Eğitimde Gaye, Âhirzamanda Bir İnsan Daha Yetiştirmek Olmalı

YAZAR : Raif KOÇAK raifkocak@gmail.com

İlk insan olarak yaratılan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile başlayan ve son insana kadar devam edecek olan bir eğitim sürecinden geçiyoruz. Ömrümüzün her ânı, yaşadığımız her hâdise, bizi eğitmek ve kemâle ulaştırmak için önümüze koyulmuş birer vesile.

İnsan, doğduğu andan itibaren bilgiye muhtaç olarak yaratılmış. Bundan dolayı da ömrü boyunca devam eden bir eğitim süreci yaşıyor. İlim öğrenmek ve bilmek, insanoğlunun hem kendisini hem çevresini hem de yüce Yaratıcı’sını tanımasını sağlayan ilâhî bir penceredir. Bu pencere sadece yaşarken değil; öldükten sonra dahî açık kalarak, insanın amel defterine hasenatlar eklenmesine yaramakta ve ecir kazanma fırsatı sunmaktadır.

Fikir dünyamızda, eğitim ile alâkalı; tahsil, tâlim, tedris, maarif gibi tabirler kullanılır. Eğitmek; yetiştirmek, terbiye etmek, bilgi ve hüner sahibi yapmak demektir. Yine güzel bir tarif ile eğitim;

“Birilerinin Rabbi, sahibi ve mâliki olma gibi bir düşünceye kapılmadan; insânî, İslâmî ve vicdânî bir sorumluluk duygusuyla, muhabbetle ve merhametle icrâ edilen ulvî bir dokunuştur.”

İlmin ve eğitimin gerçek gayesi; insanın kendisini, yaratılış gayesini ve Yaratıcı’sını bilmesidir. Bu gayenin özetini Yûnus Emre ne güzel ifade etmiş:

İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir.
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır.

Bir toplum, önce aileden oluşmaya başlar. Sonra, o toplumun sağlam temeller üzerine bina ettiği eğitim sisteminden yetişen fertler ile ayakta durur. Geçmişte uygulanan eğitim modellerine baktığımız zaman gıpta ediyoruz. Bugün, hâlâ o eğitim sisteminden yetişen ilim adamlarının eserlerini kaynak olarak kullanıyoruz. O kaynakların ve ilmî mîrâsın üzerine maalesef çok şey de koyamıyoruz.

Geçmişimizle olan bağlarımız, öylesine hoyratça kesilmiş ki; doğruya yanlışa bakmadan, eskiye dair ne varsa, hepsi bir çırpıda tarihin tozlu raflarına kaldırılmış. Geçmişte uygulanan eğitim metotları ile bugünü kıyaslayınca, neden bu hâlde olduğumuzun sebebini anlıyoruz.

Bugün, maalesef düzenli ve elle tutulur bir eğitim programının eksikliğini yaşıyoruz. Birkaç yılda bir değişen, gençlerimizi sadece imtihan kazanma üzerine programlanmış robotlar olarak gören, çarpık bir eğitim modeli uygulanıyor topraklarımızda. İlkokul ikinci sınıfta mecburî hâle getirilen, ancak öğrencilik müddetince öğretilmesine rağmen, konuşulamayan bir yabancı dil eğitiminden tutun da; yine ilkokul dördüncü sınıftan sonra öğretilmeye başlanan, ancak bütün dinlerin(!) anlatıldığı, din öğretmeyen bir din kültürü dersi gibi, garâbetlerle dolu bir eğitim sistemimiz var.

Öğrenciyi sadece imtihanlara hazırlayan ve illâ da kazanmaya kilitlenmiş bu sistem, başarısız olan gençlerin hayatını kâbus hâline getirebiliyor. Aile, okul ve gelecek endişesi arasına sıkışan genç; her türlü içtimâî ortamdan uzak, içine kapanık, sosyal medyada kendine göre bir hayat tarzı belirleyip deyim yerindeyse «ot gibi» yetişiyor.

Eğitim, «fıtrî özellikler» geliştirme işinin adıdır.

Aileler; çocuklarının fıtrî özelliklerine veya onların isteklerine bakmadan, çevrelerindeki başka çocuklarla kıyaslamakta, tercihlerini ve hedeflerini dünyalık endişe ve başkaları ile rekabet üzerine belirlemektedirler. Bu yarış, bir süre öncesine kadar çılgınlık derecesine ulaşan dershaneler ve her türlü mâlî imkânlar seferber edilerek kapatılmaya çalışıldı. Seferber edilen bu mâlî imkânlar, bir müddet sonra çocukların karşılarına psikolojik birer tehdit malzemesine olarak geri gelebiliyor.

Paralı eğitim, «para için eğitim»i getirir.

Her şehre bir üniversite açmak, bazılarına göre iftihar kaynağı olarak görülebilir. Ancak, biz fizikî yapılardan çok, bu üniversitelerden mezun olan ve hayata atılan öğrencilere bakınca; mevcut okulların, aslında bir eğitim yuvası değil dört yıl boyunca öğrencileri belli kalıplar içerisinde tutmaya yarayan kurumlar olduğunu görüyoruz. Bu okullara ayrılan kaynak ve giderler, devlet için çok ciddî bir yük. Ancak harcanan bunca emeğe ve kaynağa rağmen; ilmî ve akademik olarak bilim alanında yetişmiş insan sayısının maalesef, çok az olduğunu görüyoruz. Buna sebep olarak, verilen eğitimin sadece dünyaya dair olması ve gerçek mânâdan kopuk olmasını gösterebiliriz. Memleketin geleceğini; sadece imtihan ve iş kaygısına teslim olmuş bu neslin îmar edeceğini düşünmek, içler acısı bir durum olsa gerek.

Bu konuda şu tespitin önemli olduğunu düşünüyorum:

“Eğitim, son derece karmaşık bir iştir. Bastır parayı, yetiştirilsin. Öyle yağma yok! Öyle davranırsan, alacağın birinci eğitim neticesi, çocuğu «her şeyin parayla mümkün olacağı» saplantısına sürüklemektir. Ve bu hâl, aynı zamanda «maksadı» da belirler. Eğitimin yegâne vasıtası bu ise, gayesi de o olur.”

Bugün uygulanan eğitim modelinde, her şeyi bilmek mârifet sayılmaktadır. Hâlbuki elde edilen bilgi, hikmet ile yoğrulmaz ve irfana dönüşmezse bir kıymet ifade etmemektedir. İşlenmeyen, kullanılmayan ve hünere dönüşmeyen bilgi insana yüktür. Sadece bilmenin yeterli olduğu sananlara Hazret-i Mevlânâ şöyle güzel bir cevap vermektedir.

“Hünerli ve bilgili kişi iyidir ama iblisten ibret al da ona pek değer verme! Zira ibliste de bilgi vardı. Ama o, Âdem’in topraktan yaratılışını, dış yüzünü gördü de, onun hakikatini göremedi.”

“Nice ilim, akıl ve anlayış vardır ki, hakikat yolcusuna harâmî kesilir, yolunu vurur. Onun için cennetliklerin ekserîsi; filozofların şerlerinden korunabilmiş, saf ve ehl-i kalp kimselerdir.

Ey gafil! Gururdan, kendini beğenmekten kurtul ve lüzumsuz şeyleri üstünden at ki her an sana ilâhî rahmetler yağsın.”

Şayet ilim, yaşanarak irfan ve mârifetullah ile süslenerek kalbe yerleşirse, o kalbi ve sahibini sonsuzluklara uçurur. Şu hususa da dikkat edilmelidir ki, eğer bilgi kalbe ulaşmaz ise irfana dönüşmez. İrfana dönüşmeyen bilgi de sahibine faydadan çok zarar verir.

Eğitim, «düşünen adam» yetiştirme işidir.

Kâinatta hiç bir şey, tek ayak üzerinde duramıyor. Eğitimli ve donanımlı bir toplum oluşturulmak isteniyorsa, bunun sadece öğretimle mümkün olamayacağını bilmemiz gerekiyor. Eğitimin terbiye ve mânevî boyutunun eksik bırakılması hâlinde; cezaevlerini dolduran, tahsilli insanlar ile karşı karşıya kalınır. Eğitimin birinci basamağı okullar ise; ikinci basamağı bu eğitimin hayatın içerisine yansıtıldığı ve bilgi ile donatılan öğrencinin, bilmenin aslında her şey olmadığının, kendisinin aslında kâinat içerisinde bir hiç mesâbesinde olduğunun öğretildiği mânevî eğitimin merkezleri olmalıdır.

Eğitim sisteminin düzelmesi ve özlenen kıvama gelebilmesi için, öncelikle mevcut eğitimcilerin kendi gönüllerini, mânevî birer dergâh hâline getirmesi gerekmektedir. Gönüllerini dergâh hâline getirmeyenlerin, taş duvarlardan farkı yoktur. Her duvar, ne kadar sağlam olursa olsun, bir gün mutlaka yıkılmaya mahkûmdur. Ancak, gönlünü bir dergâh hâline getirmiş, sevgi ve merhametle hareket ederek, nesil yetiştirmek gayesinde olanların bedenleri ölse dahî, isimleri ve eserleri ölümsüz hâle gelmektedir.

Sadece eğitimcinin iyi olması, öğrencinin iyi olması yetmiyor, eğitim sisteminin de iyi olması gerekiyor. Bu konuda bir örnek olması açısından, şöyle bir olayı aktarmakta fayda görüyorum:

Merhum Mahir İZ Hocaya sormuşlar;

“–Keskin bir hâfızaya nasıl sahip olunur?” diye.

Cevap vermiş:

“–Evlâdım biz Osmanlı mektebine gittik. Bize ilk gün; «Yolda nasıl yürünür?» bunun kaidesini öğrettiler. «Göz ayağın ucunda olacak yürürken. Gözümüz hep ayağımızın ucundaydı. (Nazar ber-kadem). Önümüze bakardık.» Sizler boyuna etrafınıza bakıyorsunuz. Ona bak, şuna bak… Sizde hâfıza olmaz. Günahı göz işler de belâsını gönül çeker. Gözler bakar, gönül rahatsız olur ve hâfıza zayıflar.”

Bir millet, dâhîler yetiştirebildiği ölçüde büyük millet olur ve mevcûdiyetini devam ettirir. Osmanlı ecdâdımız küçük bir beylik olmasına rağmen, sînesinde yetiştirdiği büyük şahsiyetler sayesinde koca bir imparatorluğa dönüştü. Ancak, sonra gelenler; koca bir imparatorluğu kendi şahsî menfaatleri, dar ufukları ve kaprisleri ile bugünkü topraklarımıza sıkıştırdılar.

Yarınlara ulaşmak ve yeniden tarih sahnesindeki şanlı yerimizi almak istiyorsak, her bir ferdimize kıymet vermek ve onları hakkı ile yetiştirmek zorundayız. Son olarak şu güzel ifade ile yazımızı nihayete erdirelim:

“Hâkim milletler ile mahkûm milletler arasındaki fark, bir avuç yetişmiş insandır.”

Cenâb-ı Hak, gönlümüzün ve gözümüzün nûru, yüzümüzün akı ve tebessümü olacak; dînine, vatanına ve bayrağına sahip çıkacak bir nesil yetiştirmeyi nasip eylesin. Bu istikamette feyizli, bereketli ve rızâ-yı ilâhîye muvâfık bir hizmet ömrü içinde yaşamaya muvaffak kılsın.