DEDE EFENDİ VE AKBIYIK’TAKİ KONAK

Can ALPGÜVENÇ

Son dönem edebiyatımızın büyük kıymetlerinden A. Hamdi TANPINAR’ın «rızâ ve katlanışın sofrasında boynu bükük duran Mevlevi, titiz ve her sırra vâkıf usta…» diye tanımladığı Hamamîzâde İsmail Dede Efendi, 1777’de İstanbul Şehzadebaşı’nda doğdu. Babası, Altımermer’deki Çavuş Hamamı’nı işleten Manastırlı Süleyman Ağa idi. Küçük İsmail, yedi yaşını doldurduğunda, Hekimoğlu Ali Paşa Camii’nin bitişiğindeki Çamaşırcı İlkokulu’na başladı. Sesinin güzelliği daha o yaşlarda herkesin dikkatini çekiyordu. Hocası Uncuzâde, onun sadece mûsıkî eğitimine özen göstermekle kalmadı, geleceğini de düşünerek, daha on yaşında iken «Başmuhasebe Kalemi»ne aldırdı. İsmail, yedi yıl hem kaleme, hem de Yenikapı Mevlevîhânesi’ne devam ederek, dergâhın postnişini Şeyh Ali Nutkî Dede’den mûsıkî ilminin inceliklerini öğrendi. Ali Nutkî Dede, onun mûsıkîdeki üstün kabiliyetine hayran olup bir gün kendisine şöyle dedi:

“Oğlum! Sendeki mûsıkî kâbiliyeti Allah vergisi. Öyle görüyorum ki istikbâlin en büyük üstadı olacaksın. Cenâb-ı Allah feyzini artırsın!”

İsmail, yirmi yaşına geldiğinde, Ali Nutkî Dede’nin huzuruna çıkarak:

“-Efendim, fakiriniz artık kalemi terk edip, kabul buyurursanız tamamen bu tarîk-i âlîye girmek istiyorum.” dedi.

Ali Nutkî Dede şöyle cevap verdi:

“-Oğlum, kabul ediyorum, ama şunu iyi bilesin ki burası dergâhtır; çilekeşlik kolay değildir. Sonradan vazgeçeceksen bu işe boşuna girme; yerine göre burada insana odun yarıcılık dâhi yaptırılır!”

Mevlânâ mutfağının hizmetine talip olduğunda 21 yaşında bir delikanlı olan İsmail, yapılan bütün îkaza rağmen, hizmetin her türlüsünde sabır göstereceğine, bu yolda kusur etmemeye çalışacağına söz verip, çilekeşliğe kabulünü rîca etti.

BANA PÎR’İMİN İHSANI!

Çileye girmesinden bir müddet sonra babası vefat etti. İsmail, annesinin bütün itirazına rağmen, babasından kalan hamamı satarak, bu parayı dergâhta harcadı, dervişlere ziyafetler çekerek parayı bitirdi! Ancak çilesinin ikinci yılı dolmamıştı ki, «Zülfündedir benim baht-ı siyâhım» güfteli meşhur «bûselik» şarkıyı besteledi. Bu eser, mûsıkî mahfillerinde hızla yayıldı, herkes tarafından çok sevildi. Öyle ki, eserin bestekârı olan dervişi görmek için birçok mûsıkî meraklısı Yenikapı Mevlevîhanesi’ne üşüşerek: “Burada bir Derviş İsmail varmış, görmek isteriz.” demeye başladılar.

Eserin şöhreti, sonunda saraya kadar ulaştı. Bûselik beste, Sultan III. Selim’in hânendeleri tarafından meşk edilerek huzurda okundu. Padişah şarkıyı çok beğenerek bestekârın saraya çağrılmasını irade etti. Yetkililer, dervişin saraya gönderilmesi için dergâhtan izin isteyince Ali Nutkî Efendi şöyle dedi:

“-Sultanımızın emr-i şâhâneleri başüstüne; ancak derviş çilededir; çilesi de iki seneye bâliğ olmuştur. Tarîkimizin usulünce gece dışarıda kalamaz. Rica ederim akşam ezanından evvel dergâha avdet etsin!”

Sultan III. Selim, İsmail’i huzuruna kabul edip iltifatta bulunarak bûselik bestesini okuttu. Eser, padişahın o kadar hoşuna gitti ki, tekrar tekrar dinledi. Sonunda kendisini büyük bir ihsanla ödüllendirerek dergâha gönderdi. Derviş İsmail, saraydan çıktığında akşam ezanına bir saat kalmıştı. Kısa bir süre için, yol üzerinde bulunan annesine uğradı. Kapı açıldığında:

“-Anneciğim! Hamamı satıp parasını dervişlere yedirdiğim için küsmüştün, Bak pîrim neler ihsan etti?” diyerek, saraydan kendisine verilen keseyi annesine uzattı ve ardından aceleyle çıkarak dergâha zamanında yetişti.

O, MÛSİKÎDE BİR CANAVAR!

Derviş İsmail, 1800 yılında 1001 günlük çilesini tamamlayarak
«Dede» unvanını kazandı. Bir müddet sonrada, «Musâhib-i Şehriyârî» unvanıyla saraya «Sermüezzin» yapıldı, şöhreti giderek artıyordu. Saraya intisabından bir yıl sonra evlenerek Sultanahmet Akbıyık Mahallesi’ndeki bir evde ikâmete başladı. Mukâbele günleri dergâhtaki öğrencilerine mûsıkî öğretimini sürdürüyordu.

Sultan III. Selim’in vefatı üzerine saraydan ayrılan İsmail Dede, II. Mahmud’un saltanatı sırasında saraya yeniden çağrıldı. Bu durum Enderun hânendeleri arasında büyük bir huzursuzluğa sebebiyet verdi. Yeni sermüezzin Şakir Ağa dahî yerinden endişeliydi. Ona, makamları karıştırılmış bir beste hazırlayarak, âdeta bir mûsıkî tuzağı kurdu. Böylece Dede’yi, padişahın huzurunda küçük düşürecekti. Fakat kurduğu plân, Dede tarafından anlaşılıp, bestesi çözülünce yine kendisi mahcup oldu. Durumu fark eden mûsıkîşinas padişah Sultan II. Mahmud, Şakir Ağa’ya şöyle seslendi:

“Şakir, Şakir! Dede mûsıkîde bir canavardır; sen onunla güreşemezsin!”

Padişah bu sözü, Dede’nin mûsıkîdeki üstün kudretini belirtmek için söylemişti, fakat bu benzetme onu çok üzdü. Takdir gayesiyle söylenen bu sözden alındı, huzurdan çıkınca bir köşeye çekilerek ağladı. Sonradan yakın dostlarına:

“Padişah beni benzetecek başka şey bulamadı mı?” diye içini dökecekti.

AYNI NEŞEYİ FERAHFEZÂDA BULAMIYORUM!

Dede Efendi’de genç yaşlarda ortaya çıkan îlahî aşk duyguları, ileri yaşlarında daha da gelişti. O, artık bütün zamanlarını pîri ve rehberi Mevlânâ’nın yolunda, semâ’esnasında okunmaya mahsus, ölmez mûsıkî eserleri bestelemeye ayırıyordu. İlk bestesi olan şevk u târab âyinden sonra, 1824’te sabâ ve nevâ, 1832’de bestenigâr, 1833’te sabâbûselik, 1834’te hüzzam âyin-i şerîfleri besteledi.

Mevlevî olan Sultan II. Mahmud fırsat buldukça Mevlevîhânelere giderdi. Bir defasında, Dede Efendi’nin ferahfezâ makamında bestelediği şâheserlerini dinledikten sonra, bu makama büyük ilgi duydu. Üstad bestekârdan «ferahfezâ» makamında bir âyin-i şerîf bestelemesini ricâ etti. Ferahfezâ âyin-i şerîf, 3 Nisan 1839’da Beşiktaş Mevlevîhanesi’nde büyük bir coşkuyla icrâ edildiğinde, Sultan heyecanla ayağa kalktı, Dede’yi tebrik ederek büyük ihsanda bulundu. Dede Efendi, ferahfezâ âyiniyle ilgili hissiyatını sonra dostlarına şöyle ifade edecektir:

“Bütün âyin-i şerîfleri, şeyhlerimin emir ve tarifleri mûcibince, ferahfezâyı ise padişahın emri üzerine besteledim. Onun için ferahfezâ o kadar ruhlu olmadı. Diğerlerindeki zevk ve neşeyi ferahfezâda bulamıyorum.”

DEDE KÂBE’DE…

Dede, Sultan Abdülmecid döneminde hacca gitmek için izin istedi, yanında gözde talebelerinden Dellâlzâde de vardı. Kâbe ziyaretinden çok etkilenen Dede, tavaf esnasında gözyaşlarını tutamadı. Yunus Emre’nin:

Yürük değirmenler gibi dönerler,
El ele vermişler Hakk’a giderler,
Gönül Kâbe’sini tavaf ederler.

sözleriyle başlayan ilâhisini şehnâz makamında besteledi.

O yıl Mekke’de büyük bir kolera salgını çıkmış, hastalık yüzünden birçok kişi hayatını kaybetmişti. Hac görevini tamamlayarak İstanbul’a dönmeye hazırlanan Dede de yolda hastalandı. Mina’da ağırlaşarak sabaha karşı Hakk’ın rahmetine kavuştu. Cenazesi 29 Kasım 1846’da, Sevgili Peygamber’imizin aziz eşi Hazret-i Hatice’nin ayakucuna defnedildi. Kurban Bayramı’nın birinci günü dünyaya gelen Hamamîzâde İsmail Dede, yine bir Kurban Bayramı’nın birinci günü şu fânî dünyaya gözlerini kapamıştı.

AKBIYIK’TAKİ DEDE EFENDİ EVİ

Âyinlerden kârlara, köçekçelerden şarkılara 500’den fazla esere imza atan, kendine has buluşlarıyla, bestelerinde bizi bambaşka âlemlere götüren İsmail Dede Efendi’nin Sultanahmet Ahırkapı yakınlarında ilgisizlikten harabeye dönmüş mütevâzı bir konağı vardı. Bu tarihî eseri restore ederek, yeniden topluma kazandırma görevini, maalesef ne Kültür Bakanlığı ne de Büyükşehir Belediyesi yetkilileri üstlendiler. Bu aşı boyalı konak, “Frankfurt’ta nasıl ki bir «Goethe Evi» varsa, İstanbul’da da bir «Dede Efendi Evi» olmalı!” diyen Türkiye Tarihî Evleri Koruma Derneği Başkanı Perihan Balcı Hanımefendi’nin özel gayretleriyle restore edilerek «Dede Efendi Evi» olarak milletimize kazandırıldı. Gerek mimarîsi, gerekse iç düzenlemesiyle tam bir Osmanlı evi hüviyeti görünümünde olan Dede Efendi Konağı, sadece kendi sanatseverlerimizi değil, yabancı sanatseverleri de kendisine hayran bırakmaktadır