DEĞİŞEN TOPLUM VE MÛSIKÎNİN ROLÜ-RÖPORTAJ

Bestekâr Âmir ATEŞ ile Toplumumuzdaki Sanat ve Mûsıkî Anlayışı Hakkında Konuştuk…

Âmir ATEŞ Kimdir?

1942’de Kandıra’da doğdu. Küçük yaşlarda hâfızlığını ikmâl ettikten sonra İstanbul’a gelerek çok değerli hocası H. Hasan AKKUŞ’ tan tâlim, tecvid ve tashîh-i huruf dersleri aldı. Tahsîlini daha ziyade dinî alanda yapmış olan Âmir ATEŞ, Mahir İZ Hocaefendi’nin edebiyat derslerine de katıldı. Mûsıkîde zamanının önde gelen isimleri olan Kemâl BATANAY, Sabahattin VOLKAN, Halil CAN ve Sadettin KAYNAK gibi büyük bestekârlardan istifade etti. 1959’da Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti’ne devam etmeye başladı. Beste çalışmalarına başlaması da hemen hemen aynı dönemde gerçekleşti. Her yönüyle asıl mûsıkî feyzini ise mûsıkîmizin parlak sîmalarından Emin ONGAN Bey’ den aldı. Yesâri Âsım ARSOY’la da baba-oğul yakınlığı içerisinde oldu.

“İstanbul Ehl-i Kur’ân ve Mevlidhânlar Derneği ” gibi çeşitli tasavvuf müziği topluluklarının başında bulundu. Diyanet İşleri Başkanlığı seminer kurslarında hocalık yaptı. Ayrıca “Türkiye Denizcilik İşletmeleri Marmara Mûsıkî Derneği ” ve daha başka dernekler de olmak üzere pek çok yerde mûsıkî dersleri verdi. Ülkemizdeki bu güzel çalışmaları yanında Almanya, Hollanda, Fransa ve Belçika gibi yabancı ülkelerde de tasavvuf mûsıkîsi programlarına katıldı.

Değerli bestekârımız, Türk Sanat Mûsıkîsi, Türk Halk Mûsıkîsi, Tasavvuf Mûsıkîsi ve saz eserleri gibi muhtelif dallarda şu an 2000′ e yakın eser vücuda getirmiş bulunmaktadır. Bestekârımızın birbirinden güzel ve harika eserleri, çok takdir ve alâka görmekte ve yurdumuzun pek çok yerinde mûsıkî derneklerince bu eserlerinden oluşan konserler icrâ edilmektedir.

Hâlen TRT’de repertuvar kurulu üyesidir. Aynı zamanda Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti’nin de “Beste ve Etüd Dersleri” hocalığını yürütmektedir.

Evli ve iki çocuk babasıdır.

Yüzakı: Efendim, Yüzakı Dergisi olarak değişen toplum paralelinde, değişen sanat ve mûsıkî anlayışımız hakkında bir mülâkat yapmak istiyoruz.

İlk önce, mûsıkî mefhumundan başlayalım isterseniz. Gerçek mânâda mûsıkî deyince ne anlamalıyız?

Âmir ATEŞ: Mûsıkî kâinat ile beraber doğmuş bir güzelliktir. Yani öyle birkaç bin senelik bir ilim dalı değildir. Ezel bezminde ruhlar «Elestü bi-Rabbiküm?» hitabını duyunca o sesin güzelliğinden mecnun olmuşlardır. İşte hâlâ o mecnunluk içinde duydukları o en güzel, ilk sesi aramaktadırlar. Kâinat da koca bir âhenk ve mûsıkî manzûmesidir. Rüzgârın uğultusu, suların şırıltısı, kuşların cıvıltısı, kuzuların meleyişi, kısacası kâinatta var olan bütün sesler, hep birer mûsıkîdir… Bunların hepsi de yüce bir âhengi simgeleyen ve nağmeleri birbirinden hârika, müthiş bestelerdir.

Bir toplumun en başta gelen değerleri din, dil ve mûsıkîdir. Ben mûsıkîyi mütemmim (tamamlayıcı) olarak da görürüm. Güzel sanatların en güzel dalının da mûsıkî olduğunu iddia ederim. Güzel sanatlar içerisinde mûsıkînin başka bir alternatifi yoktur. Bunun alternatifi benim nâçiz kanaatimce, sadece aşktır… Zaten ilâhî aşktan daha büyük ne var? Mûsıkî anlayışını Cenâb-ı Hakk’ı zikretmeye kadar ileriye götürebilirsiniz.

Mûsıkî denilen nutk-i ilâhî, engin bir denizdir, nâmütenâhî… O denizin içinde keşfedilmemiş, neler neler var… En büyük mûsıkî Kur’ân’dır. «Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı sesinizle güzelleştirin, ziynetlendirin, süsleyin.» diye emir bile var. Nitekim Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Abdullah İbn Mes’ûd’a sık sık:

“-Bir Kur’an oku da dinleyelim.” derdi.

O da:

“-Yâ Rasûlâllah, Kur’ân size inzal oldu, huzurunuzda okumaktan hayâ ederim.” dediğinde:

“-Ben, Kur’ân’ı başkasından dinlemeyi de severim.” diye cevap verirdi.

Hazret-i Peygamber’in bu şekilde güzel sesli sahâbesinden Kur’ân dinleme arzusu, Abdullah İbn Mes’ûd’un yanında âzadlı köle Hazret-i Sâlim ve pek çoklarına karşı vâkî olmuştur.

Ayrıca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ebûbekir gibi bir numara ve Hazret-i Ömer gibi sahâbenin ileri gelenleri dururken ne diye onlara değil de Habeşli Bilâl’e: “Yâ Bilâl, çık ezan oku!” dedi? Çünkü onun sesi daha güzeldi. Bunu iyi düşünmek lâzım.

Burada büyüklerimizden duyduğum bir hususu da dile getirmek istiyorum. Mahşer günü bizzat Cenâb-ı Hakk’ın, cennet ehline, hayal bile edilemeyecek derecede güzel ve tarrifi mümkün olmayan bir sadâ ile Rahman Sûresi’ni kırâat buyuracağı rivâyet edilmektedir. Böyle bir müjde ve lütuf da, güzel sesin bizler için ne ifade ettiğini göstermesi bakımından müstesnâ bir örnektir.

Yüzakı: Mûsıkî gerek ruhlar gerekse diğer varlıklar üzerinde güçlü bir tesir icrâ ediyor. Bu noktada söylemek istedikleriniz nelerdir?

Âmir ATEŞ: Yokuş aşağı hızla akan bir suyun, bir Kur’ân-ı Azîmüşşân tilâvetiyle tersyüz olup yukarıya doğru aktığı veya akmayıp durduğu, tarihin tespit ettiği hâdiselerdendir.

Mûsıkînin tesiriyle ilgili bir hâtıramı anlatmak istiyorum:

Askerden yeni geldiğim sıralar bir gün Balat’ta Mevlid okuyoruz. Malûm-i âlîniz, Mevlid, mûsıkî ile ifade edilen en güzel eserlerdendir. Mûsıkîsiz mevlid olmaz… Neyse, diğer bahirlerin okunması bitti. Vefat bahrini okuyorum:

Fâtımâ âh idip anda ağladı.
Bâbasının boynuna el bağladı.

Ağlayûben dedi ey cânım baba.
Gönlümün sultânı cânânım baba.

Ölme sen senin içün ben öleyim.
Sen sağol ben sana kurbân olayım.

Bu kısmı okurken birden caminin ortasında birisi «aaah!» diye bir nâra attı. «Allaaah!» diye bağıranları çok görmüştük de «aaah!» diye bağıranı hiç görmemiştik. Adam bağırdı ve kendisini kaldırıp yere attı. Biraz tuhafça olduğundan garipsedik.

Aradan dört-beş ay geçti. Yine Osmanağa Camii’nde bir mevlid okudum. O zaman mevlid kürsüde okunurdu. Şimdi kürsüde okumuyoruz, mihrapta okuyoruz. Bitince kürsüden inmek için kalktım ayağa. Aşağıdan birisi kollarını açtı: «Bırak kendini.» dedi. Bütün millet de kalktı, beni tebrik edecekler. «Allah kabul etsin, teşekkür ederiz.» filân diyecekler. Adama baktım. İnerken elimi uzattım. Elimi tuttu, sonra beni kaptı ve sıkıca sarıldı boynuma. Bir taraftan da ağlıyordu. Cemaat de: «Efendi, bir dakika…» filân diyor… Benimle tebrikleşecekler ya… Onlara döndü: «Bir dakika müsaade edin…» dedi. Sonra bana dönüp: «Beni tanıdın mı hocam?» diye sordu. «Hayır.» dedim. «Bundan dört buçuk ay evvel, Balat’ta caminin ortasında yakışıksız bir şekilde bağıran serseri bendim. O babamın mevlidiydi ve ben hayatta ilk defa o gün camiye girmiştim. İşte o günden beri camiden çıkmadım hocam!» dedi. Sonra ben cemaatle tebrikleştim. Camiden o adamla beraber çıktık. Bana: «Bundan sonra Allah beni camiden çıkarmasın. Çıkarsam da bir an evvel canımı alsın.» dedi. İşte buna benzer hadiselere şâhit oldum …

Bu nedir? Mûsıkînin, hele hele şiirle, edebiyatla özdeşleştikten sonra, insanlar üzerindeki tesirini gösteren bir örnektir.

Yüzakı: Aynı zamanda aşk ve hakikatle yoğrulmuş bir mûsıkînin tedavî gücü?

Âmir ATEŞ: Hiç şüphesiz. Manisa’ da şâhit olduğum bir örnekle de bunu anlatayım:

Orada Anıl isminde meczup bir delikanlı var. Duyduğuma göre önceden etrafına zarar verir, evlerin camlarına, arabalara falan taş atarmış. Ama kulağı ezana alıştığı günden beridir bu tür davranışları bırakmış. Artık minareden güzel bir ezan sesinin yükseldiğini duyar duymaz hemen olduğu yerde durup elini kulağına götürüyor ve kendisi okurmuş gibi yapıyor. Görüyor musunuz, güzel sesle okunan bir ezan-ı Muhammedî, meczupları bile nasıl tedavi ediyor?..

Bütün bu tesirleri sebebiyle mûsıkî bir milletin sahip olduğu en güçlü silâhlardan biridir. Nitekim Mısır Cumhurbaşkanı Abdunnâsır, hârikulâde bir sese sahip olan rahmetli Ümmü Gülsüm için: «Amerika’nın atomu varsa, bizim de Ümmü Gülsüm’ümüz var.» demişti. Bu içi boş bir söz ya da avuntu değildir.

Yüzakı: Ya kötü mûsıkînin tesiri?

Âmir ATEŞ: O da bir belâ tabiî. Öyle ki güzel şeyleri bile kötü mûsıkî berbat eder. Bunu da bir örnekle anlatayım isterseniz. Gençlik yıllarımızda çok anlatılan bir hâdise geldi hatırıma:

Bir Fransız sefiri, faytonu ile her gün Aksaray Vâlide Camii ‘ nin yanından gelip geçermiş. Geçerken de oradan okunan ezanı dinlemekten kendini alamazmış. Ezan bittiğinde de seyisine bir altın sarı lira verir ve: «Bunu al, ezan okuyana ver.» dermiş. Seyis de gider verirmiş. Bu bir müddet böylece devam etmiş. Sefir, her gün o ezanı dinleye dinleye artık tamamen hamur gibi yumuşak bir kalbe sahip olmuş. Hattâ İslâmiyet’i kabul etme sınırına da yaklaşmış.

Sefir yine bir gün îtiyâdı üzere faytonu caminin yanında durdurmuş. O gün de caminin müezzini ya hastalık ya da sefer sebebiyle camiye gelememiş. Onun yerine ezanı okuyan kişi ise gayet bet sesli birisiymiş. Çıkmış çirkin sesiyle ünlemiş ünlemiş, inmiş. Sefir önce irkilmiş sonra da hemen bir kese altın çıkarıp seyise vermiş:

«-Bunu götür, ezan okuyana ver.» demiş. Seyis:

«-Aman efendim!.. O güzel sese her gün bir altın gönderiyordunuz. Bugün bu çirkin sesin neyine lâyık gördünüz bir kese altını? ” diye sormuş. Sefir, seyise demiş ki:

«-Öteki, beni neredeyse dinimden edecekti. Bu ise bugün benim kendi dinimde kalmama sebep oldu. Cân u gönülden veriyorum bu altınları.»

Çok ibretlik bir hâdisedir bu…

Verdiğimiz bu örnekler, güzel ve terbiye edilmiş bir sesin olumlu, çirkin sesin ise olumsuz tesirlerini gayet iyi ifade ediyor.

Yüzakı: Sesin tesir gücünden bahsettiniz. Mûsıkînin bu gibi tesirlerinin yanında bir de hayatla birlikte akan bir yönü var. Haliyle toplumumuzun yaşamış olduğu kültür ve zihniyet değişiminden mûsıkî de nasibini aldı. Mûsıkîmizin bugün içinde bulunduğu durumun tasviri sadedinde neler söylemek istersini1? Mûsıkîmizin mihrakı yerinden kaydı mı?

Âmir ATEŞ: Mûsıkî ne yerinden kaydı, ne de değerinden bir şeyler kaybetti. Kayan, değerinden bir şeyler kaybeden biziz. «Mûsıkîmiz maalesef acınacak hâlde…» diyoruz ama, acınacak hâlde olan aslında mûsıkîmiz değil, biziz. Mûsıkînin değerine, güzelliğine ve özellikle de bizim mûsıkîmizin seviyesine pâyan yok.

Ama bugünkü durumda öyle bir seviyesizleştik ki, millet olarak ben utanıyorum. Biz bugün mûsıkîden koptuk. Kopunca da başka yerlere doğru savrulduk.

Meselâ son senelerde yeşil pop dedikleri bir şey çıktı. Zırvalamanın bir diğer şekli… Bu zırva, dinî ve ahlâkî hassasiyetleri sebebiyle pop kültürüne mesafeli durmaya çalışan kişileri pop kültürsüzlüğünün içine çekmekten başka bir şeye hizmet edemez. Ayrıca bu, yetersizliğin ve seviyesizliğin ifadesinden başka bir şey değildir. Çünkü bunları yapanların rastlan yok, nihâventleri yok, kürdilihicazkârları yok, ferahfezâları yok, sultâniyegâhları yok… Bu zenginlikten mahrum olunca da yeşille, sarıyla, karayla kendilerini avutmaya çalışıyorlar. Kanı kaynayan gençlerimizin ritimli ve hareketli olan şeylere alâka duyması ayrı bir şeydir. Ancak bunu bir mûsıkî olarak vasıflandırmamız, yanlış ve hatalıdır.

Bu gibi temâyüller, sanatın gerçek değerini yitirmesinden kaynaklanıyor. Bugün mûsıkîye ve sanata vermiş olduğumuz değeri ölçebilmek için sanatçı vasfını yakıştırdığımız kişilere bakmamız yeterli olacaktır. Bugün sanatçı denilen zevatın çoğu, ne sanat ne şahsiyet ne de hayat olarak örnek alınabilecek kimseler değildir.

Ama hakikî sanatkârlarımız her yönüyle müstesnâ kişilerdir. Hamâmîzâde Dede Efendi, Zekâi Dede, Münir Nurettin SELÇUK, Alaaddin YAVAŞÇA, Sadettin KAYNAK… Bunlar gibi gerçek sanatkârlar hem sanatları hem de şahsiyetleri ile örnek alınabilecek kişiler… Hattâ ben onlar için sanatçı vasfını bile çok zayıf görürüm.

Yüzakı: Sizce bu yetersiz ve olumsuz durumun oluşumunda ne gibi içtimâî tesirler rol oynadı?

Âmir ATEŞ: Bir kere, mûsıkî yerli yersiz bir şekilde dışlandı. Oysa mûsıkî, diğer bütün sanatİar ve ilimler gibi Kur ‘ân-ı Kerîm’i hakkıyla anlayıp hem aklen, hem rûhen hem de zevken ondan en üst seviyede istifade edebilme pâyesine ermek için sadece bir merdivendir. Ama biz, bu merdiveni bir tarafa bırakırsak yani kendi müspet mûsıkîmizi dışlarsak, o zaman da fıtrat boşluk kabul etmiyor ve meydana çıkan boşluğu istemediğimiz yabancı müzikler dolduruyor. Çocuklarımız hiç kimseye kulak asmadan kendilerini onlara kaptırıveriyorlar. Sonra ruh da kayıyor, ahlak da edep de… Çünkü her mûsıkî, kendi kültürünü aktarır.

Onun için bu meseleyi doğru bir şekilde ele almak lâzım. Evlâtlarımız; kulu Rahmân’a götüren bir mûsıkî ile yetişmezlerse, şeytana götüren mûsıkî ile perişan olmaları, kaçınılmazdır. Bu gerçek bazen fark edilememiş ve bugünkü durum ortaya çıkmıştır.

Mûsıkîmizdeki yozlaşmanın bir diğer sebebi de sanat tanımının darlaşması… Bizim oralarda söylenen bir söz vardır: «Ses ilmin yarısıdır.» derler. Bu, itibar edilen şeyi gayet yerinde ifade eden bir sözdür. Ama bugün: «Ses ilmin bütünüdür.» gibi bir idrak oluşmuş durumda. Zaten bizim talihsizliğimiz de buradan başladı. Bir kişi, eğitimsiz de olsa, yanık bir sese sahip olduğu zaman halkın gözünde derin hoca oluveriyor. Ama beri tarafta, dünyanın en büyük kitaplarını telif etmiş bir âlim olsa bile onu kimse anlamıyor.

Dolayısıyla bir ilim sahibinin sesi güzel olmayabilir, fakat yazılarında ve yaptığı konuşmalarında dâima güzel sesi ve mûsıkîyi tebcil edebilir. Yani onun şeytanî değil de Rahmânî yönde gelişmesine katkıda bulunabilir.

Bu sebepten, kâbiliyet sahibi olan hocaefendiler, her iki tarafı da en azından fikriyat bakımından kendilerinde toplamalıdırlar. Yani ilim tahsiliyle beraber, mûsıkî sanatıyla da iştigal edip hem seslerini hem seslerini hem seslerini hem de ruhlarını terbiye etmelidirler. İlmiyle mücehhez, hâliyle-kâliyle mükemmeliyette bir insan, güzel sesiyle mûsıkînin enfes makam ve melodilerini edebî inceliklerle dolu manzûmelerle icrâ ettiği zaman, iş başkalaşıverir. İşte şu anda bizim mahrum olduğumuz şey bu!..

Yüzakı: Bu mahrumiyet nasıl bir boşluk oluşturuyor?

Âmir ATEŞ: Bu mahrumiyet sebebiyle, lâfazanlığı ve edepsizliği ile meşhur kişiler ortalığı şamataya boğarak milyonları etrafında topluyor. Öbür taraftan hakikî sanatkârlar bir köşede unutulup açlığa terk ediliyor. Yani çok vahim bir kültür ve sanat zâyiatıyla karşı karşıyayız. Neticede kaybeden ise millet oluyor.

Âmir ATEŞ: Bu mahrumiyet sebebiyle, lâfazanlığı ve edepsizliği ile meşhur kişiler ortalığı şamataya boğarak milyonları etrafında topluyor. Öbür taraftan hakikî sanatkârlar bir köşede unutulup açlığa terk ediliyor. Yani çok vahim bir kültür ve sanat zâyiatıyla karşı karşıyayız. Neticede kaybeden ise millet oluyor.

Yüzakı: Peki efendim, kültür müesseselerimizin bu konudaki hassasiyeti ne ölçüde?

Âmir ATEŞ: Mûsıkî denildiği zaman en önce akla gelen müesseselerimizden birisi şüphesiz TRT’dir. Birkaç sene öncesine kadar televizyon ekranlarında Türk Sanat Mûsıkîsi’nin eski güzelliği ile tekrar dirildiğini gösteren çok güzel misâller vardı. Ama bu gelişme birden kesintiye uğradı.

Şimdi, şairin dediği gibi, öz evimizde giriftâr-ı gurbetiz… Pırıl pırıl besteler ve yeni yetenekler kaybolup gidiyor.

Ama buna rağmen sevindirici gelişmeler de olmuyor değil… Şu an birçok yerde mûsıkî dernekleri var. Hocalarından olmakla iftihar ettiğim Üsküdar Mûsıkî Cemiyeti başta olmak üzere, İstanbul ‘ un birçok muhitinde, İzmit ‘ te, Bursa’da, Ankara’da, İzmir’de, Eskişehir’de, Balıkesir’de ve daha birçok ilimizde bulunan bu dernekler çoğu zaman belediyelerin de desteğini alarak fevkalâde atılımlar yapıyorlar. Sadece benim eserlerimin bile bu ay üç-dört tane ayrı mûsıkî cemiyeti ta rafından tertiplenmiş konserleri var. Geçenlerde Yeditepe Üniversitesi’nde oldu. Ondan evvel Büyükşehir Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi’nde adıma bir gece yapıldı. Erol SAYAN geçenlerde Kahramanmaraş’a gitti. Onun da orada eserlerinin konseri vardı. Yine Bilge ÖZGEN eserlerinin konseri için Amerika’ya gitti… Bütün bunlar sevindirici şeyler. Ama bunlar yeterli değil. Devletin de iyiden iyiye bu dâvâyı sahiplenmesi lâzım.

Öbür türlü bu sahiplenmeyiş birçok gerçek sanatkârımızı küstürecektir. Nitekim kimilerini küstürdü de…

Yüzakı: Dede Efendi’nin «Artık bu oyunun tadı kaçtı.» derken kastettiği şey de bununla mı alâkalıydı?

Âmir ATEŞ: O devirde öz mûsıkîmizden batı mûsıkîsine doğru ufak bir ilgi kayması yaşanmıştı. Bu cümle de, onu ifade eder. Ama bugün gelinen nokta çok daha vahim…

Yüzakı: Efendim bu hususta son olarak neler söylemek istersiniz?

Âmir ATEŞ: Son olarak şunu diyorum: Bir ülke; siyasî, içtimâî, ticarî, sanayî ve ziraî sahada terakki etmek istiyorşa mutlak sûrette sanatına sahip çıkmalı. Bilhassa edebiyatına ve mûsıkîsine sahip çıkmalı… Çünkü din bile onlarla ifade ve tebliğ edilir. Edebiyat ve mûsıkî sanatları hor görüldüğü müddetçe ben, bu ülkede ilerleme diye bir şeyin olacağına asla ve asla inanmıyorum. Allah bir an evvel bize uyanıklık versin, basiretimizi açsın. Biz bu güzelliklere sahip olalım. İnşallah geleceğe de, ümitle bakalım. Bunu bekliyoruz ve bu güzellikleri de en kısa zamanda arzu ediyoruz.

Yüzakı : Biz de bu temennî ve duâlanmza cân u gönülden katılıyoruz efendim. Yaptığmız çalışmaların devamını da dileyerek sizleri tebrik ediyor ve bizlerle paylaştığmız kıymetli bilgiler dolayısıyla da candan teşekkür ediyoruz…

Âmir ATEŞ: Ben de size candan teşekkür ederim… Ayrıca düşünülmesi bile artık hayal zannedilen güzellikleri Yüzakı olarak kültürümüze kazandırmaya yönelik yaptığınız başarılı çalışmalarınızı takdirle tâkip ediyor ve sizlere karşı şükran hisleriyle de dolu olduğumu ifade etmek istiyorum. Yüzakı’ yla yüzümüzü gerçekten ağarttınız. Eminim en büyük teşekkürü size tarih takdim edecektir.