Dost Şakaları
Yard. Doç. Emin IŞIK
Üsküdar Mevlevîhânesi’nin son postnişîni Ahmet Remzi (AKYÜREK) Dede, Kayseri Mevlevîhanesi şeyhi Süleyman Atâullah Efendi ‘nin oğludur. Dünyaya gözlerini tekkede açtı. Küçük yaştan itibaren ilim ve kültürce zengin bir çevrede yetişti. Hem mektep, hem medrese tahsili aldı. Bir süre İstanbul’da memuriyette bulunduktan sonra Kayseri’de ahlâk ve din dersleri öğretmenliği yaptı. Kütahya ve Kastamonu Mevlevîhâneleri’nde şeyh vekilliği yaptı. Halep Mevlevîhânesi’nde görevli olduğu sırada Birinci Dünya Savaşı patlak verince, Mevlevî Gönüllüleri Taburu’na katıldı. Savaş sonrası Üsküdar Mevlevîhânesi’ne şeyh oldu. Tekkelerin kapatılması üzerine, Selimağa Kütüphanesi’nde baş memur olarak çalıştı. 1937 yılında emekliliğini beklemeden görevden ayrıldı. Vefat tarihi olan 1944 yılına kadar daha ziyade Ankara’da ikâmet etti.
Âlim, fâzıl, ârif ve zarîf, hoşsohbet bir zât olarak, ilim ve irfan ehlinin aranan ve özlenen simâları arasındaydı.
Özellikle hemşehrileri, yerli, yersiz sataşmada bulunurlar; «bu gıdıklamalara bakalım, hoca ne diyecek?» diye merak ederlerdi.
Bir gün karşılaştığı bir hemşehrisi:
“-Hoca efendi, zâtınız da yaşlanmışsınız ha!” deyince, Hoca:
“-Kusura kalma, sonradan oldu!” demiş.
Bir Ramazan günü, Beyazıt Camii’nde, bir grup dostuyla sohbet ederken, birkaç tanıdık yaklaşmış, içlerinden biri hocaya bir 10 kuruş vermiş. Hoca:
“-Bu nedir evlâdım?”
“-Fitrem, hoca efendi.”
“-Allah kabul eylesin. Aldım kabul ettim.” demiş. Öbürleri, hemen itiraz etmişler:
“-Olur mu hoca efendi, hiç 10 kuruştan fıtre olur mu? Dün müftülük fitreleri îlan etti: En aşağısı arpadan, O da 50 kuruş.” demişler. Hoca, sakin sakin başını sallamış:
“-Evlâdım, biz insanın fitresini arpadan, eşeğinkini samandan hesap ederiz! Onun için 10 kuruştan da fıtre olur.” diye cevap vermiş…
Tâhiru’l-Mevlevî de (OLGUN) meşrep ve mizaç olarak, Ahmet Remzi Dede’ye yakın bir karaktere sahip. O da Mevlevî kültürüyle yetişmiş, hoca gibi edip ve şair bir zât. Bu ikisi birbirlerinin tarîkat yoldaşı ve can dostudurlar. Ahmet Remzi Dede, 5-6 yaş daha büyük olduğu için, yaşına ve kıdemine hürmeten, Tâhiru’l-Mevlevî, ona dâima bir ağabey gibi saygı gösterir ve hürmette kusur etmemeye çalışırmış. Ancak her nasılsa, aralarına bir kırgınlık girmiş. Belki soğukluk girmiş demek daha doğrudur.
Bir süre birbirlerinden uzaklaşmışlar. Bir gün hoca Kayseri’den İstanbul’a giden bir tanıdık vasıtasıyla Tâhiru’l-Mevlevî’ye, bir hediye gönderiyor. Kutuyu açıyorlar. İçinden kâğıda sarılmış bir tomar pastırma ile el kadar bir kâğıt parçası çıkıyor. Kâğıtta şu beyit yazılı:
Kayserî’den tuhfe takdim ettiğim pastırmadır.
Tuhfe takdîmi değil, kastım suçum bastırmadır.
Ahmet Remzi Dede’nin Ankara’ da ikâmeti sırasında, Tâhiru’l-Mevlevî, Ankara’daki dostlarını ziyarete gidiyor. Trenden inince, karşılamaya gelenler arasında Ahmet Remzi Dede’yi de görüyor. Bu yaşlı hâliyle istasyona kadar zahmet edip gelmesine üzülüyor ve mahcubiyetini dile getiriyor:
“-Aman efendim, bizi mahçup ettiniz. Ne diye zahmet buyurdunuz? Biz sizi görmeden gidecek değiliz. Gerçi devlethanenin hangi semtte olduğunu bilmiyoruz, ama dostlar vasıtasıyla nasıl olsa bulurduk… ” deyince, Ahmet Remzi Dede, oracıkta hemen şu dörtlüğü okuyor:
Harmen-i irfânımız dâne-feşân-ı feyz idi.
Gıpta-resândı bağımız, cennetin gülzârına.
Biz yine ol âdemiz, bilmem öküzlük kimdedir.
Eyledi iskân bizi devran Saman Pâzârı’na!
İşte görüyorsunuz, onlar sadece şiir yazmakla, şiir okumakla kalmıyorlardı. Edebiyle erkânıyla şiiri yaşıyorlardı. Şiir onların yaşayışında bir süs eşyası değildi, temel ihtiyaçlardan biriydi. İç dünyalarını şiir haline getirdikleri için, sözleri kendiliğinden şiir oluyordu.