KİMSEYE ANLATMAYINIZ!

YAZAR : Handenur YÜKSEL

Hint ulemâsından Nur Kutb-i Âlem Şeyh Nureddin Hazretleri; meşâyihten olan babası Alâü’l-Hakk’ın huzûrunda kemâle erdikten sonra, hilâfetini ondan aldı. Dergâhta bulunduğu sürede; hem şeyh babasının, hem de talebelerinin ihtiyaçlarını karşılar, çamaşırlarını dahî yıkardı. Sekiz yıl müddetle tekkeye odun taşıdı. Keşif ve kerâmet sahibi kâmil bir velî idi. 1410’da (h. 813) vefat etti. Kabri, Hindistan’ın Penduh şehrindedir.

***

Bir defasında talebelerinden biri hacca gitmişti. Dönüşünde hocasının yanına gelerek;

“–Efendim, sizinle Bâbü’s-Selâm’da karşılaşıp görüştük.” dedi. Şeyh Nureddin;

“–Dostlarım da biliyorlar ki, uzun müddettir evimden çıkıp hiçbir tarafa gitmedim. İnsanlardan birbirlerine benzeyenler çoktur.” buyurdular.

Fakat talebesi, daha sonra yalnız kaldıklarında şöyle arz etti:

“–Efendim, iyi biliyorum ki, Bâbü’s-Selâm’da sizinle görüştüm, siz ise farklı söylüyorsunuz.”

Nureddin Efendi tebessüm etti:

“–Gördüğünüzü başkalarına anlatmayınız.”

LÂYIK OLDUĞUN YER BURASI!

Asıl adı Şemseddin Muhammed olan Akşemseddin (Akşeyh) Hazretleri, Şâm-ı Şerif’te doğdu. Babası Şeyh Hamza, XIII. asrın meşhur meşâyihinden Sühreverdî’nin torunlarındandı. Soyu Halîfe Hazret-i Ebûbekir’e kadar uzanıyordu. Çocuk yaşta Kur’ân’ı hıfzeden Akşemseddîn’in ilk görevi Osmancık Medresesi müderrisliği oldu. İlhanlılardan kalma Amasya Darüşşifâsı’nda tıp tahsil etti, iyi bir hekim olarak şöhret kazandı. Tıp tarihinde ilk defa mikrop kavramını ortaya attı.

İstanbul’un fethi ve Fatih Sultan Mehmed’in talebi üzerine, Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin kabrini keşfetti. Gösterişten ve kendisine gösterilen aşırı alâkadan rahatsız olup Dersaâdet’i terk etti, Göynük’e (Bolu) yerleşti, hayatının son yıllarını orada geçirdi.

Bundan 553 yıl önce 1459 yılı Ocak ayında vefat eden büyük âlim ve mutasavvıfın türbesi, Göynük’tedir.

***

Osmancık (Çorum) medresesinde müderris iken, tasavvuf âleminden kalbine ışıltılar aksetmeye başlamış, gönlünü dolduracak bir mürşid aramaya koyulmuştu. Ona, Hacı Bayram Velî’yi tavsiye ettiler. Dostlarından bu işareti alan Akşemseddin, bu büyük velî ile görüşüp tanışmak üzere Ankara’ya geldi. Fakat şahit olduğu manzara hoşuna gitmemişti. Büyük mürşid, müridleriyle birlikte çarşı-pazar dolaşıyor, def ve zurna eşliğinde halktan para topluyordu. Onun aradığı mürşid, böyle küçük işlerle uğraşmamalıydı! Şeyhle görüşmekten vazgeçip geri dönmeye karar verdi. Hâlbuki Hacı Bayram Velî’nin halkı dolaşmaktaki maksadı; yoksulların ihtiyacını karşılamak, yetimleri sevindirmekti.

Akşeyh, dönüş yolculuğu sırasında gecelediği handa bir rüya gördü. Rüyasında boynuna geçirilmiş, ucu zincirle bağlı demir bir halka gördü. Zincirin öteki ucu Hacı Bayram Velî’nin elindeydi. Uyanınca rüyasını yorumlamış, yolunun Hacı Bayram Velî’nin yolu olduğunu anlamıştı. Tekrar Ankara’ya dönerek, Şeyhin dergâhına vardı. Ona, dervişleriyle beraber tarlada ekin biçtiğini söylediler. Koşarak oraya gitti, eline bir orak alarak onlarla birlikte ekin biçmeye başladı.

Hacı Bayram Velî Hazretleri, kendisine iltifat etmemişti… Yemek molası verildiğinde herkesi yemeğe buyur ettiği, hattâ köpeklerin kabına bile yiyecek koyduğu halde, Akşemseddîn’i yemeğe çağırmamıştı. Akşeyh, suçun kendisinde olduğunun farkındaydı.

“–Ey nefsim, sen Allâh Teâlâ’nın bu velî kulunu beğenmeyip tenkit edersen, işte böyle yüzüne bile bakmazlar! Senin lâyık olduğun yer burasıdır!” diyerek, köpeklerin yanına yaklaşmış, onlarla birlikte yemeğe başlamıştı.

Hacı Bayram Velî, onun bu tevâzuuna daha fazla dayanamadı:

“–Ey köse, gönlümüze çabuk girdin, yanımıza gel!” diyerek kendisine iltifat etti, sofrasına çağırdı. Yanına oturttuktan sonra şöyle dedi:

“Zincirle, zorla gelen misafiri, işte böyle ağırlarlar!”

Kerâmet göstererek, Akşeyh’in gördüğü rüyadan haberdar olduğunu belirtmişti.

VAPUR KALKSIN MI?

II. Meşrutiyet dönemi şair ve yazarlarından Süleyman Nazif, 1870’te Diyarbakır’da doğdu. Tahsil hayatına Harput’ta başlayan şair, daha sonra Muş Reji Müdürlüğünde, Mardin ve Diyarbekir İdare Meclisinde çalıştı. Meşrutiyet sonrası İttihad-Terakki iktidarını ağır dille tenkit eden yazıları sebebiyle İstanbul’dan uzaklaştırıldı. Sırasıyla Basra, Kastamonu, Trabzon, Musul ve Bağdat valilikleri ile görevlendirildi. Anadolu’da Millî Mücadele hareketinin başlamasında büyük rolü olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin kurulmasına yardımcı oldu. İşgali kınamak üzere Hâdisat gazetesinde yayınladığı «Kara Bir Gün» adlı makalesi üzerine Fransız İşgal Kuvvetleri Komutanı tarafından idama mahkûm edildiyse de, araya girenlerin gayretleriyle bundan vazgeçildi. 1920’de İngilizler tarafından Malta’ya sürgün edildikten sonra 1922 başlarında İstanbul’a dönen Nazif, her dönemde tenkit yazılarını sürdürdü. Son yılları maddî sıkıntılar içinde geçen bu sivri dilli kalem, bundan 85 yıl önce 4 Ocak 1927’de İstanbul’da vefat etti. Kabri Edirnekapı Şehidliği’ndedir.

***

Bursa’dan İstanbul’a dönmekte olan Süleyman Nazif, yol üzerindeki Mudanya’ya uğrayıp kaymakam olan kardeşi Fâik Âli Bey’e misafir olmuştu. Ertesi gün izin isteyip yola çıktı ve İstanbul’a gidecek olan vapura bindi. Vapur küçük, hava çok fırtınalı olduğundan kaymakam bey geminin kalkmasına müsaade etmemişti. Süleyman Nazif Bey, durumun ciddiyetini kavrayamadığından geminin kalkmayışına sinirlenmiş, söylenmeye başlamıştı. Bunun üzerine kaptan;

“–Hava şartları elvermediğinden kaymakam bey geminin hareketine izin vermedi.” dedi.

Ünlü şair, vapurdan çıktığı gibi kaymakamlık binasına koştu. Kardeşi Fâik Beyin odasına girerek bağırıp çağırmaya başladı:

“–Sen, geminin denize açılmasında tehlike olduğunu nereden bileceksin, kaptan mısın? Neden herkesi gemide boşu boşuna bekletiyorsun? Hava güzel, görmüyor musun?”

Kardeşi; birkaç mil ötede fırtınanın şiddetli, dalgaların yüksek olduğunu, vapurun Karaburnu dönerken batabileceğini söylediyse de ağabeyine söz anlatamadı. Sonunda vapurun kalkması talimatını verdi. Bir süre işler yolunda gitmiş, fakat Karaburun önlerine gelindiğinde gemi, dehşetli bir fırtınaya yakalanmıştı. Marmara’nın ortasında kalakalmış, tehlikeli biçimde bocalamaya başlamışlardı. İstanbul vapuru, batmanın kıyısından dönmüş, gecenin geç saatlerinde güçlükle geri dönebilmişti.

Süleyman Nazif yeniden kardeşinin evine gitmişti. Gece, ne Fâik Âli Bey, ne de kendisi fırtına ile ilgili tek kelime etmemişlerdi. Ertesi sabah hava sakin, deniz sütlimandı. Güneş olanca güzelliğiyle pırıl pırıl ışıldıyordu. Ünlü şair buna rağmen kardeşine sordu:

“–Fâik Âli! Deniz nasıl, vapur kalksın mı, ne dersin?”

BEREKETLİ OLUYOR!

Gençliğimiz ve toplumumuza millî şuur aşılayan eserleriyle tanıdığımız şair ve yazarlarımızdan Ârif Nihad ASYA 1904 yılında Çatalca’nın İnceğiz köyünde doğdu. Aslen Tokatlıdır. Bolu ve Kastamonu Sultânîlerinde okumuş, 1928’de İstanbul Dârü’l-muallimîninin edebiyat bölümünü bitirmişti. Bir süre Adana’da liselerde edebiyat öğretmenliği yapmış, 1950-54 yıllarında Adana milletvekili olmuştu. 1962 yılında yine öğretmenlikten emekli olan Asya, bundan 37 yıl önce 5 Ocak 1975’te Ankara’da vefat etti. Aruz ve hece vezinlerini ustaca kullanan Asya’nın en çok kullandığı nazım şekli rubâîdir. Rahat, özentisiz, sade bir üslûbu vardır.

***

Ârif Nihad Bey, uzun zamandır tanıdığı bir dilenciyle şakalaşıyordu:

“–Şu adamdan hiç sadaka aldığını görmedim, seni her zaman; «Allah versin…» deyip başından savar; ama yine de ona uğramadan edemiyorsun, neden?”

Dilenci, irfan ve idrak sahibi biriydi. Hakkı teslim edercesine şöyle cevap verdi:

“–Evet, uğruyorum; çünkü o ne zaman; «Allah versin…» diyerek duâ etse, o gün bereketli oluyor, yani Allah veriyor!”