HARAMIN AZABI, HELÂLİN DE HESABI…

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

Azap veya rahmete doğru sırat köprüsü bu dünya.

Tecellîler ona göre.

Fakat her zaman rahmet, gazaba üstün.

Her tarafı alevler kuşatacağı sıralarda bile bir rahmet bulutu geliyor, hususî bir gölgelik oluşturuyor.

Gönülleri;

Azaba karşı rahmet kalkanları koruyor.

İnsanlık nefes alıyor.

O rahmet;

Cehennem kapılarını kapattırıyor.

Cennet kapılarını ise ardına kadar açtırıyor.

Şeytanları ve şeytanlıkları zincire vurduruyor.

Böylece;

Ehl-i îmânı özel bir şekilde muhafaza ediyor.

O rahmet;

Mevsim itibarıyla Ramazân-ı şerif.

Şahsiyet itibarıyla Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-.

İdrak eden, anlayan, yaşayan her gönül için.

Bilhassa;

Haramın azabından kaçanlar için müstesnâ bir sığınak, o rahmet.

Helâlin hesabına hazırlananlar için bambaşka bir kıvam, o rahmet.

Lâkin;

Gafiller için ise?

Heyhat!

Sıradan zamanlardan farkı yok.

Çünkü onların devrânındaki;

Her vakit, çalkantılı. Her zaman karmaşık. Hele şimdiler, daha bir acayip!

Bu yüzden;

Onlarda, git gide, meseleden meseleye;

Duvarlar harap oluyor, sınırlar karışıyor, çizgiler bozuluyor.

İdrak terazileri doğru işlemiyor.

Bir tuhaf rüzgâr ile;

Mikropla şifânın arasındaki duvarı yıkmak, haram ile helâlin sınırlarını yok etmek, maharet hâline geliyor.

Keyifler ve keyfîlikler merkeze oturuyor;

Nefsâniyetler ilâh kesilmiş;

«‒Ben, ben, ben…» diyerek hiçbir hak ve hukuk tanımadan yürüyüp gidiyor.

Ne ilâhî istikamet, ne de ulvî gaye.

Sadece dünya. Sadece zevk. Sadece gaflet. Sadece ego. Sadece ten. Sadece keyif.

Hattâ;

Ehl-i îmandan nicesi de bu fırtınaya kendini kaptırmış ve artık geçici bir rahatın derdine düşmüş. Her şeyini o geçici rahata göre tanzim ediyor. Kalıcı ve ebedî olan gerçeği hattâ umursamıyor bile. Yaşayış şeklini çünkü öyle sistemliyor artık. Üstelik neslini yetiştirme anlayışını da, artık bu geçici rahata göre temellendiriyor. Çünkü âhiret ölçüsüyle terbiye, tamamen çileli ve şu geçici rahata aykırı. Tabiî, ona göre bu, olmayacak şey.

Sanki ölüm yok!

Sanki kabir âlemi yok!

Sanki mahşer yok!

Sanki hesap yok!

Sanki cennet ve cehennem yok!

Sanki hepsini unutmuş!

Ancak;

Tabiî ki İlâhî takdir, şaşmadan işliyor.

Bizler için;

Yegâne gerçek, ilk insandan son insana kadar hep aynı:

Bir imtihandayız ki, harâmın azâbı var,
Mîzanda sayfa sayfa helâlin hesâbı var… (Seyrî)

İşte;

Bu şuura erişmede Ramazân-ı şerif, mükemmel bir terbiye vesilesi.

Çünkü;

Helâlden bile el çekme eğitimi sayesinde haramlardan tamamen uzaklaşıldığı ve hayat dengesinin ebediyete göre tanzim edildiği bir lütuf mevsimi bu ay.

Helâlin hesabına riâyetin gönle yerleştiği bir ay.

Haramın azabından korkup kaçmanın idraki doldurduğu bir ay.

Hazret-i Yûnus’un şu tefekkürüyle iç âlemlerin yoğrulduğu bir ay:

Yoktur bende amel, tâat;
Ben n’ideyim, n’eyleyeyim?
Kopucak rûz-i kıyâmet,
Ben n’ideyim, n’eyleyeyim?

Helâline ola hesâb,
Harâmına ola azâb,
Âsîye olıcak ikāb;
Ben n’ideyim, n’eyleyeyim?

Herkes için;

Son nefese dek bu hassâsiyet; yüce bir ferman, en bariz bir Allah emri:

“(Ey Rasûlüm)!

De ki:

«‒Haram şeylerin çokluğundan hoşlansan bile,

•HELÂL İLE HARAM EŞİT DEĞİLDİR.

Ey akıl sahipleri!

•(Helâl ve haram hususunda) Allah’tan sakının, takvâ üzere yaşayın ki,

•Kurtuluşa eresiniz…»” (el-Mâide, 100)

Sakın;

“…HARAM İLE NEFSİNİZİ MAHVETMEYİN!” (en-Nisâ, 29)

“Şayet;

•Yalnız Allâh’a kulluk ediyorsanız,

•Allâh’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin,

•O’nun nimetine şükredin!” (en-Nahl, 114)

“(Unutmayın!

Ancak küfürde ileri gidenler),

•Allâh’ın haram kıldığını helâl kılıyorlar. (Çünkü);

•Kötü işleri, kendilerine güzel görünmekte…” (et-Tevbe, 37)

“(Belki),

•Onlara baktığın zaman cüsseleri hoşuna gider;

•Konuşurlarsa sözlerini dinlersin…” (el-Münâfikûn, 4)

(Lâkin, hepsinin âkıbeti;

Dehşeti her şeyi kaplayan bir felâket:

Kıyâmet gününde aşağılanmış yüzlerden olmak.

O yüzler ki),

“Çalışmış fakat boşuna yorulmuştur…”

“Kızgın bir ateşe girecektir…” (el-Ğâşiye, 3-4)

(Ancak),

“Biz;

•Îmân edip de,

•Takvâ üzere yaşayanları,

•Kurtardık.

Kıyâmet gününde;

•Allah düşmanları,

•Bir araya getirilecek,

•Yığın yığın, cehenneme sevk edilecek…

(O gün),

Tam oraya geldiklerinde;

•Kulakları,

•Gözleri ve

•Derileri,

◆ İşledikleri şeye karşı;

Onların aleyhine şahitlik edecektir.

Onlar derilerine soracaklar:

«–Niçin aleyhimize şahitlik ettiniz?»

Derileri de;

«–Her şeyi konuşturan Allah, bizi de konuşturdu.

Sizi;

•İlk defa O yaratmıştır.

•Yine O’na döndürülüyorsunuz.

Siz;

•Ne kulaklarınızın,

•Ne gözlerinizin,

•Ne de derilerinizin,

Aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz,

Yaptıklarınızdan çoğunu Allâh’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz.

Rabbiniz hakkında beslediğiniz (bu ahmakça);

•Zan var ya,

•İşte sizi o mahvetti ve;

•Ziyâna uğrayanlardan oldunuz!» diyecek.

Hâsılı (ey kullarım);

•Onların yeri ateştir,

•Tabiî dayanabilirlerse…

Şayet;

(Tekrar dünyaya dönüp Allâh’ı) hoşnut etmek isterlerse,

Memnun edilecek değillerdir.” (Fussılet, 18-24)

Mânâ açık.

Allah düşmanlarının, o helâl ve harama riâyet etmeyenlerin hâli böyle.

Buna mukabil;

Allah dostlarının, yani helâl-haram hassâsiyeti içinde yaşayanların hâli ise, elbette bütün uzuvlarının ve hasletlerinin sadece kendi lehlerinde şahitliğine mazhardır. Çünkü onların kulakları, gözleri ve derileri, sadece hayırlı şahitliklerle doludur. Takvâ üzere yaşadıkları bir ömrün bereketli nasiplerine nâildirler.

Kısacası;

Lehte veya aleyhte insana ait her şey, yarın yüce huzurda konuşacak.

Uzuvlar konuşacak.

Olumlu-olumsuz ameller konuşacak.

Ne varsa konuşacak.

Öyleyse;

Bu Ramazân-ı şerîfin rahmet iklimine bambaşka bir şuur ve aşk ile girmeli ve bir ömür ondaki ulvî ölçülerle yaşamalı, yaşayabilmeli.

O yaşayış ekseninde de, bizim hakkımızda gafiller ne derse desin, lâkin elbette;

Oruçlarımız demeli ki:

“Yâ Rabbî!

Sen’in bu kulun sırf ilâhî rızan için oruç tuttu. Yüce fermanına boyun bükerek helâllerden bile el çekti. Açlıktan kıvransa da bir lokmacık olsun yemedi. Susuzluktan çatlasa da bir yudumcuk olsun içmedi. Helâl karşısında bu dirâyet sayesinde bütün haramlara karşı da tamamen irade gösterdi. Gözünü korudu, gönlünü korudu. Elini korudu, dilini korudu, belini korudu. Sen ondan râzı olasın diye, ancak istikamet üzere yaşadı. Ne olur, kabul eyle! Mükâfatını Sen’in şânına göre ihsan eyle! Ben, bu kulunun Hak yolunda güzel hâline ve ahlâkına, bağlılık ve teslîmiyetine, aşk ve gayretine şahidim, şahidim yâ Rab!..”

Namazlarımız demeli ki:

“Allâh’ım!

Ben Sen’in mîrac hediyenim. Bu kulun, bu hediyeyi öpüp başına tâc etti. Mukabil hediye olarak ihlâs ve takvâ ile nice secdeler hazırladı. Öyle ki, açlığın getirdiği aşırı yorgunluklara rağmen dipdiri ve dinç bir gönülle beş vakit Sen’in huzûruna koştu. Doymadı; terâvihler ile ibâdetten ibâdete can attı. Doymadı; gecelerini şevk ile ihyâ etti. Huşû içinde namazın fahşâ ve münkerden alıkoyucu müstesnâ özelliğini, bütün ahlâkına yansıttı. Böylece her daim namaz hâlini muhafaza ederek yaşadı. Bu hususta gösteriş denen gafleti, asla içine de dışına da bulaştırmadı. Her namazı Sen’i görüyormuşçasına kıldı. Edeple kıldı. Aşk ile yanarak kıldı. Mum gibi eriyerek kıldı. Sonsuz rahmet deryanda ufacık bir damla misali fânî olarak kıldı. İnşâallah, ebedî mîrâcını hak etti; şahidim, şahidim yâ Rab!”

Okuduğumuz âyetler demeli ki:

“Ey yegâne Kelâm’ın tek sahibi!

Bu güzel kulun, nice bomboş sohbetleri ve gereksiz konuşmaları terk ederek Sen’inle sohbete râm oldu. Her fırsatta kâh ezberden kâh yüzünden Kur’ân okudu. Okuduğu üzere yaşadı. Yaşadığı üzere sözleri ve ahlâkı Kur’ân’dan ibaret hâle geldi. Ben ona; hem şahidim, hem de şefaatçiyim yâ Rab!”

Yaptığımız hizmetler demeli ki:

“İlâhî!

Kulun, bin bir dert ve çileye katlanarak Sen’in yolunda hizmet etti. Koşturdu. Cefâlara karşı bile şikâyete düşmeden şükür hâli içinde oldu. Sabrı hiç elden bırakmadı. Yaptıklarının mükâfatını kullarının fânî takdirine değil, sadece Sen’in ebedî ve yüce takdirine bıraktı. Ne kadar yorulsa da asla bıkmadı. Her an, daha fazla gayretin hasreti ve iştiyakı içinde yarıştı. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Merhametimiz ve şefkatimiz demeli ki:

“Allâh’ım!

Bu kulun; ona verdiğin gönlü, başkalarına şefkat dergâhı yaptı. Orada yetimlere, kimsesizlere, mahrumlara ve mazlumlara bilhassa yer ayırdı, en sıcak alâkaları onlara gösterdi. Şahidim yâ Rab!”

İnfaklarımız, zekât ve sadakalarımız demeli ki:

“Ey gerçek zenginliğin padişahı!

Bu kulun, ona lutfettiğin imkânları kendisinden istediğin yerlere cömertçe sarf etti. Nefsi için israf etmedi. Verdiğini başa kakmadı, hürmet içinde takdim etti. Ne verdiyse, Sana arz ederek verdi. Verdiklerinin ancak kendisine kaldığı idrakiyle daima infak etti. Verirken de göğsü hiç daralmadı, aksine son derece genişlik hissetti, huzur ve sürur duydu. Sen ona nasıl ihsan ettiysen o da öyle ihsanda bulundu. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Sabrımız demeli ki:

“Ey Sabûr!

Bu kulun; hayatın bütün çile ve çalkantılarına, cefâ ve imtihanlarına karşı sabrı seçti. Sabrın, öz itibarıyla Sana güvenmek olduğunu idrak ettiği için; en sevdiği ahlâk o oldu. Îmânını sabırla mayaladı. İbâdetlerini sabırla süsledi. Bütün amellerini sabırla nurlandırdı. Hüsrandan kurtuluş için illâ sabır, illâ sabır sırrına riâyet etti. Katlanmak tarzında değil şükretmenin anahtarı vasfında bir sabır sergiledi. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Dilimiz demeli ki:

“Ey lisanı yaratan Mevlâ!

Kulunun konuşması ibâdet, susması hikmet olarak gerçekleşti. Mâlâyânîye bulaşmadı. Gıybet ve dedikodunun kenarından bile geçmedi. Konuştuğunda bir bülbül-i hakikat, sustuğunda ise bir gül-i rahmet misali şahsiyet sergiledi. Bu dil, kimseye kötülük etmedi. Bu dilden, bütün müslümanlar emin ve sâlim oldular. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Elimiz demeli ki:

“Ey gücü her elin üstünde Kudret Sahibi!

Bu kulun, benimle daima hayırlı olan ne varsa onları yaptı. Yaraları sardı. Yetim başları okşadı. Düşenin kolundan tuttu. Muhtaçlara yardım eli uzattı. İki eliyle de hem Kur’ân’a hem de Hazret-i Peygamber’in sünnetine sımsıkı sarıldı. Bu el, hiçbir müslümana zarar vermedi. Bu elden, herkes emin ve sâlim oldu. Bu elden, ancak lütuf kevserleri içildi. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Ayaklarımız demeli ki:

“Ey âlemden âleme yürüten Rabbimiz!

Bu kulun, ona verdiğin ayaklarla yalnızca hayır işlerine koştu. İbâdet mahalline koştu. Dostları ve hastaları ziyarete koştu. Sen’in yolunda gayrete koştu. Hizmete koştu. Kardeşliğe koştu. Sadece Sana koştu. Asla hak ve hakikati ezmedi. Karıncaları ve zayıfları da ezmedi. Zulmün karşısında ise dimdik durdu. Ancak adâletin karşısında diz büktü. Her namazın sonunda da mahviyet ve hiçlik içinde toprakla bir oldu. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Kulaklarımız demeli ki:

“Ey bizlere işitme özelliği veren Semî‘!

Bu kulun, ancak Sen’in ve Peygamber’inin emrini dinledi. Kelâmını dinledi. Güzel sözler dinledi. Mâsiyete ise hiç kulak vermedi. Kötü sözler dinlemedi. İsyan dinlemedi. Dedikodu dinlemedi. Daima hakkı dinledi, hakkı işitti. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Gözlerimiz demeli ki:

“Ey bize görme özelliği veren Basîr!

Bu kulun, bizimle basîreti birleştirdi. Bol bol Kur’ân-ı Kerim okudu, kâinâtı okudu. Sırları ve hikmetleri okudu. Sonsuz ilâhî sanat hârikalarını temâşâ etti. Sonsuz kudret akışlarını ve emsalsiz ilâhî nakışları seyretti. Harama ve günaha kaymadı. İsyana ve çirkinliğe kaymadı. Boş görüntülere, aldatıcı sahnelere dalıp gitmedi. Sadece Sen’i ve Habîbini görmeye hazırlandı. Şahidim, şahidim yâ Rab!”

Netice;

Ömür terazilerimiz demeli ki:

“Ey hesabı çetin olan Allâh’ım!

Bu kulun, daima azabından korkarak ve rahmetini ümit ederek yaşadı. Helâlin hesabını ve haramın azabını unutmadı. Doğru ölçüp doğru tarttı. Ben de şahidim, hepimizin şahâdetlerini kabul eyle yâ Rab!”

Ne mutlu;

Böylesi şahâdetnâmeler alarak Ramazân-ı şerîfi ve bütün bir ömrü değerlendirebilenlere!

Ne mutlu böylesi yüz akı olacak bir dostluk ile huzûr-i ilâhîye vâsıl olabilenlere!

Mevlâ, cümlemize bu hâli ihsan ve ikram eylesin!

Âmîn…