılması gibi hayır faaliyetlerinde harcadı. Mîrac hâdisesi ile;

“O dedi ise, doğrudur.” diyerek sıddîkiyetini ispat ve tasdik ettirdi. Peygamber Efendimiz’in Hazret-i Âişe Vâlidemizle izdivâcı sebebiyle Efendimiz -aleyhisselâm- ile akrabalık şerefine de nâil oldu. Umumî ve hususî işlerinde ashâbı ile müşâvere eden Allah Rasûlü, bâhusus Ebûbekir Efendimizle istişâre ederdi. Hastalığının ağırlaştığı günlerde Peygamberimiz’in;

“Namazı Ebûbekir kıldırsın.” iltifâtına mazhar oldu. Hilâfeti iki sene üç ay sürdü. Hazret-i Ebûbekir hicrî 13. yılda Cemâziyelâhir ayının başında hicretten sonra Medine’de tutulduğu hastalığının nüksetmesi üzerine vefat etti.
***
Peygamber Efendimiz kutlu hicret yolculuğuna Ebubekir Efendimiz’le birlikte çıkmıştı. Hicret esnasında yabancı insanlarla karşılaşıyorlardı. Rasgeldikleri bir kafile;

“–Bu kimdir?” diye sordu.

Hazret-i Ebûbekir; Peygamber Efendimiz’e zarar verebileceklerini düşünerek;

“–O benim delilimdir (rehberimdir / yol göstericimdir).” diyerek firâsetin en güzel nümûnesini sergiledi. Yalan söylemeksizin, O’nun Mekke’den Medine’ye gizlice hicret eden Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğunu ketmetmiş oldu.

Onun, Hazret-i Peygamber üstüne titremesinin ve muhabbetinin şâhikasını yine hicrette görüyoruz. Hicretleri esnasında, Efendimiz -aleyhisselâm-’ın bir müddet önünden gidiyor, sonra telâşla arkadan takip ediyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz Ona şöyle seslendi:

“–Yâ Ebâbekir neden böyle yapıyorsun?”

Ebûbekir Efendimiz de;

“–Yâ Rasûlâllah! Önünüzden bir tehlike geleceğini düşünüyor, ileriye geçiyorum, ardınızdan bir tehlike gelebileceğinden endişe ediyor, arkaya düşüyorum…” diye mukabelede bulundu.

ÖNCE İNSAN!

Osman Bey, 1258 tarihinde Söğüt’te Ertuğrul Gazi’nin üç oğlunun sonuncusu olarak dünyaya geldi. Bizans’a karşı gösterdiği başarılar üzerine, Selçuklu Sultanı II. Gıyâseddin Mes’ûd’un hediye ettiği ak sancak, tuğ, mehterhâne ve 1284’te Söğüt ve çevresinin kendisine tahsis edildiğine dair olan fermanla, uç beyi oldu. Fethettiği yeni yerlerle birlikte Dursun Fakih’e adına hutbe okutması ile yarı istiklâlini ilân etti. Selçuklu sultanlarından III. Alâaddin Keykûbat’ın saltanat alâmetlerini fermanla Osman Bey’e göndermesi ile tamamen müstakil bir uç beyi olarak tanındı. 1299 yılında Yarhisar ve Bilecik’in fethedilmesi Osmanlı Devleti’nin kuruluşu kabul edildi. Kara Osman, Fahruddin ve Muînüddin sıfatları ile anıldı. Saltanatı devam etmekle birlikte 1324 yılında devlet işlerini oğlu Orhan’a bıraktı. 1326 yılında yakalandığı gut hastalığı sebebiyle emr-i Hak vâkî oldu.

Kur’ân-ı Hakîme hürmetin zirve bir tecellisi ve bereketi olarak asırlar boyunca ayakta duracak Osmanlı çınarını kurmak, Osman Bey’e nasip oldu. Osman Bey’in en büyük arzularından biri, Bursa’yı fethetmek ve Osmanlı Devleti’nin payitahtı yapmaktı. Bursa üzerine yapılması düşünülen seferin çetin olacağını iyi biliyordu. Buna hazırlık olarak Kaplıca ve Uludağ taraflarında iki hisar yaptırdı. Fakat gerçek fethin, yalnızca kalelerin değil, asıl gönüllerin fethi olduğunu müdrik olan Osman Gazi, Kalelere tayin ettiği kumandanlarına, şu nasihatte bulundu:

“Buradaki ahâlinin kalbini fethetmeye bakınız. Çünkü Dîn-i Mübîn-i İslâm, ilk önce insana hitap eder.”

KONAĞINDAN BAŞLADI

Köprülü Fazıl Mustafa Paşa, 1637 yılında Köprülü Mehmed Paşa’nın ikinci oğlu olarak Vezirköprü’de dünyaya geldi. Dört yaşında geldiği İstanbul’da devrin âlimlerinden tahsilini en iyi şekilde ikmal etti. Hadis ve lügat ilimlerinde ihtisas sahibi idi. Osmanlı mülkünde vezirlik, eyâlet valiliği, Lehistan serdarlığı gibi vazifelerden sonra sadrazamlığa kadar rütbe aldı. Devletin birçok açıdan en nazik olduğu dönemde iki seneye yakın sadrazamlık vazifesini bi-hakkın îfâ etti. Devletin iktisadî açıdan birçok problemlerle meşgul olduğu dönemde tatbikatları ile iktisadî olarak nefes aldırdı. 20 Ağustos 1691 günü Salankamen Palangası’nda cereyan eden savaşta, Fazıl Mustafa Paşa, orduyu cesaretlendirmek için elindeki kılıçla düşman üzerine atılmış; ancak düşmandan gelen kurşunla alnından vurularak şehâdet şerbetini içmiştir.
***
Köprülü Fazıl Mustafa Paşa; Osmanlı Devleti’nin Belgrat önlerinde Avusturya’ya mağlûp olduğu, nazik ve devletin birçok açıdan problemli olduğu bir dönemde vazifeyi deruhte etmişti. Evvelâ devletin kendi içindeki meselelerini ele aldı. Bir devlet ricâlinin nasıl nümûne olması gerektiğini şöyle gösterdi:

Tahta yeni oturan padişahın cülûs bahşişi ve evvelden devam edegelen savaşların getirdiği ağır yük, maliyeye ciddî sıkıntılar oluşturuyordu. Böylesi hassas bir dönemde Fazıl Mustafa Paşa, geçici bir tedbir olarak kendi konağındaki gümüş eşya ve sofra takımlarını darphâneye göndererek ayarı düzgün paralar kestirdi. Onun bu davranışı padişah başta olmak üzere, devlet ricâlini de harekete geçirdi.

SON NEFESE KADAR…

1909 yılında Sakarya’nın Hendek ilçesine bağlı Soğuksu Köyü’nde dünyaya geldi. Kur’ân-ı Kerîm’i, küçük yaşlarında babası Hâfız Said Efendi’den hıfzetti. Hâfızlığını ikmalden sonra, Hendek’e giderek Hâfız Abdurrauf Efendi ve Kâmil Efendi’den mehâriç ve sıfat-ı hurûf talimi aldı. 1922 yılında geldiği İstanbul’da Dâru’l-Hilâfeti’l-Aliyye’ye devam etti. Medreselerin ilgası ile memleketine dönmek zorunda kaldı.

1934 yılında tekrar geldiği İstanbul’da Üsküdârî ve Selimiye Camii Şerîfi imamı Fehmi Efendi’den İstanbul tarîkinde kıraat-i aşere ve takrîbi derslerini ikmal etti. Edirnekapı Camii, Teşvikiye Camii ve Bâyezid Camii şeriflerinde imam-hatiplik hizmetinde bulundu.

İmam-hatiplik hizmetine devam ederken, aynı zamanda Kur’ân hâfızlarının yetiştirilmesine büyük gayret sarf etmiş, İmam-Hatiplerin açıldığı dönemde fahrî olarak dersler vermiştir. Hâmili olduğu ilmin mes‘ûliyetini idrak etmiş bir kurrâ hâfızdı Abdurrahman GÜRSES Hocaefendi. Hastalığı sebebiyle evinden çıkamayacak hâle gelene kadar Kur’ân talimine devam etti. 10 Ağustos 1999 tarihinde rahmet-i Rahmân’a vâsıl oldu.

Abdurrahman GÜRSES Hocaefendi’nin kıraat dersi verdiği yıllardır. Dersin olduğu esnada bir futbol müsabakası oynanmaktadır. Futbola meraklı talebelerden biri maçı izlemek için sınıfa küçük bir televizyon getirir. Belli etmeden, sesli olmasa da maçı izlemenin plânı yapılır.

Abdurrahman GÜRSES Hoca derse başlar. Bir müddet sonra talebe, neticenin merakı ile televizyonu açar. Hocaefendi o anda dersi durdurur, sararır, huzursuzlaşır. Talebeler endişe ile beklemeye başlarlar. Birkaç dakika boyunca devam eden bu hâle, bir öğrenci son verir. Arkadaşına televizyonu kapatmasını söyler. Televizyon kapanır kapanmaz hocaefendi rahatlar, teskin olur. Besmeleyi çektirir.

Hocaefendinin talebelerinden İdris ÖZTÜRK’ten dinlediğimiz bu hâtıra, Kur’ân-ı Kerîm’in bir gönlü nasıl rakîk ve ince bir hâle getirdiğinin ne güzel bir delilidir.