HAK TERAZİSİ -4

YAZAR : M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

ASIRLARCA ÖNCE…

Kur’ân-ı Kerim nâzil olmaya başladığında temelde üç grup insan tipi netleşti:

–İnananlar,

–İnanmayanlar,

–İki tarafın ortasında durmayı tercih edenler (münafıklar).

İnanan taraf, her ne olursa olsun, güçlü bir duruş göstererek;

«–O ne dediyse doğru o!» inceliği içinde müthiş bir îman, îkan, şuur, idrak, muhabbet, basîret ve irfan sergiledi.

İnanmayan taraf, ne kadar mûcizeler bile görse, inat ve nefsâniyet hâlinde;

«–Bu da nerden çıktı? Kesinlikle dışlamalı, engellemeli, alay etmeli, ezmeli, yok etmeli!» yaklaşımlarıyla ahmakça bir inkâr, küfür, şirk, nefret ve rezâlet sergiledi.

Bu iki tarafın ortasında durup münafıklık yapanlar ise;

«–İslâm, tamam AMA…» deyip başka şeyler söylediler.

«–Kur’ân, tamam AMA…» deyip başka mantıklara daldılar.

«–Peygamber, tamam AMA…» deyip tuhaf tuhaf lâkırdılara saplandılar, aykırı bir yol tutturdular.

Tam bu noktada;

“–Her türlü zulüm ve kötülükleriyle devr-i câhiliyye mi devam edecek, yoksa her türlü adâlet, huzur ve güzellikleriyle asr-ı saâdet mi yaşanacak?” gerçeği karşısında insanlar, iki büyük kararın eşiğine geldi.

O eşikte;

Mü’min görünüp îmân ile küfrün ortasında gezinenler / münafıklar, gizliden gizliye; inanmayanlar da açıktan açığa İslâm’la mücadele başlattı.

Ancak en çaplı zındıklar bile, âyet âyet ilâhî kelâm geldikçe onun önünde sadece ve sadece acziyete düştüler. Hazret-i Peygamber’in yüce şahsiyeti ve ifadelerini gördükçe ve dinledikçe ne diyeceklerini şaşırdılar.

Hayret!

Hiç okuma-yazması olmayan el-Emîn Muhammed -aleyhisselâm-, gelmiş gelecek tüm okuma-yazma bilenlerin bile zerre kadar asla söyleyemeyeceği çok yüce şeyler söylüyordu. Herkes şahit oluyordu ki, ancak vahiydi bu. Hazret-i Allah buyurdu:

وَمَا كُنْتَ تَتْلُوا مِنْ قَبْلِه۪ مِنْ كِتَابٍ وَلَا تَخُطُّهُ بِيَم۪ينِكَ اِذًا لَارْتَابَ الْمُبْطِلُونَ

“(Ey Rasûlüm!)

–Eğer okur-yazar olsaydın, (o zaman)

•Bâtıla uyanlar,

•Şüphe ederlerdi,

•(Başkaların­dan öğrendiğini haklı olarak iddia edebilirlerdi. Lâkin herkes biliyor ki)

–Sen,

•Bu Kur’ân gelmeden önce,

•Hiçbir kitap okumadın;

•Yazı da yazmadın!” (el-Ankebût, 48)

İşte;

Bu ve benzeri sarsılmaz hakikatler dolayısıyla Hazret-i Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber’e karşı kendilerini haklı çıkarmak için yapabilecekleri en ufak bir suçlama bulamayan İslâm düşmanları, mücadelelerinde yaşadıkları çaresizlikler ve mantıksızlıklar sebebiyle iki kat daha kudurdular. Ne yapsalar şeytânî yönleri rahat etmedi, iftiradan iftiraya yeltendiler.

O DEVR-İ CEHÂLETTE;

Zenginliği, söz ve sohbet ustalığı, evlât çokluğu vesâire birçok özellikleri dolayısıyla kendisine «vahîd / biricik şahsiyet» denilen Velid bin Muğîre isimli biri vardı. Hakkında «Kureyş’in Gülü» ifadesi de kullanılıyordu.

Hazret-i Peygamber ve Kur’ân’ın gönderilişinden sonra eski itibarını kaybedeceği endişesiyle Müslümanlığı değil İslâm’a karşı düşmanlığı seçmişti. Müşrikler ona sordular:

–Acaba Mekke’ye gelip giden kabîlelere, Muhammed’e dair ne söylemeli?

Velid, uzunca düşündü.

Aslında Peygamber Efendimiz’le sohbet etmiş ve O’ndan âyetler dinlemişti. Hattâ gönlü ilk önce hidâyete hayli yaklaşmıştı, ancak daha sonra müşrikler arasındaki mevcut değerini kaybedecek hissiyâtı ağır basınca, nefsâniyetine dalmış ve bile bile îmân etmemişti. Dedi ki:

–Her türlü şiir hakkında malûmat sahibiyim, bu işten çok iyi anlarım. Fakat O’nun bana okudukları kesinlikle şiir değildi, çok daha üstün bir sözdü. Öyle bir söz ki, nesir demek de doğru olmaz. Nesrin ötesinde tarifsiz bir güzellikti o; müthiş fasihti, beliğdi ve öyle latif bir âhengi vardı ki, bu kadar mükemmel bir sözü hiç duymadım. Onun, kâhinlerin dedikleriyle de hiçbir alâkasını kuramadım. Bir delinin söylemesi ise asla mümkün değil. O’na mecnun diyebilecek bir tek işarete de zaten rastlamadım. Doğrusu, sihir yapıyor demek de imkânsız. Zira sihre ve büyüye benzer hiçbir şey yapmıyor.”

Velid bin Muğîre, bir yandan bunları söylerken diğer yandan ne ile itham edebileceğine dair kafa patlatmaktaydı. Sonunda sihir ve büyü demeye karar verdi:

–Ama mademki, kardeşleri birbirinden ayırıyor, akraba bağlarını da koparıyor, o hâlde O’nun dedikleri, olsa olsa sihir ve büyüdür! (bkz. İbnü’l-Cevzî, VIII, 403-404; Hâkim, II, 550; Vâhidî, s. 468)

Neticede;

Bu kasıtlı kâfir, İslâm düşmanlığında en aşırı tipler arasında yer aldı. Hâlbuki o da, vicdanıyla baş başa kalınca tıpkı Ebû Cehil gibi Hazret-i Peygamber’den gizli gizli Kur’ân-ı Kerim dinliyordu. İstemese de ilâhî kelâmın o müthiş tesiri altında idi. Buna rağmen yine de nasıl çamur atacağı ve İslâm’a nasıl leke sürebileceği hususunda gece-gündüz plânlar yapıyordu. Elinden geldiğince İslâm’ı karalamaya çalışıyordu. Eleştirilerinde o denli ileri gitti ki, sonunda şunu da dedi:

–Ben ki Kureyş’in efendisi ve büyüğüyüm. Amr bin Umeyr de, Sakîf’in ulusudur. Biz dururken Kur’ân nasıl oluyor da Muhammed’e indiriliyor? İkimizden birine indirilmesi gerekmez miydi?

Yani adam;

Kur’ân, bir bakıma Allâh’ın kitabı diye inanıyor, vicdanen de kabulleniyor. Fakat o hatasız yegâne kudrete ve yüce iradeye karşı şeytan penceresinden bakarak kasten yanlışlık itham ediyor. Berbat bir nefsâniyete saplanıyor.

Böyle tipler ve bilgiçler, dünya sahnesinden hiç eksik olmayacağı için Cenâb-ı Allah, bu garâbeti Kur’ân-ı Kerim’de bilhassa dile getirdi:

وَقَالُوا لَوْلَا نُزِّلَ هٰذَا الْقُرْاٰنُ عَلٰى رَجُلٍ مِنَ الْقَرْيَتَيْنِ عَظ۪يمٍ

“Dediler ki;

–Bu Kur’ân;

–İki şehirden bir büyük adama indirilse olmaz mıydı?” (ez-Zuhruf, 31)

Yani câhiliyye devrinin kasıtlı bilgiçleri;

«–Kur’ân Allah’tan indi, AMA…» diye bir başladılar.

«TAMAM, AMA…» DEDİLER

Ardından;

Onu karalayabilmek ve çarpıtabilmek için her yolu denediler. Bin bir gaflet, zulüm, iftira ve inatla;

اِنْ هٰذَٓا اِلَّا سِحْرٌ يُؤْثَرُ

“…

•Bu ancak;

•Olsa olsa (sihirbazlardan öğrenilip) aktarılan

•Bir sihirdir.” (el-Müddessir, 24) dediler.

سِحْرٌ مُسْتَمِرٌّ

“…

•Eskiden beri devam edegelen

•Bir büyüdür.” (el-Kamer, 2) dediler.

هٰذَا سِحْرٌ مُب۪ينٌ

“…

•Bu;

•Çok belli,

•Bir büyüdür!” (el-Ahkāf, 7) dediler.

اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اِفْكٌۨ افْتَرٰيهُ

“…

•Bu ancak;

•Onun UYDURDUĞU

•Bir yalandır…” (el-Furkān, 4) dediler.

اِنْ هٰذَٓا اِلَّٓا اَسَاط۪يرُ الْاَوَّل۪ينَ

“…

•Bu ancak;

•Öncekilerin masallarıdır.” (el-En‘âm, 25) dediler.

İSLÂM’A KARŞI;

Bütün hücumlar, esas itibarıyla daima iki hedef üzerinde kendini gösterdi:

•Kur’ân-ı Kerim ve;

•Hazret-i Peygamber.

Allah Rasûlü’nün yaşadığı o şanlı devir, baştan sona bu gerçeğin mücadele harmanı oldu. Gerek Mekke döneminde gerek Medine döneminde hem müşriklerin, hem münafıkların, hem kâfirlerin, hem de yahudilerin ortak olarak yüklendikleri nokta ve rezil gaye, daima şu iki husus idi:

•Kur’ân-ı Kerîm’i karalamak.

•Hazret-i Peygamber’i devre dışı bırakmak.

Bu uğurda;

NELER YAPMADILAR Kİ!

Rûhen câzibesine çarpılıp kaldıkları Hazret-i Kur’ân hakkında o azgın nefsâniyetlerinden dolayı kastî bir şekilde;

•Öfkelendiler,

•Sihir yakıştırması yaptılar,

•UYDURMA dediler,

•Öncekilere ait masallar olarak yaftaladılar,

•Kuru gürültüyle boğmaya çalıştılar,

•Alay konusu ettiler,

•Türlü türlü olumsuz yorumları Kur’ân’a bulaştırmaya uğraştılar.

Diğer taraftan el-Emîn dedikleri Muhammed -aleyhisselâm-’a karşı da;

•Deli dediler,

•Kâhin dediler,

•Şair dediler,

•Kur’ân için yanlış seçilmiş bir kişi olarak gördüler,

•Eziyet ve işkenceler yaptılar,

•Hakaretlerde bulundular,

•Taşladılar, -hem dilleriyle hem elleriyle-

•Öldürmeye kalktılar,

•Savaştılar,

•Zehirlediler,

•İftiralar attılar, -hem kendisine hem ailesine-,

•İhânetler ettiler,

•Türlü türlü olumsuz eleştiriler uydurdular.

Bütün bunlar karşısında Hazret-i Allah da;

Son Peygamber’ine en şanlı ve başarılı mücadeleleri verdirdi. Onların ortaya attığı yalanları, yorumları, ithamları ve iftiraları daima süpürdü, tarihin çöplüklerine attı. O çöplük lâkırdıları hangi bilgiç ağızlar söylerse söylesin, hiçbir şekilde kalplerin ve idraklerin kapısından içeri sokturmadı. Hazret-i Peygamber’e ve bütün ümmetine buyurdu ki:

فَاَعْرِضْ عَنْهُمْ

“–BOŞVER ONLARI!”

–Onlardan yüz çevir!

–Kur’ân’ı ve Sen’i diline dolayan cahilleri hiç umursama!

–Kur’ân ve Sen’in hakkında lâkırdı savuran müşriklere aldırış etme!

–Uydurma ithamlarla Kur’ân’ı ve Sen’i bilgiç bilgiç kınayanların eleştirisinden zerre kadar etkilenme!

فَذَكِّرْ فَمَٓا اَنْتَ بِنِعْمَتِ رَبِّكَ بِكَاهِنٍ وَلَا مَجْنُونٍۜ ﴿٩٢﴾ اَمْ يَقُولُونَ شَاعِرٌ نَتَرَبَّصُ بِه۪ رَيْبَ الْمَنُونِ ﴿٠٣﴾ قُلْ تَرَبَّصُوا فَاِنّ۪ي مَعَكُمْ مِنَ الْمُتَرَبِّص۪ينَۜ ﴿١٣﴾

“(Ey Rasûlüm!)

–Sen öğüt ver!

•Rabbinin lutfuyla Sen;

•Ne kâhinsin, ne de bir mec­nûn!

–Yoksa onlar;

•O bir şairdir;

•O’nun zamanın felâketlerine uğramasını bekliyoruz, mu diyorlar?

–De ki:

•Bekleyin,

•Ben de sizinle beraber bekleyenlerdenim!” (et-Tûr, 29-31)

… هُوَ اَعْلَمُ بِمَا تُف۪يضُونَ ف۪يهِۜ كَفٰى بِه۪ شَه۪يدًا بَيْن۪ي وَبَيْنَكُمْۜ …

“…

(Yine de ki)

•Allah,

•KUR’ÂN HAKKINDA

•Sizin YAPTIĞINIZ TAŞKINLIKLARI

•Çok daha iyi bilir.

•BENİMLE SİZİN ARANIZDA

•Şahit olarak O YETER! …” (el-Ahkâf, 8)

İşte bu şekilde;

Cenâb-ı Hak, peygamberine kendisini şahit tutarak gerekli cevabı verdirdi. Neticede Hazret-i Kur’ân ve Hazret-i Peygamber’le uğraşanların bütün bilgiçliklerini fırlatıp attı en derin gayyâlara.

Sonraki devirlerde aynı şeyler yaşandı, aynı ilâhî süpürge devreye girdi.

Şimdi;

ASIRLAR SONRA…

İslâm düşmanları yine aynı metotlara sarıldılar.

İslâm’a saldırılar yine iki cepheden:

–İnanmayanlardan,

–Mü’min görünüp de gizlice îmanla küfrün arasında ortada gezinen münafıklardan…

Hücumlar da yine aynı şekilde iki büyük hedefe:

–Allâh’ın kitabı Hazret-i Kur’ân’a,

–Allâh’ın Rasûlü Hazret-i Muhammed -aleyhisselâm-’a.

Kendilerini;

Doğulu veya batılı çağdaş Velid bin Muğîrelerin rahlelerinde yetiştirenler, Peygamber’in yanındaki baş münafık Abdullah bin Übey bin Selûl’ün rahlesinde bilgiçleştirenler, ele verdiler.

Tıpkı asırlar öncesinde olduğu gibi;

«–Kur’ân Allah’tan indi. Son ilâhî kitap, AMA….» diyorlar ve başlıyorlar türlü türlü lâkırdıya…

«–Muhammed -aleyhisselâm- el-Emîn, AMA…» diyorlar, başlıyorlar O’nun hadisleri hakkında en seviyesiz tenkitlere, hattâ hakaretlere…

Kimi tarihselcilik yapıyor, moderncilik yapıyor, kimi daha başka uydurmacılık yapıyor. Kimi sağdan yaklaşıyor, kimi soldan. Kimi mantıktan dem vuruyor kimi felsefeden. Her biri de çok sağlam bilgiçler hani…

Hepsi de;

Velid bin Muğîre gibi;

«–BEN VARKEN…» diye söze başlıyor, en doğruyu kendi tekelinde imiş gibi istediği şekilde yamultmanın kavgasını veriyor.

«–Ben varken, benim gibi koskoca profesör, ben gibi büyük bir ilim adamı dururken…» diye kabarıyor, sonra her türlü şeytan sazını mihraplara ve minberlere çakmanın kavgasını veriyor.

İslâm’a karşı iki yüz senedir dünya çapında çok sinsi bir mücadele yürütülüyor bu şekilde. Doğrudan ve dıştan lâf söyleyenler bir tarafa, onun içinde imiş gibi durup da binayı içten dinamitleme tekniğiyle neler yapılıyor neler! Metotların biri tutmasa, diğeri devreye sokuluyor.

Malûm:

Yıllarca İslâm; terakkîye engel gösterildi, tutmadı.

Yıllarca Müslümanlığa yobazlık yaftası vurulmaya çalışıldı, tutmadı.

Yıllarca irticâ kelimesiyle İslâm dîni boğulmak istendi, tutmadı.

Yıllarca ezanla ve Kur’ân’la oynandı, tutmadı.

Yıllarca her türlü yasaklara mahkûm edildi, tutmadı.

Olmadık çamurlar atıldı, tutmadı.

Vazgeçmediler.

En son bütün bilgiçlerin ortak bir şekilde kullandıkları yeni bir metot ortaya atıldı:

«UYDURULMUŞ DİN» YAFTASI

Bunu ne hakkında kullanıyorlar?

Güya yanlışları düzeltmek gibi güzel bir niyet etrafında ama, doğrudan doğruya İslâm hakkında kullanıyorlar. Kur’ân ve Sünnet hakkında kullanıyorlar.

Yeryüzünde en yalan ifade bu!

Yegâne hak din olan İslâm’ın içinde bunu kullanmanın hiçbir mantığı ve hakkı yok. Kusurlu müslümanlara bakarak böyle bir ifadeyi hiç kimse hiçbir şekilde mâzur gösteremez. Kur’ân ve hadisler, insanlık tarihinde muhafaza edilerek devam ettirilen yegâne iki kaynak. Bunun dışında hiçbir kaynak; bu ikisinin tâbî tutulduğu inceliklere, terazilere ve süzgeçlere tâbî tutulmamıştır. Dolayısıyla hiç terazi ve süzgeçten geçmeyen batılı ve batık düşünce ve fikirlere karşı ağzının suyu akarak hemen kabullenen bilgiçler; bu iki kaynağın bunca sağlam terazi ve süzgeçlerine rağmen onlar hakkında hayalî şüpheleri virüs gibi üretmenin derdinde niçin oluyorlar, hem de îmanlarına rağmen, anlamak hem zor hem kolay!

Dünyanın her tarafı uydurma dinlerle doluyken tutup da İslâm’ın bağrında müslümanların temiz inançlarına;

«Uydurma din» yaftası yapıştırmaya kalkışmak, şeytanın bile inanmayacağı bir itham, iftira ve hiç tutmayacak bir yakıştırmadır.

Birçok müslümanın bile fark etmeyeceği kılıflar ve yaklaşımlar içinde bu lâkırdıyı İslâm ile bir arada kullanmak, basit bir cehâlet değildir. Üstelik bu yaftayı kimlere karşı kullanıyorlar? Yazık ki;

–Takvâlı yaşayan müslümanların samimî inanışlarına bunu söylüyorlar.

–Peygamber Efendimiz’e bağlı olarak İslâm’ı yaşayanlara bunu söylüyorlar.

–Kur’ân ve Hadis dengesinde bir îman hayatı üzere olanlara bunu söylüyorlar.

–Allâh’ın yüce kitâbı hakkında kalplerinde zerre kadar şüphesi olmayanlara ve ilâhî kelâmı olduğu gibi kabul edenlere karşı bunu söylüyorlar.

Bu hususta en tuhaf olan da şu:

İnandığını söylediği hâlde bugünkü bilgiçlerin Kur’ân-ı Kerim ve Hazret-i Peygamber hakkında ortaya attıkları herzeleri, dün Ebû Cehiller bile söyleyemedi. Ebû Leheblerin bile İslâm’a karşı kullanamadığı ithamları bugün; «Ben de inanıyorum!» demesine rağmen hiç çekinmeden söyleyenlerin aklı başında mı? En düşman ve azılı müşriklerin bile vicdanlarının elvermediği eleştirileri, dolaylı veya dolaysız Hazret-i Kur’ân’a ve Hazret-i Peygamber’e karşı irtikâb edebilenler neyin nesi?

Televizyon programlarında, çeşitli yerlerde güya ilmî meseleler konuşuyor bu tipler!

HAYIR! HAYIR!

Asla ilmî bir mesele filân konuşmuyorlar.

Sadece;

Sinsi bir şekilde ama direkt dînin yegâne iki büyük direğini devirmeye çalışıyorlar. Kur’ân’ı ve Peygamber’i mahkûm etmeye çalışıyorlar. Bu rezil ve sefil gayret, kesinlikle ilmî bir meseleyi ele almak zannedilmesin! Bunlar, dışarıdan veya içeriden olsun, tamamen fitnebaz bir hücumdan başka bir şey değil.

Şu bilgiç kimselerin; Fos fos bir hayat yaşamış şaşkın felsefecilerden, hattâ kimi karısını bıçaklayıp öldürmüş, kimi de bunalıp intihar etmiş tiplerden bile gelen her türlü bilgi nakline tüm kapıları açık olmasına rağmen; buna mukabil, üstelik müslüman kisvesine bürünmüş oldukları hâlde Hazret-i Peygamber’den gelen bilgilere karşı, gizli ve açık her türlü itirazı sergilemeleri, hem de otomatik şekilde mantıklarını Hazret-i Peygamber’e red üzerine kurmuş olmaları ve daha da ileri giderek o İmâmu’l-Enbiyâ hakkında öfke ve saldırı psikolojisiyle hareket etmeleri, acaba nasıl bir zehirlenmedir!

Hiç kimse;

Müslümanlığı, Hazret-i Peygamber’e isyan mantığıyla anlatmaya kalkışmasın boşuna.

ASIL MÜSLÜMANLIK;

Daima Hazret-i Kur’ân’ın ve Hazret-i Peygamber’in yanında yer almaktır. İkisine de;

«–Ne diyorsa, doğrudur!» düsturuyla bağlılıktır.

Îman zaten budur.

Yoksa, bilgisi kıt, aklı da âciz bir kulun; tutup da bilgisi de sonsuz, iradesi de sonsuz ve kādir olan yüce Yaratıcı’ya, yani kendisini de aklını da yaratan Hazret-i Allâh’a ve O’nun hükmü ve mührü olan Kur’ân ve Peygamber’ine karşı tenkitlere kalkışmasının neresi îman, neresi ilim?

Küfürle ve düşmanla mücadele edeceği yerde, kendi dîniyle ve kardeşiyle boğuşan kimselerin kimin yanında durduğuna iyi bakmalı.

Çünkü;

Mü’min oldukları hâlde düşmanlara karşı mücadelede Hazret-i Peygamber’in yanında yer almayan kimseler hakkında Cenâb-ı Hak çok ağır ifadeler kullanmaktadır:

سَيَحْلِفُونَ بِاللّٰهِ لَكُمْ اِذَا انْقَلَبْتُمْ اِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْۜ فَاَعْرِضُوا عَنْهُمْۜ اِنَّهُمْ رِجْسٌۘ وَمَاْوٰيهُمْ جَهَنَّمُۚ جَزَٓاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ

“(Ey mü’minler!)

•Yanlarına döndüğünüz zaman,

•Kendilerini rahat bırakmanız için

•Size

•Allah adıyla yemin edeceklerdir.

–Bu bakımdan artık;

ONLARIN PEŞİNİ BIRAKIN!

–Çünkü ONLAR PİSTİRLER.

–Kazandıklarının karşılığı olarak,

–Varacakları yer de cehennemdir.” (et-Tevbe, 95)

Yani;

•Güya mü’min tipler, fakat,

•Peygamber’in yanında yer almamışlar,

•Kendilerini haklı göstermek için Allah adını kullanıyorlar,

•Yeminler ediyorlar.

Hazret-i Peygamber’in ve müslümanların yanında yer almayanlar, düşmana karşı Allah Rasûlü’nün ardınca koşmayanlar, kendi rahatlıklarının ve boş felsefelerinin peşine düşerek hareket edenler, nefsânî dünya görüşleri içinde keyiflerine göre bir hayat yaşamak isteyenler; ne kadar bilgiç de olsalar, örnek değildirler. Din adına bir şey söyleme hakları yoktur. İlâhî emir:

•Asla onların peşine düşmemek!

İlâhî teşhis:

•Onlar necistir, pistirler.

Âkıbetleri:

•Cehennem.

Bu kategorideki bilgiçler, İslâm’a ve müslümanlara karşı bir sürü çamurlar üretip ömür boyu bunları yapıştırmakla uğraşıyorlar.

Bazen;

Tutar gibi görünüyor, belli bir kesimi etkiliyorlar, bazı kendi bozuk tipleri biraz daha bozuyor, hepsi bu. Ama tutmuyor. Tutmaz, çünkü dîn-i mübîn-i İslâm, Allâh’ın muhafazası altında, tâ kıyâmete kadar.

Kim ne yaparsa yapsın, sadece kendine yapar ve kendini bozar.

YEGÂNE ÇARE;

Her zaman Kur’ân-ı Azîmüşşan ve Hazret-i Peygamber’in Sünneti…

Vedâ Hutbesi’nde buyurulduğu gibi:

Ey mü’minler! Sizlere emânet-i Peygamber,
İki şey bıraktım ki, iki dünyâda rehber…
Onlara sarıldıkça sapmazsınız bir milim,
Biri Hazret-i Kur’ân, diğeri de Sünnet’im…

Velhâsıl;

Bir mü’min, her şeyini bu hakikate kurban edebilirse onun ömrü de âhireti de Hazret-i İsmail’in mazhariyetleriyle dolu olur. Bilgiçliğini de bu hakikate kurban edebilenler, ilâhî ilmin aslına ve hakikatin vaslına ulaşırlar.

Bütün mesele;

Kur’ân ve Sünnet ekseninde o sırât-ı müstakîm üzere yaşayabilmek!

Yâ Rab!

Nasîb eyle!

Âmîn!..