YUVALAR YIKILMASIN!

Mehmet MENCET

Evimiz; şehrin yeni kurulan, henüz her tarafı betonla kaplanmamış, yer yer yeşilliklerle, ormandan arta kalan tek tük ağaçların bulunduğu bir yer olduğundan baharda da tabiatın canlanışını seyretmek çok zevkli oluyor. Çarpık kentleşme ve ağaçlardan, yeşilliklerden yoksun, kalabalık yerlerde, meyve ağaçlarının çiçek açtığını göremezsiniz. Ancak pazarda ve manavda gördüğümüzde hayretle;

“Ne zaman oluvermiş?!.”

diye bakakalırız. Eşimle birlikte; ılık ılık esen bahar rüzgârıyla toprağın kokusunun etrafa yayıldığı bir bahar ikindisinde yürüyüşe çıkmıştık. Karşıdan; küçük bir kız çocuğu, elinde sıkı sıkı tuttuğu çantasıyla, hoplaya zıplaya geliyordu. Sarı saçları tek bir örgü hâlinde beline kadar uzanıyor, pembe renkli tişörtü ve kısa pantolonuyla yanımızdan geçiyordu. Bu sevimli kızla konuşmak istedim. Sanki o da tanıdık birisini görmüş gibi durdu:

–Adın ne senin güzel kız?

–Zülâl.

–Kaç yaşındasın?

–Altı.

–Nereye gidiyorsun?

–Ekmek almaya.

–Tek başına nasıl gidiyorsun, senden başka kimse yok mu?

“–Var ama…” dedi biraz durakladı.

–Eviniz yakın mı?

Arkasını dönerek geldiği yeri tarif etti. Arada bayağı mesafe vardı, üstelik boş bir araziden sonra evleri görünüyordu.

–Hangisi sizin eviniz?

–Hani şu görünen var ya onun beşinci katı. Hem bizim değil ki kiralık.

–Peki senin annen, baban yok mu?

“–Var!” dedi usulca.

–Baban ne iş yapıyor?

Uzun bir iç çekişten sonra;

–Ben babamı hiç hatırlamıyorum, şoför müymüş neymiş, çok uzaklardaymış…

–Peki annen?

–Annem çalışıyor.

Arkasından açıklama yapmak zorundaymışçasına, büyük bir insan edâsıyla;

“–Vallâ…” dedi;

–«Sekreterlik yapıyorum.» diyor ama ben pek inanmıyorum, anneannem de öyle söylüyor…

–Peki sana kim bakıyor?

–Ben anneannemle kalıyorum.

Bu küçük insan yavrusu, daha şimdiden kavrayamadığı birçok problemin sonuçlarını düşünemeden, çocuk sâfiyetiyle âdeta beş dakika içinde bizimle dertleşti… Hayatını anlattı…

Önümüzden koşarak bakkala gidip ekmeğini aldı, dönüşte tekrar karşılaştığında önceden tanıdığı birilerine rastlamanın mutluluğu içinde;

“–İyi günler!” diyerek yanımızdan uzaklaştı…

Bin bir hayal ve umutla kurulan yuvalar maddî bir hiç yüzünden veya kapristen yıkılan yuvalar ve bu enkazın altında kalan nice masum yavrular… Daha hayatı tanımadan aile dengesinin bozulmasıyla, ya anneden ya babadan mahrum kalıyor. Alıştığı düzenden mahrum, maddî imkânsızlıkların da çepeçevre sarıp kıskacına aldığı anne-baba veya diğer büyüklerin kaprisleri yüzünden, onun tertemiz ruh dünyası ne hâle geliyor? Daha çocukken bunalıma giriyorlar.

«Sen, ben yok! Biz olabilsek…» Artık hayatımızda her konuda bir ortak nokta bulma, çözüm üretme olmalı. İnadına; «Benim dediğim, senin dediğin» değil, mâkul olan, yararımıza olacak ne varsa, akl-ı selîm ile çözümler üretilmeli…

Fatura her zaman çocuklara kesiliyor. Ara sıra baba veya anneye gidiyor; onlar da vicdanlarını rahatlatmak adına, hediyeler alıp gezmeye götürüyorlar misafir ağırlar gibi. Biraz büyüyünce de çocuk, intikam almak duygusuyla pahalı şeyler istiyor;

“–Nasılsa başkalarıyla yiyor, işime yaramasa bile aldırıyorum.” diyor. Oysa ruhlarında ne fırtınalar kopuyor.

Bazıları da çocukları elinde koz olarak kullanıyor. Çocuğun anne veya babasını görmesi bile işkenceye dönüşüyor. Hiç kimse;

“–Ben hata ettim yahut da anlaşamadık ama çocuğumun ruh sağlığı bozulmasın!” demiyor.

Bir arkadaşımın torunu var, babaannede kalıyor;

“–Ben yine de şanslıyım; annemi de görebiliyorum, babamı da bana yasaklamıyorsunuz, bazıları göremiyor.” diyor;

“–Hayatta en çok istediğin şey ne?” diye sorduklarında;

“–Hani filmlerde olur ya… Anne ile baba yatarken, onların aralarına yatıp birlikte uyumak…” diyor. Basit, sıradan bir hâdise gibi ama, bir başkasının da en büyük ideali; «Anne ve babasının elinden tutup bir yerlere gitmek…»

Bir özel okulda öğretmen arkadaşım var. Yıllar önce;

“–Sınıfın yarısı boşanmış ailelerin çocukları, hepsi de problemli…” diyordu. Şimdi ne âlemde acaba? Mutlu bir ailede yetişmeyen veya boşanmış ailelerin çocukları, daha çok boşanıyor. Arkadaşımızın kızı eşinden ayrıldı, çocuk da annesiyle anneannenin yanında kalıyordu. Aylar sonra babası gelmiş; uzun zamandır babasını görmeyen çocuk, çok yaklaşmamış. Bir de oyuncak almış, bahçede oynarken köpekleri yanlarına gelmiş. Çocuk köpeği kucaklamış severken, babası;

“–Köpeği seviyor musun?” demiş. Dört yaşındaki çocuk;

“–Evet!” demiş;

“–Peki beni mi yoksa köpeği mi daha çok seviyorsun?” diye sorunca;

“–Köpeği…” demiş. Adam şaşırmış;

“–Neden?” deyince;

“–Sen beni seviyorsun ama yanımda değilsin, ama o her zaman yanımda…” demiş.

Eskiden binde bir kişi boşanırdı. Çocukluğumuzda biz bu kelimeyi bilmezdik bile. Ancak kader-i ilâhî, ölümle birlikte öksüz, yetim kalanlar olurdu. O da çevrenin telkinleri ve etrafındakilerin korumasıyla sağlıklı bir fert olarak yetişirdi.

Her nikâh kıyılırken;

“İyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta…” Neşe içinde, kalıplaşmış sözlere atılan imzalar… Hayatın iniş çıkışlarında ne kadarı uygulanabiliyor acaba? Evlilik sen, ben değil, biz olabilmek… «Hep benim dediğim olsun!» düşüncesi olmadan, ortak paydada buluşabilmek, benmerkezci davranışlar yerine fedâkâr ve hoşgörülü olabilmektir. Büyüklerimizin dediği gibi; önce iyi bir seçim sonra iyi bir geçim.

Şimdi çok kolay bulup, araştırmadan hemen evleniyorlar. Hâlbuki; «Önce tedbir sonra takdir» diyor atalarımız.

Hazret-i Mevlânâ;

“Ayakkabının biri ayağına dar gelirse dünya zindan olur.” buyuruyor. Evlilik de bir çift ayakkabı gibi, denklik çok önemli.

Bazı gençler;

“–Ben onu zamanla düzeltirim!” diyor. İnsan o kadar istemesine rağmen kendi huylarını bile düzeltemiyor, kaldı ki başkasını…

Bazı arkadaşların düğünlerine iştirak edemiyor, sonra;

“–Evlerine; «Hayırlı olsun!» diye gideriz.” diyoruz. Bir de duyuyoruz ki ayrılmışlar. Evliliğin bir ciddiyeti kalmadı. Âdeta;

“–Bir denerim olmazsa boşanırım…” mantığı var. Oysa boşanma, Cenâb-ı Allâh’ın en sevmediği helâllerden. (Ebû Dâvûd, Talâk, 3; İbn-i Mâce, Talâk, 1)

“Haksız yere boşanmada Arş-ı âlâ titrer.” (Ali el-Müttakî, IX, 1161/27874) buyuruluyor.

Fıtratımız gereği; elbette ki iki ayrı cins insan, ayrı ailelerde yetişmiş, ayrı kültür, ayrı eğitim, belki ayrı din, millet de olabilir. İki insanın bir ömrü paylaşmaları için farklı özellikleri olacaktır. Bunu problem etmeden, imkânlar ölçüsünde çözebilmektir;

“–Pireyi deve yapmadan nasıl bir çözüm üretebilirim? Birbirimizi incitmeden problemleri nasıl aşabiliriz?” diyebilmeliler.

Halk arasında bir mesel vardır, evlenmeye karar veren adam diyor ki:

“–Bak hanım; zaman zaman işten gelirken, yorgun ve sinirli olabilirim. O zaman bana bir şey sorma ki seni üzmeyeyim!”

“–Peki, senin sinirli olduğunu nasıl anlayacağım?”

“–Eve gelirken eğer fesim yana doğru eğikse bil ki çok sinirliyim.”

Hanım da diyor ki:

“–Benim de zaman zaman sıkıldığım anlar olur, bunalır, kimseyle konuşmak istemem. Sen de o zaman bana hiçbir şey deme! Tamam mı?”

“–Olur ama, nereden anlayacağım senin sıkıldığını?”

“–Ben de mutfak önlüğümü kapıya asarım!” diyor ve anlaşıyorlar. Bir gün hanım işlerini bitirmiş eşini beklerken bakmış ki, bey fesini eğmiş geliyor. Hemen koşup kapıya önlüğünü asmış, böylece ikisi de birbirine anlayış gösteriyor.

Ailenin en önemli unsurlarından biri de çocuklardır. Nice aileler var ki, boşanma arefesindeyken çocukların söz ve davranışları yuvayı dağılmaktan kurtarıyor. Eskiden aileler bu kadar yalnız değildi. Yanlarında; daima büyükler, dînini diyânetini bilen, güngörmüş insanlar bulunur; ufak bir problem olsa, kimse duymadan, nasihatlerle çözülürdü. Evliliğin mukaddes olduğunu, kişinin, mutluluğu yuvasında araması gerektiğini, söyler;

“Eşya değişir gibi, yastık değişmekle kader değişmez!” derlerdi.

“Sabır acı ama meyvesi tatlı…” diye örneklerle bir çeşit psikolojik tedavi uygularlardı. Sabırlı olmayı, hoşgörüyle zamanın her şeyin ilâcı olduğunu telkin ederlerdi. Bir anlık bir sabır, büyük bir felâketi önler. Bir anlık sabırsızlık ise, -Allah korusun- bütün bir hayatı yıkar.

Çocuklarımıza hâlâ bol bol öğüt veriyoruz, ama örnek olamıyoruz. Yani «ârıza» çocuklardan çok ana-babalarda, bizde!

Çocuklarımız fiillerimizden beslenmeyen klişe sözlerimizi ciddiye almıyor. Öğütlerimiz işte bu yüzden yüreklerine inmiyor.

Herkes insanlığın kötüye gittiğini kabul eder de, kimse kendisinin kötüye gittiğini kabul etmez…

Allah yolunda kardeşlik, eller ile gözlerin şu münasebetine benzer imiş:

•Gözler yaşardığında eller yaşlarını siler.

•El ağrıdığında gözler onun için yaş döker.

Eşler de işte böyle birbirini yıkayan iki el gibi olmalıdır. Hayırlı eş, huzurun başlangıcıdır…

Ağladığımızda bizi tesellî edecek, yanlış yaptığımızda ise doğruları göstererek irşad edecek biri olmalı insanın hayatında…

Cenâb-ı Hakk’ın Hazret-i Dâvud’a şöyle buyurduğu nakledilmiş:

“Ben rahatı; cennete koydum, insanlar onu dünyada arıyorlar. Nasıl bulabilecekler?”

Konya’da bir Allah dostu Sıdıka Teyze vardı. Hayatından şikâyet edip duran kişilere;

“–Yavrum burası cennet mi? Biz buraya hapır hupur yemeye, koşa oynaya gezmeye gelmedik! Mutlaka imtihanlar olacak, biri bitmeden kaç tanesi hazırda bekliyor…” derdi.

Şimdiki anne-babalar da gençleri olumsuz yönde etkiliyorlar. En ufak bir şikâyette;

“–Hemen gel, bu zamanda niye kahır çekiyorsun?” diyebiliyorlar. Evlâtlarımız yüce Allâh’ın emâneti:

•Onu en iyi nasıl yetiştirebilirim?

•Dînime, vatanıma nasıl faydalı olabilirim?

•Evlâtlarımın sadaka-i câriye olabilmeleri için neler yapmalıyım?

İşte bu kaygılar olmalı yüreğimizde.

Fânî hayatımızda ufak tefek rüzgârları kasırgaya döndürmeden «Evlilik fedâkârlıktır.» prensibiyle yaşamaya, bizim için hayatın her safhasında sayısız örnekler sunan o Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in aile yaşantısını rehber edinirsek, iki cihanda da mutlu oluruz. Rabbim yardım eylesin…