LEZZETİ, ŞÜKÜR İÇİN İSTEMELİ!

Handenur YÜKSEL

Kādirî tarîkatının kurucusu, Gavs-ı Âzam Şeyh Abdülkādir Geylânî -rahmetullâhi aleyh-, 1077’de Gîlân’da doğdu. Küçük yaşta babasını kaybeden Geylânî, on sekiz yaşına gelince annesinden izin alıp bir kafileye katılarak ilim tahsil etmek için Bağdat’a gitti. Orada tefsir, hadis, fıkıh ve edebiyat okudu, sonra da bu ilimlerin hocalığını yaptı. Hayatında yirmi beş yıl süren bir inzivâ dönemi vardır. Pek çok eser telif etti, en tanınmışı «Fütûhu’l-Gayb»dır. 16 Temmuz 1165’te Bağdat’ta vefat etti.

Bir zaman soylu ve zengin bir hanım, çok sevdiği biricik evlâdını Şeyh Geylânî’nin eğitimine vermiş. Aradan bir süre geçince, çocuğunun durumunu görmek için, şeyhin dergâhına gelerek oğlunun hücresine gitmiş. Bakmış ki, oğlu orada bir parça kuru ekmek yiyor. Bu vaziyet, annenin merhametine dokunmuş, evlâdına acımış. Hemen Hazret-i Geylânî’nin yanına koşmuş. Bakmış ki şeyh, odasında kızartılmış bir tavuğu ayıklamakla meşgul, kendini tutamayıp söylenmeye başlamış:

“–Yâ Üstad! Benim oğlum hücresinde açlıktan ölüyor, sen burada tavuk yiyorsun!”

Hazret-i Gavs, tebessüm ederek tavuğa seslenmiş:

“–Kum bi-iznillâh! (Cenâb-ı Allâh’ın izniyle kalk!)”

Pişmiş tavuğun kemikleri bir anda toplanmış, canlı bir hayvan hâline gelmiş ve yemek kabından aşağı atlayıvermiş!

Gavs-ı Âzam bu kerâmetiyle, soylu kadına şu dersi vermek istemiş:

«Ne zaman oğlunun rûhu cesedine, aklı midesine hâkim olur ve lezzeti şükür için isterse, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.»

ONLARI ÎMAN KUVVETİMİZLE YENDİK!

Büyük denizci Kaptan-ı Derya Hızır Hayreddin Paşa, 1466’da Midilli’de doğdu. Ağabeyi Oruç Reis’le birlikte küçük yaşta denize açıldı. 1520-1529 yılları arasında İspanyolların elinde bulunan küçük bir ada dışında bölgenin tek hâkimi oldu. Büyük gayretler sonunda Kuzey Afrika’da bir devlet kurmayı başardı. 1533 yılında Kanunî Sultan Süleyman tarafından İstanbul’a çağrılan Hayreddin Paşa’ya Kaptan-ı Derya rütbesi verildi. 1538’de Preveze’de dünyanın en güçlü donanmasını mağlûp eden Barbaros Hayreddin Paşa; Rumca, Arapça, İspanyolca, İtalyanca ve Fransızca bilirdi. 5 Temmuz 1546’da vefat ettiğinde 80 yaşındaydı. Beşiktaş’taki türbesine defnedildi.

Barbaros Hayreddin Paşa, Preveze’de, 122 parçalık Osmanlı donanmasıyla 600 gemilik haçlı donanmasını yenerken gösterdiği üstün başarıyı, yakın dostu Seyyid Murâdî’ye şu sözlerle anlatır:

“Düşmanın pek çok üstünlüğüne karşı bizim de üstünlüklerimiz vardı. Bunların birincisi, ben donanmamın bütün filolarına, hattâ her kadırgaya hâkimdim; emirlerim aynı anda en uzak tekneler tarafından bile yerine getiriliyordu. Düşmanın durumu ise tam tersiydi.

Andrea Doria; değil filolara, kanatlara bile hâkim değildi. Bir üstün tarafımız da toplarımızdı. Top menzillerimiz düşmanınkinden uzundu. Bunu bir an bile unutmayarak, donanmamı düşmandan öyle bir mesafede tuttum ki, bizim güllelerimiz, kâfir kadırgalarının seren direklerini kırarken, onların gülleleri, bizim kadırgaların birkaç arşın ötesinde denize düşüyor, kâfir kaptanları hiddetlerinden kuduruyor, ama hiçbir şey yapamıyorlardı.

Lâkin en büyük üstünlüğümüz, îman kuvvetimizle cihan hakanının tebaası oluşumuzdaydı.”

ÖLMEZ ESERLERİN SAHİBİSİN!

Yirmi üçüncü Osmanlı padişahı Sultan III. Ahmed, 1673’te doğdu. Tahta çıktığında otuz yaşında idi. Hattat ve şair olan hünkâr, şiirlerini «Necip» mahlâsıyla yazdı. Saltanat döneminde Akdeniz kıyısındaki Oran şehri fethedildi. 1711’deki Prut seferiyle Ruslardan Azak Kalesi geri alındı, Dağıstan Osmanlı tâbiiyetine girdi. 1727’de İbrahim Müteferrika tarafından ilk matbaa açıldı. 1730’daki Patrona Halil İsyanı sonunda, kardeşinin oğlu I. Mahmud lehine tahttan feragat eden Sultan III. Ahmed, 1 Temmuz 1736’da 62 yaşında iken vefat etti.

***

Sultan III. Ahmed; Tekbir, Salât-ı Ümmiye, Na’t-ı Mevlânâ gibi ölmez eserlerin bestekârı Buhûrîzâde Mustafa Itrî Efendi’yi bir ziyafete davet etti. Üstad meclise geldiğinde yanına oturtup iltifatta bulundu. Yemek sırasında sofracıbaşı, elindeki altın kapaklı bir sahanı padişahın önüne koymaya hazırlanırken, sultan şöyle emir buyurdu:

“Bu yemeği üstat için hazırlattım, onun önüne koyunuz!”

Sahan, Itrî’nin önüne bırakılınca, padişah gülümseyerek şöyle dedi:

“Buyurun, başlayın!”

Itrî, kapağı kaldırınca şaşkına döndü. Sahanın içi elmas, yakut ve zümrüt gibi kıymetli taşlarla doluydu. Hünkârın eteklerine kapanarak şu cevabı verdi:

“Ah padişahım, bu fakir böyle bir servete lâyık değildir!”

Sultanın tebessümü sürüyordu:

“Itrî! Bu mücevherler eserlerinin karşılığı değil, ama kabul etmeni istiyorum. Çünkü eserleriniz lâ-yemût (ölmez), bunlar ise fânîdirler!”

BU DELİLER KARAR VERMİŞLER!

Sultan V. Mehmed (Reşad), 2 Kasım 1844’te doğdu. Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi üzerine (1909), 65 yaşında iken hükümdar oldu. Saltanat yıllarında idareye hiç tesiri olmadığı söylenebilir; çünkü bütün yetki İttihatçı paşaların elindeydi. Hükümdarlık döneminde Arnavutluk İsyanı bastırıldı; ardından 1912’de Balkan, 1914’te Birinci Cihan Harbi patladı. Bu savaş esnasında müttefik kuvvetler Çanakkale’yi geçemeyerek geri çekildiler. Ruslar, 1917’de yapılan anlaşmayla Kars, Batum ve Ardahan’dan çıktılar. Sultan Reşad, 3 Temmuz 1918’de vefat ettiğinde 73 yaşındaydı. Eyüp Sultan’daki türbesine defnedildi.

Birinci Cihan Harbi ilân edilmiş, Osmanlı Devleti savaşa girmişti. Yenikapı Mevlevîhânesi’nin genç şeyhi Abdülbâkî Dede; Sultan Reşad’ın dergâh ziyaretlerinden birinde, İslâm halîfesi sıfatıyla, harbe girmemize mânî olunması lâzım geldiğini, kendisine -âdeta- ihtar edince, padişah şu cevabı verdi:

“Oğlum, bir harbin iki neticesi vardır; ya galibiyet ya da mağlûbiyet. Eğer galip gelirsek, menfaatimizedir; milletin menfaatine mânî olmak ise hıyanettir. Tabiî mağlûp da olabiliriz. Fakat bu deliler -İttihatçıları kastederek- bir defa karar vermişler ve girmişler, mânî olmanın imkânı yok. Önlerine geçerek mânî olmaya çalışsam, beni de mahvederler. Bu ise daha büyük bir delilik olur.”

BAKILACAK GÖZ KALMADI

19. asrın şair ve hiciv ustalarından Seyrânî, 1800 yılında Develi’de doğdu, tahsilini İstanbul’da tamamladı. Sultan Abdülmecid döneminde İstanbul’da yedi yıl kaldı. Âşık kahvelerinde, konaklarda, hattâ sarayda çalıp söyledi. Hicivleri yüzünden İstanbul’dan kaçmak zorunda kalan Seyrânî, bir süre Halep’te bulunduktan sonra doğduğu yere döndü. Hayatının son zamanları yokluk ve sefalet içinde geçti. Âşık ve dîvan tarzı şiirler yazarak sistemin aksayan yönlerini hicveden şair, 1866 Temmuz’unda vefat etti.

Seyrânî, bir hastalığı sebebiyle âmâ olan bir dostuna rastlamıştı. Önce selâm verdi, sonra da hatırını sordu:

Âmâ arkadaşı, ünlü şaire ümitsizce sızlandı:

“–Ah üstat, bende dünyayı görecek göz kalmadı.”

Seyrânî, dostunu şöyle teselli etti:

“–Esef etme, dünyada da bakılacak göz kalmadı!”