Bağlanamayanlar

YAZAR : H. Kübra ERGİN hkubraergin@hotmail.com

Sokaktan ürkütücü sesler geliyor. Gecenin geç saatleri, neredeyse sabaha karşı… Tül ile yüzümü perdeleyerek bakıyorum; birkaç genç, kendi yaşıtları olan bir delikanlıyı acımasızca tekmeliyorlar. Dayanamıyorum;

“–Ne yapıyorsunuz? Hemen bırakın yoksa polisi arayacağım.” diye sesleniyorum.

İtiraf edeyim, bunu yaparken kendimi göstermemeye çalışıyorum. Çünkü kendim ve çocuklarım nâmına düşmanlıklarını celbetmeye korkuyorum.

İçlerinden biri, bir yandan beni görmek için gözleriyle pencereleri araştırırken bir yandan da racon keser bir edâ ile konuşuyor:

“–Rahatsızlık verdiysek kusura bakmayın. Bu bize sahte para verdi, cezasını veriyoruz.”

O sahte para neye karşılık verildi, bunlar neyin ticaretini yapıyor, tahmin etmek zor değil. Biz Fatih semtinde oturuyoruz, başka semtlerin hâlini düşünmek bile istemiyor insan. Artık sadece tenhalarda değil, ana caddelerde yürürken bile ayakta duramayan gençlerle karşılaşıyoruz.

Nasıl bir nesil yetişiyor? 2016 yılı sonundaki verilere göre ceza infaz kurumunda bulunan tutuklu ve hükümlü sayısı 197.297’ye yükselmiş. Bunların 186.963’ünü erkekler, 7.894’ünü kadınlar, 2.440’ını 18 yaş altındaki çocuklar oluşturuyor.

Cezaevlerinde yatanların;

% 23’ü hırsızlık,

% 19’u uyuşturucu,

% 16’sı adam öldürme,

% 13’ü adam yaralama,

% 12’si yağma veya gasp,

% 8’i tecavüz,

% 9 kadarı sahtecilik ve dolandırıcılık gibi suçlardan tutuklanmış.

Yürek karartan bir tablo… Hem kendileri hem aileleri ve ülkeleri için çalışıp faydalı olması gereken iki yüz bine yakın insan; demir parmaklıklar arasına tıkılmış, topluma yük hâline gelmiş. Bu manzara, eğitim sistemimizi sorgulamamız gerektiğini net bir şekilde ortaya koyuyor.

Her zaman işe yarayan bir kural vardır:

“Bir problem ortaya çıktıktan sonra onu çözmek için harcanan imkânın çok azıyla, o problemi ortaya çıkaran sebepleri ortadan kaldırmak mümkündür.” Bilhassa insan eğitimi söz konusu olduğunda… Kötü yetişmiş bir insanın ortaya çıkardığı problemleri çözmekle uğraşmak yerine o insanı baştan iyi yetiştirmek her bakımdan daha verimlidir.

Üstelik gelecek nesiller bize emânettir. Bu bizim kulluk mes’ûliyetimizin önemli bir parçasıdır. Bizden evvelki nesiller bizim için ezan seslerinin yankılandığı bir yurt, camiler, vakıf eserler, kıtalarca insanın gözünde muhabbet ve itibar bırakmışlar. Peki biz dünyadan ayrılırken arkamızda ne bırakıyoruz?

Aslında kötü eğitim ve hayat şartları ile suça itilen, sonunda hapse tıkılan o insanlarımız arasında; birçok zeki, kabiliyetli, azimli, büyük hedeflere gözünü dikebilecek ve şahsiyetine düşkün kişiler vardır. Esasen hırslı ve atılgan kişilerin çoğu, güçlü duyguları olan kişilerdir; ancak o duyguları iyi yönlerde değerlendirecek tesirli bir mânevî eğitime ihtiyaç vardır.

Ancak bunun için de dînî eğitim anlayışımızı gözden geçirmemiz gerekli. Son zamanlarda dînî bilgilere ulaşmak çok kolaylaştı. Eskiden medreselerde sırf birkaç yıl hâfızlık ve Arapça eğitimiyle geçerdi. Âyet-i kerîmeleri tefsirlerden, hadîs-i şerifleri şerhleriyle birlikte mütalâa etmek için yıllarca bir hoca önünde diz çökülürdü. Diz çökmek demek sadece okumak demek değil, aynı zamanda o ilme karşı hürmet, muhabbet ve teslîmiyet duymak da demekti.

Şimdi ana kaynaklar Türkçeye tercüme edildiği gibi internette bir arama motoruna birkaç kelime yazıp arayarak birçok âyet-i kerîmeye, hadîs-i şerîfe ulaşabiliyorsunuz. Ama ne yazık ki ilme hürmet ve bağlılık kalmadı. En temel kaynaklarımız üzerinde tartışmalar çıkarılıyor.

Eskiden; “Âlimler toplumun tuzudur, toplumu bozulmaktan korur!” denirdi.

“Şimdi tuz da kokarsa ne yapacağız?” diye endişe edilecek noktaya geldi.

Ne yazık ki bugün modern eğitim müesseselerinden geçenler, ıslah etmeleri gerekirken ifsad ediyorlar; mamur etmeleri gerekirken tahrip ediyorlar. Kısacası hem vazifelerini yapmamakla hem de ellerindeki imkânı yıkmak için kullanmakla iki kat, hattâ kat kat daha fazla zarar veriyorlar.

Hâlbuki bunlar bir toplumu ayakta tutan ana kadrolardır. Onların sadece vazifelerini ihmal etmesi, gevşeklik göstermesi bile telâfisi zor bir hatadır.

Öyleyse toplumun gözbebeği olan o güzîde kadroyu nasıl yetiştirmeliyiz? Bu konuda sadece bilgi vermek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu belletmek yeterli mi?

Hepimiz biliyoruz ki bazı insanlara «bu doğrudur/ yanlıştır» denildiği zaman, hemen ona inanır, kabullenir. Veya önce sorgular; “Kaynağı neymiş?” der, ama aslı varsa artık teslim olur, ona; «itaat eder.»

Dînimizin bizden istediği bir karakterdir bu; itaat etmek, teslim olmak. Bir başka deyişle; kendini serbest saymamak, muhayyer görmemek… Mes’ul hissetmek, bağlılık duymak…

Bir insana hayatı boyunca birçok kişi; «Bu doğrudur, bu yanlıştır!» diye öğretebilir, ama hakka-hakikate bağlılık duymayı öğretemez. O, karakterin temelidir.

İslâm şahsiyetinin temeli sıdk ve sadâkattir. Hazret-i Ebûbekir -radıyallâhu anh- Efendimiz’in şahsında müşahhas hâle gelmiş bir yüce vasıftır «sıddîkiyet».

İnsanın kendisini hakikate bağlı hissetmesi, hak yolun ondan istediği fedâkârlığı yapmakta tereddüt etmemesi, kendini muhayyer görmemesi…

Peki böyle bir şahsiyet nasıl yetiştirilir? Elbette son noktada bu bir kişinin kendi mes’ûliyetidir; ama içinde yetiştiği aileden aldığı ilk terbiyenin, bir insanın şahsiyetinde önemli bir yere sahip olduğu kabul edilmektedir. Hattâ; “Çocuğun karakteri yedi yaşına kadar tamamlanır.” denilmektedir. Bu sebeple ailesinden aldığı ilk eğitim, çocuğun şahsiyetinin temel taşıdır.

Bu noktada son zamanlarda rastladığım bir yazıdan bahsetmek istiyorum. Konu:

«Çocuklukta Sağlıklı Bağlanma»

Batıda yapılan araştırmalar gösteriyor ki; insanların şahsiyetinin doğru bir temel üzerine kurulması için, annesiyle yaşadığı bağlanma tecrübesi büyük ehemmiyet taşıyor.

Malûm, insan yavrusu diğer canlılar gibi değildir. Bir bebek dünyaya geldiği zaman son derece âciz ve muhtaç bir hâldedir. Bütün ihtiyaçlarını giderecek bir anneye muhtaçtır. Cenâb-ı Hak annelerde bebeğine karşı büyük bir sevgi ve bağlanma duygusu yaratmıştır. Anne günün her ânında bebeğinin ihtiyaçlarını düşünür. Onu bırakıp bir yere gitmek zorunda kalsa, aklı bebeğinde kalır. Geceleyin uykusunun en derin ânında bile bir bebek ağlamasıyla hemen uyanır. Bebeğinin ağlama tonundan onun ihtiyacını sezer.

Annedeki bu duygular, bebeğin duygu gelişimi açısından çok önemlidir. Bir insan bebekliğinde annesinden böyle güçlü bir ilgi ve bağlılık görmemişse, ihmale uğramışsa, sert ve soğuk davranışlar görmüşse bu onun şahsiyetinde önemli problemlere sebep olmaktadır. Bu durum bazı kişilerin derin duygular ve bağlanma gerektiren evlilik gibi hakikî ilişkilerden kaçmasına veya bu ilişkide soğuk ve uzak olmasına sebep olabilmektedir. Bu kişilerin vatanına, milletine, dînine, ahlâkına ne kadar bağlılık duyacağını da tahmin etmek zor değil…

Son zamanlarda yetiştirme kurumlarında birçok bakıcı tarafından yetiştirilen çocuklar üzerinde yapılan araştırmalar; bu çocukların ihtiyaç hissettiklerinde etraflarında bulunan herhangi bir yetişkine yönelebildikleri gibi, ileride de yakını ile yabancıyı ayırt etmeyebildiğini, rastgele kişilere bağlanabildiğini ve bunun da istismâra uğramaları riskini beraberinde getirdiğini gösteriyor. Aynı şekilde bu kişilerin; kendi dîni, millî kültürü, örfü-âdeti ile yabancı kültür empozesi arasında bir ayırım yapmayacağını düşünebiliriz.

Her ne kadar elimizde bu yönde yapılmış bir çalışma olmasa da belki şöyle bir nazariye ortaya atmak da mümkündür:

Annesiyle fizikî bir bağlanma problemi yaşamasa da ileride kendisine aşılanan görüşlerle annesine ve onun şahsında öz kültürüne yabancılaşan, bağlılık hissetmeyen kişiler de benzer şekilde bağlanma duygusundan mahrum yetişebilir.

Bugün dînî ilimleri okurken kendini muhayyer gören, âyetleri te’vil, hadisleri inkâr eden; kendi dînine bağlılık duymayan, bağlılık duyanları küçümseyen bir nesil yetiştiğini görüyoruz. Herhâlde bu kişilerin kuvvetli bir bağlılık ve mes’ûliyet hissiyle kendi dînine bağlı âlimler ile yabancıları ve onların sokuşturduğu fitneleri ayırt edememesinin temelinde, sağlıklı bir bağlanma duygusu geliştirememe problemi olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Başa dönecek olursak; belki vatanına-milletine en büyük hizmetleri yapabilecek, cesur, atılgan, becerikli gençleri güzel gayelere yöneltebilecek eğitim kadrolarını yetiştirirken, evvelâ onları kendi dâvâsında tutarlı ve sadâkatli yetiştirmek gerekmez mi?

Ağzında garip lâflar geveleyen, ne kendi yüreğinde samimî duygular taşıyan ne de başkalarına bir sevda, bir eğilim aşılamayan soğuk yüzlü insanlarla nasıl bir toplum yetişir?