Şer‘î Kaidelerle Tasavvuf -13- MÜKEMMELİNİ ARARKEN…

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

(Şâzelî meşâyıhından Ahmed Zerrûk [v. 899/1494] Hazretleri’nin; tasavvufu, usûl ve fıkıh kaideleriyle anlattığı Kavâidü’t-Tasavvuf ve Şevâhidü’t-Taarruf adlı eserinin tercüme ve şerhine devam ediyoruz.)

KEMAL ŞARTI, SIHHAT ŞARTI

Yirminci Kaide:

“Asılda / kökte ortaklık, hükümde de ortaklığı gerektirir.”

Meselâ bir baba öldüğünde iki oğlu var ise ikisi de aynı derecede vâris olur. Çünkü asılda / kökte, oğul olmakta ortaktırlar.

“Fıkıh ile tasavvuf; Allâh’ın hükümlerine ve Allâh’ın haklarına delâlet meselesinde, ana-baba bir kardeş gibidir.”

Fıkıh ile tasavvuf bir elmanın iki yarısı gibidir. Yani fıkıh da tasavvuf da Allâh’ın hükümlerini bize gösterir, Allâh’ın hukukunu bize bildirir. Öyleyse;

“Kemal ve noksan zâviyesinden bakıldığında ikisi de aynı hükme tâbîdir.”

Yani fıkıh; bir kemâl alâmetiyse, olgunluk nişânesiyse, tasavvuf da öyledir.

Fıkıh için kemal veya noksanlık ifade eden her şey, tasavvuf için de kemal ve noksanlık ifade eder.

Çünkü bu iki ilim, aynı çekirdeğin meyveleridir. Aynı madenî paranın, aynı madalyonun iki yüzüdür. Böyle olunca bunlardan birine dair vereceğimiz hüküm, diğeri için de geçerli olur.

“Muhtevâsı (tâbîlerini götürdükleri mânâ) açısından biri diğerinden evleviyetli (öncelikli, ehemmiyetli) değildir. (İkisi de aynıdır.)”

Tasavvuf ve fıkıh bir babanın iki evlâdıysa; bir asıldan kaynaklanıyor, bir kökten geliyorlarsa biri neyse diğeri de öyledir. Dolayısıyla;

Birinde kemal şartı olan diğerinde de kemal şartıdır. Birinde sıhhat şartı olan, diğerinde de sıhhat şartıdır.

Sıhhat şartı ve kemal şartı, iki ıstılahtır.

Sıhhat şartı; bir şeyin geçerli / sahih olması için, bulunması zarûrî olan şarttır. Meselâ namazın abdest, vakit gibi şartları ve kıyam, kıraat gibi rükünleri böyledir. Bunlar olmazsa namaz olmaz.

Kemal şartı ise, bir şeyin kemâline ulaşması için şarttır. Bu şart gerçekleşmemişse, o şey geçerli olur ama mükemmel olmaz. Yine namazı misal verirsek; baştan sona huşû ve kalp huzuru, namazın mükemmel olması için elzemdir. Lâkin bu namazda yoktu veya bir müddet zihin ve kalp dağıldı diye; «Namaz bozuldu!» denilmez.

Mevzuya gelirsek;

•İlim için amel sıhhat şartı mıdır, kemal şartı mıdır?

Yani ilmiyle tam mânâsıyla âmil olmayan bir kişiye, âlim denilebilir mi? Yoksa mükemmel, kâmil, tam mânâsıyla bir âlim değildir, fakat zâhiren âlimdir mi diyeceğiz? Böyle bir âlimden az-çok istifâde edilebilir mi?

“Kabul edilen bir hakikattir ki;

Hem tasavvufta hem fıkıhta hem de diğer alanlarda, amel (o ilmin yaşanması), o ilmin kemâle erebilmesi için şarttır. Sıhhati / geçerli sayılabilmesi için şart değildir.”

Yani amelsiz bir ilim varsa o ilim, eksik bir ilimdir. Binâenaleyh sadece teoride kalan, pratiğe yansımayan bir bilgi, eksik bir bilgidir. Aynı şekilde sadece teoride kalan bir fıkıh, eksik bir fıkıhtır. Şartı yerine gelmemiştir. Şart, o ilmin amele dönüşmesidir. Ona fıkıh denmez. Tasavvuf da böyledir. Hâlleri, makamları biliyor, menkıbelerden haberdar ama onları yaşamaya sıra gelince amel yok. Böyle bir durumda ilim yerini bulmuş olmaz. Eğer ilmin kemal şartı amelse, amel olmadığında ilim kemâle ermiş olmaz. Ne fıkıhta ne tasavvufta ne de diğer branşlarda.

Lâkin amel, sıhhat / geçerlilik şartı değildir. Mükemmellikten uzak da olsa, kemâle erişmemiş de olsa; ameldeki eksik ve noksanı, âlimliği yok edecek derecede görmemek gerekir.

“Ne fıkıh, ne tasavvuf; amel (yaşayış, tatbikat) yok diye kişiden kaybolmaz. Çünkü amel olmadan da fıkıh ve tasavvuf, bir ilim seviyesinde bulunabilir. Çünkü ilim, amelin önündedir. Hem varlık olarak hem de hikmet olarak ilim amelden önce gelir.”

Yani amel ilme tâbîdir.

Bazen adam önden gider, arkasından gelen olmaz. Veya derse oturur, derse gelen talebesi olmaz. İmam, mihraba geçer, imam olarak öne geçer arkasında cemaat olmayabilir. İlimle amelin irtibatı da böyledir. İlim imamdır, amel ona tâbîdir. Binâenaleyh ilimsiz amel olmaz. Ama amelsiz ilim olabilir. Fakat bu amelsiz ilim; asla bir kemal, bir olgunluk ifade etmez. Olsa olsa yetersiz ve noksan bir ilim olmuş olur.

İlim varlık olarak da amelden öncedir. Yani ilim olmadan amel olmaz. İlim olmadan îmân olmaz. Nitekim âyet-i kerîmede;

“Bil ki Allah’tan başka ilâh yoktur!..” (Muhammed, 19) buyuruluyor. Yani Allâh’ı bilmek, îmân etmek de bilgiye tâbîdir.

Bu hususta mükemmeliyetçi davranmak, ameli ilmin sıhhat şartı saymak daha uygun imiş gibi görünür. Lâkin, firâset nazarıyla baktığımızda böyle olmadığını görürüz:

“Eğer (amel ederek o ilmin sıfatıyla) sıfatlanmak, ilmin (sıhhat) şartıdır denilseydi, o zaman ilim kesilirdi. İlmi elde etmek imkânı kalmazdı.”

Niçin?

Birincisi: Çünkü önce ilmi kazanıyorsunuz sonra onu amele döküyorsunuz. Mantık bakımından bu «suya dokunmak için abdestli olmayı şart koşmak» gibi bir kilitlenmeye yol açardı.

İkincisi: Eğer ilim ehlinin şu veya bu eksikliği öne sürülerek, âlimliği iptal edilecek olursa, ortada âlim kalmayabilir. Dolayısıyla birtakım amel kusurları bulunan âlimlerden de ilim tahsil etmek mecburiyeti vardır. Tabiî ki itikādî sapmaları olan ve fısk u fücur seviyesinde dinden uzak yaşayan bir kişiden hiçbir şekilde dînî ilim tahsili almaya çalışmak doğru olmaz.

Tahsil gören kişi, o kusurlu âlimden zarar görmez mi? Orada talebe şuurlu olmalı. Nitekim Sâdî’nin Gülistan’ında geçiyor:

“Lokmân’a;

«–Edebi kimden öğrendin?» diye sordular.

Şöyle cevap verdi:

«–Edepsizlerden öğrendim. Şöyle ki: Onların işlerinden hangisi gözüme hoş görünmedi ise onu yapmaktan sakındım.»”

Demek ki ilmi, ameli olmayan kimselerden öğrenme imkânı da var. Adam, teorisyen; pratiği yok. Teorisyen diye ondan ilim öğrenilmez mi? Öğrenilir. Pratiği yok diye eğer bir hocadan, bir âlimden ilim almayı terk edecek olursak, o zaman ilimsiz kalırız.

Binâenaleyh ilim ve amel bir kemal şartıdır; sıhhat şartı değildir. Evet; ameli olmayan âlim eksiktir, yetersizdir, kusurludur ama âlimdir. Ondan istifâde edilebilir.

“Aynı şekilde emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker vazifesini edâ etmek için amel şart koşulsa, bu kötü zamanda bu meseleleri anlatacak kimse kalmamış olurdu. Böyle bir şey de şer‘an câiz değildir. Genel itibarıyla da makbul bir yaklaşım değildir.”

Peki, âyet diyor ki:

“Ey îmân edenler! Niye yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?..” (es-Saff, 2)

O âyeti müfessirlerimiz;

“Yapmaya niyetiniz olmayan şeyleri” mânâsında anlıyorlar. Cenâb-ı Hak; kemal şartını ihlâl edenleri, dürüst, sözü özü bir, istikamet sahibi bir insan olmamakla, tutarsız olmakla tenkit ediyor.

Binâenaleyh biz ilmi bulduğumuzda alırız. O ilmi bize aktaran kimsenin o ilimle amel edip etmemesi onu ilgilendiren bir kemal şartıdır. Amel eden birini bulabilirsek zaten baş tâcı ederiz. Ama bulamıyoruz diye de ilim öğrenmekten geri kalmayız.

Bazen mükemmeliyetçilik, kimseyi beğenmemek, herkese bir kusur bulmak da insana engel teşkil eder. Hatasız dost arayan dostsuz kalır. Kusursuz eş arayan evlenemez. Hatasız kul olmadığını bilmek gerekir.

İnsan; söylediğini yaşamalı, bir şeyi yasaklıyorsa o şeyi önce kendi nefsine yasaklamalı. Ama zamanımıza baktığımızda eğer biz; “Dîni, %100 yaşayan kimselerden öğreneceğiz.” diye bir iddia ile ortaya çıkarsak dinden, diyânetten mahrum olur, câhil kalırız.

Müellifimiz bu görüşüne deliller serdediyor:

“Nitekim Cenâb-ı Allah, ilmi kendisinden haşyet içerisinde olanlara ispat etmiş. Ama kendisinden haşyeti olmayanlardan nefyetmemiştir.”

Çok ince bir nokta: Müellifimizin işaret ettiği âyet şu:

“Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan hakkıyla korkar.” (Fâtır, 28)

Binâenaleyh; “Âlimler, Allah’tan korkan kimselerdir.” diyor. Cümle, müsbet bir cümle olarak geliyor. Lâkin; “Allah’tan korkmayanlar, âlim değildir.” demiyor.

Evet, aslolan âlim olanın takvâlı olmasıdır, Allah takvâlı âlimi methetmiştir. Fakat takvâsında problem var diye onu âlimlik mertebesinden düşürmek de firâsete uygun değil.

Diğer taraftan;

“Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, faydasız ilimden Allâh’a sığınmıştır ve şöyle buyurmuştur:

«Kıyâmet gününde en şiddetli azap görecek olanlar ilmiyle Allâh’ın kendisine fayda vermediği kimsedir.»” (Taberânî, Sağîr, I, 305)

Allah ilim vermiş ama; o ilmin faydasını, neticesini ona vermemiş. Bu kimseler kıyâmet gününde en ağır azâbı çekecek olan kimselerdir. Çünkü ilminin faydasını hiç görmeyen bir kimse -okumuş ama hiçbir fayda tahsil edememiş- bu kimse sapık bir kimsedir. Ve saptıran bir kimsedir. Binâenaleyh okudukları onu yoldan çıkarmıştır. Sadece yoldan çıkarmakla da kalmamış, başkalarına da sebep olmuştur. Bu yönüyle en şiddetli azâbı hak etmiştir.

“Buna rağmen Cenâb-ı Peygamber, bu kimseden bahsederken âlim diye bahsediyor.”

Yani kıyâmet günü en ağır azâbı görecek olan kişi bir âlimdir. Yani ilim vasfını ondan selbetmiyor, çıkarmıyor. Buradan da anlıyoruz ki kendisine ilmi fayda vermese de âlim, âlimdir. Binâenaleyh;

“Hakkıyla ilmi tahsil etmiş olan ve hakikati ile anlatabilen herkesten istifâde etmek lâzım gelir. Aksi hâlde istifâde kapısı kapanır.

Fakat şu gerekir ki; bu kişi ilmi ile amel etmese de ders verirken bu amelsizliği bir zarar doğurmamalı veya sen ondan ders alıyorsan onun amelsizliğinin sana bir zararı olmamalı. Böylece anla!..”

Yani; amelinde kusur olan bir hocadan ilim almanın şartı, talebesini kötü bir yola çekmemesidir.

Diyelim ki hoca sigara içiyor. Evet, sigaranın haram olduğunu da söylüyor, «Tahrîmen mekruhtur.» diyor ama dışarı çıkıyor tüttürüyor. «Ben sigara içen adamdan ilim tahsil etmem.» dersen câhil kalırsın. Onun sigara içmesinin zararı kendisinedir. Dersine bir zararı yoktur; eğer seni de sigara içmeye teşvik etmiyorsa.

“Evet, benim bu noktada hatam var, burada kusurluyum. Duâ edin Cenâb-ı Allah beni ıslah etsin. Sakın bunu örnek almayın.” diyorsa. İşte bu kimsenin dersine girilir, ilminden istifâde edilir.

Ama bir kimse eğer amelsizliğini ortaya çıkarıyor ve ilmini ona bir dayanak hâline getiriyorsa -Allah muhafaza etsin- onun dersinden de ilminden de istifâde edilmez.

SAHTEKÂRLIĞA DİKKAT!

Yirmi Birinci Kaide:

“Genelde bir şey ortaya çıkmışsa; bunun gereği, lâzımı, onu çağrıştıran şeylerle, onu akla getiren, onu hatırlatan şeylerle ortaya çıkmasıdır.

Tasavvuf da ancak sâlih amellerle / güzel davranışlarla bilinir.”

Kimse;

“–Ben ehl-i tasavvufum, ben Nakşîyim, ben Kādirîyim, ben Şâzilîyim, ben dervişim…” diye ortaya çıkmaz. Onun hâlini görenler anlarlar.

Eskiden Osmanlı kültüründe ahlâkı güzel bir kimseyi gördüklerinde;

“–Sen hangi bağın gülüsün?” derlermiş.

Yani;

“–Hangi dergâhın müntesibisin?” demek isterlermiş.

İnsanın tasavvuf ehli olduğu, derviş olduğu amelinde ve ahlâkında ortaya çıkar.

“İnsanın kendisini tasavvufa nisbet etmesi, «tasavvufçuyum» diye veya «müridim, dervişim» diye ortaya çıkması; amelsiz bir iddia ise, bu göz boyamadır, kandırmacadır, hilâf-ı hakikat bir durumdur.”

Her ne kadar, (önceki kaidede dediğimiz gibi) «Amel, ilmin, sıhhat şartı değil, kemal şartı» olsa da (durum böyledir.)…

Yani önceki kaide, firâseten, mantıken amelin durumunu bildirdi. Amel kusurlarını bahane ederek, istifâde edilecek kişilerden mahrum kalma! Ancak böyle dedik diye, her; «Tasavvuf ehliyim!» diyene de kapılıp gitme! Ameli yoksa sahtekâr olma ihtimali yüksektir. Çünkü tasavvuf, diğer ilimlerden farklı olarak, kāl ilmi değil, hâl ilmidir.

Tasavvuf, ilimle ortaya konulacak bir zihnî husus değil; hâl ile ortaya konulacak bir yaşayıştır.

Bir kişi bütün tasavvuf kitaplarını ezberlemiş de olsa; eğer tasavvuf adına söyledikleri hayatında yoksa hâl olarak yaşayışına yansımamışsa, onun; «Ben dervişim!» iddiası kuru bir iddiadır.

Küpün içinde ne varsa dışarı o sızar, denilir. Tasavvufun dışarı yansıyacak tarafı, sâlih ameller olacaktır. Güzel ahlâk olacaktır. Reklâm değil, süslü, etkileyici sözler değil.

“Denilmiştir ki:

İlim, geldiğinde seslenir:

«−Amel eden var mı?»

Eğer ameli bulursa oraya yerleşir. Yoksa alır başını gider.”

Binâenaleyh ilmin devamı amelle mümkündür. Bu dünyevî ilimlerde de böyle. Yani bir lisan öğreniyorsunuz; eğer onu kullanmazsanız unutulur gider.

“Amelsiz ilimden Allah hepimizi muhafaza eylesin.”

Âmîn!..