Çocukların Masum Gönüllerini Kazanarak Belki Allâh’ın Rızâsını Kazanırım! YAMAN DEDE

YAZAR : Can ALPGÜVENÇ alpguvenc@gmail.com

“Namaz kılmak ne muazzam bir nimettir. Kanımla abdest alabilsem, gözyaşlarımla abdest alıp, kızgın sac üzerinde; yanarak, kavrularak namaz kılabilsem…”

***

1887 yılında Kayseri Talas’ta dünyaya gelen Yaman Hocaefendi, «Namaz» kılma iştiyakını yukarıdaki ifadelerle dile getiriyor…

Yaman Hoca, tahsil hayatına Rum Ortodoks Mektebi’nde başlamıştı. Babası, Kayseri Rumlarından iplik ticaretiyle meşgul olan Yuvan Efendi; annesi Afurani Hanım’dı. Doğduğunda adını Türkçemizde «elmas» anlamına gelen «Diamandi» koymuşlardı. Küçük Diamandi, henüz on üç aylık bebekken ailesiyle birlikte Kayseri’den Kastamonu’ya göçmüş, 1900’de 13 yaşında küçük bir delikanlı iken Kastamonu İdâdîsi’ne başlamış, yedi senelik idâdîyi birincilikle bitirmişti.

YAMANDİ MOLLA’NIN İLİM AŞKI!

Yaman Dede; «Nasıl Müslüman Oldum?» başlığını taşıyan hâtıralarında, öğrencilik yıllarını şöyle anlatır:

O tarihte idâdînin (lisenin) birinci sınıfında Arapça, ikinci sınıfında Farsça öğretimi başlardı. Bütün derslere karşı aşk ve şevkim çoktu, ama Arapça ve Farsçaya pek düşkündüm. Bir gün Farsça hocamızın tahtaya yazdırdığı beyitler rûhumu tutuşturmuştu. Bunlar, Mesnevî’nin baş tarafındaki beyitlerin birkaçıydı…

Sîne hâhem şerha şerha ez firak
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyak

Bu sözler sînemi şerha şerha etmişti. O andan itibaren tatlı tatlı yanmaya başladım.

Gayrimüslim talebeler, din dersleriyle ilgili saatlerde sınıftan çıkarlardı. Bense kalıyor, dersi can kulağı ile dinliyor, anlatılanları noksansız öğreniyordum. Derslerde geçen âyet-i kerîmeler, hâfızama yerleşiyor, kalbimin tâ derinliklerine nüfuz ediyordu.

Hocalarım, din dersi yazılı yoklamalarında beni arkadaşlarımın yanında bulundurmuyor;

“Sen biliyorsun, belki yardım edersin” diyorlardı. Sınıfım yükseldikçe ufkum da genişledi. Edebiyat, Arapça ve Farsçanın âdeta delisi olmuştum. İslâmiyet’e olan meylim; gerek hocalarımın, gerek arkadaşlarımın dikkatinden kaçmıyordu. Onlardan gördüğüm övgüler son dereceyi bulmuştu. Beni «Yamandi Molla»1 diye çağırıyorlardı.

Liseyi bitirirken Arapça imtihanımızdaki mümeyyizlerden biri de Nasrullah Medresesi Müderrisi Hacı Mü’min Efendi idi. İmtihan bittiğinde;

“Senin yanlışını bulayım diye çok uğraştım, ama hiç yanlışın çıkmadı.” dedi. Medreseye gelerek kendisinden ders alabileceğimi müjdeledi. Bu fırsatı kaçırmadım. Bir süre kendisinden ders aldım. Altı ay daha devam edebilseydim, icâzet alacaktım…

ORUCU SAHURSUZ TUTARDI!

1909’da İstanbul Hukuk Fakültesine kaydolan Diamandi Efendi, dördüncü yılın sonunda 26 yaşında iken okuldan mezun olmuş, kassam2 müşâvirliğinde göreve başlamıştı. Bu arada Galata Mevlevîhânesi’ne devam ediyor, Ahmed Celâleddin ve Ahmed Remzi Dedelerden Mesnevî dersleri alıyordu. 20-25 yıl kadar süren avukatlık hizmetinin ardından; Saint Louis Fransız Ruhban okulu, Saint Benoit, Notre Dame de Sion, Saint Michel Liseleri, Avusturya Kız okulları gibi birçok azınlık okulunda edebiyat ve Türkçe öğretmenliği yaptı. Müslümanlığını gizliyordu, bu arada hıristiyan bir hanımla evlenmiş, ondan bir de kızı olmuştu.

Yaman Dede; -daha sonra- gizli Müslümanlığı sırasında en çok zorlandığı şeyin, Ramazan orucu sırasında evinde akşam yemeğini her zaman iftarlara denk getirmek olduğunu söyleyecekti. Orucunu sahursuz tutardı. Aile bütünlüğünü yıllarca böyle korumuştu.

SİZ BAŞKASINIZ HOCAM!

1942 yılıydı… Yaman Dede, Galata Saint Benoit Fransız Kız Ortaokulunda Türkçe öğretmeniydi… Öğrencileri onu, o öğrencilerini o kadar çok seviyordu ki, aralarındaki ilişki öğretmen-öğrenci münasebetlerini aşıp taşarak âdeta baba-evlât ilişkisine dönüşmüştü. Şöyle anlatıyor o günlerini Yaman Dede:

Sevme kabiliyetim son derece gelişmişti. Talebemi pek ziyade, Allah rızâsı için seviyordum. İçimde onlara karşı fevkalâde bir şefkat deryası coşuyordu… Aslen Arnavutluk ahâlisinden Ortodoks hıristiyan, son derece hassas bir öğrencim; dersim esnasında söz isteyerek şöyle dedi:

“–Hocam, keşke bizler sizin çocuklarınız olsaydık, ne iyi olurdu!”

“–Niçin böyle söylüyorsun yavrum, siz zaten benim çocuklarımsınız…”

“–Bizzat sizin yanınızda büyüyüp yetişen çocuklarınızdan olsaydık, demek istiyorum ben… Siz başkasınız hocam!”

Bu yavru bana; «Siz başkasınız hocam!» demekle, belki de bilmeyerek, sevgimin sınırsız ve ölçüsüz oluşuna işaret ediyordu…

HİDÂYET SOFRASINA GELİN!

1942 yılı şubatıydı… Ramazan’dı, oruçluydu… Yine sahursuz tutulan bir orucun ardından evden biraz erkence çıkmış, ikindiyi Yeni Cami’de kılıp, Kur’ân dinledikten sonra Bebek’teki dostunun iftarına yetişmek için yola düşmüştü. İftar açtıktan sonra vaazını vermiş, herkesi ağlatmıştı… Bu sırada kendisi de çok duygulanmış, şu düşüncelere dalmıştı:

“Ağlatan ben miyim? Ne gezer! Hep O, hep O… Her şey O’ndan…”

O gece öyle bir hâle gelmişti ki, bu durumu;

«Diri diri yakacaklarını bilsem, kendimi tutacak hâlim kalmamıştı… O gece bu sırrımı aileme de açmaya karar vermiştim.» diye ifade ediyordu… Eve geldiğinde vakit ilerlemişti. Eşini ve yetişkin kızını karşısına alarak söze şöyle başladı:

“Rum bir aile içinde dünyaya gelmişim, ama ta ezelden beri müslümanım. Bunu sizler de biliyorsunuz. Yıllarca resmen açıklamadım, ama artık daha fazla saklayamayacağım, zaten saklamam da gerekmiyor. Siz de gelin bu hidâyet sofrasına, iki cihanda birlikte aziz olalım… Ama eğer kabul etmezseniz, hiç değilse yuvamızı dağıtmayalım. Benim Müslümanlığım, yuvayı dağıtmamı ve sizleri bırakmamı gerektirmiyor.”

Eşi ve kızı bu durumu hazmedemeyip, ertesi gün patrikhaneye bildirdiler… Patrikhane, haberi alınca altüst oldu. Eşine; dinlerinin, bir müslümanla aynı çatı altında yaşamasına müsait olmadığını söylediler.

Yaman Dede’nin çilesi, karlı bir kış gecesi başlamıştı. Koltuğunun altına sıkıştırdığı birkaç parça eşyasıyla Selâmsız’dan Üsküdar’a indi, karşıya geçip bir dostunun evine sığındı.

SAKIN EMEKLİ OLMA!

Yaman Dede, bu olay sonrasında eşi ve kızıyla olan münasebetini şöyle özetler:

“Her Perşembe akşamı, yakın dostlarımdan birinin evindeydim. Kızım telefon açar, 5-10 dakika görüşürdük. Onlar hicran duydukları için, üzüntü ve hüzün içindeydiler… Bense hicran duymuyordum, çünkü hicran yoktu! Eşim ve çocuğum; ölümümün onlara vereceği acıdan çok daha fazla acı duymuşlardı, eşim o kadar ağlamıştı ki, gözlerinde yaş kalmamıştı…”
***
Yaman Dede, olaydan beş yıl sonra 1947’de kendisi gibi Mevlânâ âşığı olan Hatice Hanım’la ikinci evliliğini yaptı. «Pamuk Anne» diye bilinen bu fedâkâr hanım, ilkokul öğretmeniydi. Mehmed Kadir ismini alan Yaman Dede, bir süre sonra emekliliği gelen öğretmen eşine;

“Sakın emekli olma, çünkü yerine gelecek olan muallime, çocuklara senin gösterdiğin ihtimamı göstermez.” diyecekti.

1950 sonrası İstanbul İmam-Hatip Okulu’nda Türkçe ve Farsça öğretmenliği, 1960-61 yıllarında Çamlıca Kız Lisesinde din dersi öğretmenliği, Yüksek İslâm Enstitüsünde Farsça ve edebiyat öğretmenliği yaptı.

3 Mayıs 1962 gecesi, Acıbadem’deki evinde 75 yaşında iken vefat eden Yaman Dede, Üsküdar Küçük Selimiye Camii karşısında bulunan Çiçekçi Mezarlığı’na defnedildi.

Ondan geriye şu yanık mısralar hâtıra kaldı:

Gönül hûn oldu şevkınden boyandım yâ Rasûlâllah
Nasıl bilmem bu hicrâna dayandım yâ Rasûlâllah
Ezel bezminde bir dinmez figandım yâ Rasûlâllah
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah

Rûhu şâd olsun…

_____________________

1 «Diamandi» ismi o yıllarda Anadolu’da bu şekilde söylenirdi.
2 İslâm hukukunda mirasın vârisler arasında taksimi.