İki Cihan Saâdeti İçin;
HELÂL-HARAM HASSÂSİYETİ

YAZAR : B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

Kur’ân-ı Kerim’de;

“… O Peygamber, onlara uygun olanı emreder ve fenalıktan men eder; temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılar; onların yüklerini indirir, ağır teklifleri hafifletir. Bu Peygamber’e inanan, hürmet eden, yardım eden, O’nunla gönderilen nûra uyanlar var ya; işte asıl murâda eren kurtulmuşlar onlardır.” (el-A‘râf, 157) buyurulur.

“Helâl, yasak olmayan serbest sahayı ifade eder; bunun tabanında «yapana sevap, yapmayana günah olmayan» «mubah» vardır. Sonra sırasıyla «müstehab», «vâcib» ve «farz» gelir. Helâl mubahın sınırında son bulur. Bundan sonra «mekruh» ve «haram» vardır.”*

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de haram, helâl ve şüphelilerle ilgili olarak şöyle îkaz buyuruyor:

“Doğrusu, helâl belli; haram da bellidir. (Fakat) bunların arasında (helâl mi, haram mı olduğu belli olmayan bazı) şüpheli şeyler vardır ki; insanlardan birçoğu onları bilmez. Buna göre; kim bu şüpheli şeylerden sakınırsa, dînini ve ırzını kurtarmış demektir. Kim de, bu şüpheli şeylere dalarsa; her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Korunan bir yerin etrafında hayvan otlatan çobanın, hayvanlarını oraya kaçırmasının çok yakın olması gibi. Dikkat edin ki; her hükümdarın bir korusu vardır. Dikkat edin ki; Allâh’ın korusu ise, haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin ki; bedende bir et parçası vardır ki, bu parça sıhhatli olursa, bütün beden sıhhatli olur. Eğer (bu parça) bozuk olursa, bütün beden bozuk olur. Dikkat edin ki; bu (parça) kalptir.” (Buhârî, Müslim)

Allah Teâlâ’nın insanlara ihsan buyurduğu nimet ve hakların ihlâl edilmesi, en ağır bir vebaldir. Yüce Rabbimiz, kendisine karşı işlenen cürümleri af buyurduğu hâlde; kullarına karşı yapılan haksızlıkların affını, onların rızâsına bağlamıştır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu hususun önemini şöyle ifade buyuruyor:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa; altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak, onun üzerine yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10; Rikāk, 48)

Kargaşa içindeki bir cemiyette vukû bulan âmme hukukuna aykırı bütün gayr-i meşrû faaliyetlerin ve davranışların ucu, kul hakkı ihlâline çıkar. Eğer bu cürmün ağırlığı idrak edilebilseydi; cemiyette cinayet, her türlü şiddet, her türlü hırsızlık, gasp, dedikodu, gıybet, her türlü ahlâksızlık… gibi, ferdî ve umumî hak ihlâlleri vukû bulur muydu?

Kul hakları hususunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, son sözleri olarak;

“Namaza dikkat edilmesini, kadın haklarının korunmasını, idare altındakilere iyi muamele edilmesini ve emânetlerin yerine ulaştırılmasını…” (Câmiü’s-Sağîr, c. 3, s. 188/3190) buyurdukları kaydediliyor. Tarihe şan veren medeniyetimiz; gönülleri bu ilâhî kaynaktan beslenen şahsiyetlerin, kul haklarına en mukaddes bir emânet olarak riâyet ettiklerinin sayısız misalleriyle doludur. Bunlardan birkaçı şöyle zikredilebilir:

Halîfe Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir Cuma namazında;

“–Dinleyin ve itaat edin!..” diye hutbeye başlarken, cemaatten bir şahıs şöyle itiraz eder:

“–Ey Halîfe! Dinlemeyiz ve itaat etmeyiz. Sen önce, şu üzerindeki elbiseyi nasıl yaptırdığını izah et. Sen ve ben «beytülmâl»den aynı miktar kumaş almıştık. Bundan, bana bir elbise çıkmadığı hâlde, sana nasıl çıktı?”

Halîfe, oğlunu işaret ederek, bu kimseye cevap vermesini ister. Oğlu Hazret-i Abdullah da;

“–Evet aldığımız parça bir elbiselik değildi. Onun için ben hakkımı babama verdim; o yaptırdı.” deyince, o şahıs;

“–Tamam ey Emîre’l-Mü’mi-nîn! Şimdi dinliyor ve itaat ediyoruz.” diyerek özür beyan eder. Bu karşılıklı murakabe, bütün devirlerde, sistemin aksamadan devamının teminâtı olmuştur. Öyle ki; savaşlarda bile, o zamanki dünyanın anlayamayacağı bir şekilde, bir hukuk kaidesi olarak baş tâcı edilmiştir.

Kanunî Sultan Süleyman Han; batıya çıktığı bir seferde, Macaristan’da bir köylü huzûra çıkarak, «bir askerin bağından kopardığı bir salkım üzümün yerine parasını bir çıkın yapıp bağladığını, bu fazîlete hayran olarak şükranlarını arz etmek istediğini» söyler. Sultan, bu askeri derhâl buldurarak huzûra çağırır ve ceza olarak ordudan atıldığını bildirir. Askere mükâfat verilmesini beklerken cezalandırıldığını gören köylü, hayretle sebebini sorar. Sultan ona şu cevabı verir:

“Eğer parasını bırakmasaydı, cezası idam olurdu. Ancak sahibinden izin almadığı için böyle cezalandırıldı.”

Nebevî hasletlerin tecessüm ettiği bir Hak dostu olan Sâmi Efendi -kuddise sirruhû- Hazretleri’nin de helâl-haram mevzuunda fevkalâde hassas oldukları; kalb-i selîme, ancak helâl lokma ile ulaşılabileceğini ifade buyurdukları biliniyor. O’nun trene binerken, arkadaki insanları bekletmemek için, parasını bozuk olarak hazırlayıp vermesi, bu husustaki hassâsiyetini gösteren bir zarâfet örneğidir.

Mübârek Ramazan ayı; müslümanlar için, helâl-haram hassâsiyeti çerçevesinde irade eğitimi adına, bereketli ve feyizli bir mevsimdir. Hadîs-i şerifte; bu mübârek ayda; «cennet kapılarının açılacağı, cehennem kapılarının kapatılacağı, azgın şeytanların bağlanacakları» ifade buyuruluyor.

Rûhu helâl-haram hassâsiyeti ile bezenmiş bir ferdin, kul hakkını ihlâl ederek suça yönelmesi düşünülemez. Fert fert bu fazîleti parlatmak, yeşertmek; cemiyeti asr-ı saâdet meltemleriyle huzura kavuşturmak demektir. Dem, bu dem; işte, «bu çıkmaz sokaktan» bir kurtulma fırsatı daha. Oruç disiplini ile, helâl-haram hassâsiyetini yeniden içtimâi hayatımızın temel direği yapabiliriz. Hem de en mükemmele talip olup, kalplerin de bu disipline uyduğu, tamamen Allah Teâlâ -celle celâlühû-’ya yöneldiği, «ehassü’l-havâs» orucunu hedefleyerek. Cemiyetimizin de, İslâm âleminin de, insanlığın da başka türlü bir kurtuluş çaresi yok.

_____________________

* Hayrettin KARAMAN, Helâller ve Haramlar, İz Yay., İst. 2000, 10. Baskı.