EDEBÎ ve EBEDÎ MÛCİZE

Sami GÖKSÜN

Peygamber Efendimiz’in en büyük ve devamlı mûcizesi Kur’ân-ı Kerim’dir.Üzülerek görüyoruz ki, asrımızda yabancı ve yalancı fikirlerin tesirine kapılan birtakım tarihselciler, Kur’ân’ı -hâşâ- istihfâf ediyorlar. Onun kıymetini idrak edemiyorlar.

Kur’ân-ı Kerim; Peygamber Efendimiz’in devamlı mûcizesi olduğu için, O’nun mûcizeliği ve insanlığa;

“–Bir benzerini siz de getiriniz!” diye meydan okuyuşu da devamlıdır. İsrâ Sûresi’nin 88. âyet-i kerîmesinde;

“Aziz Peygamberim! Sana inanmayanlara de ki:

«Şu Kur’ân’ın bir benzerini meydana getirmek için; insanlar ve cinler bir araya toplansa da birbirlerine yardım etseler bile, onun benzerini meydana getiremezler.»” buyurmuştur.

Meydan okumada indirim yapılarak Hûd Sûresi’nin 13. âyet-i kerîmesinde;

“Yoksa «Sana, Kur’ân’ı kendi uydurdu.» diye iddia mı ediyorlar?

Onlara de ki:

«–Eğer iddianızda doğru iseniz, O Kur’ân’ın benzeri on uydurma sûre meydana getiriniz! Bunun için de Allah’tan başka dilediğiniz kimseleri yardıma çağırınız»” buyurmuştur.

İnsanlığa bu şekilde meydan okuma daha da aza indirilerek Bakara Sûresi’nin 23. âyet-i kerîmesinde;

“Eğer kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’ân’dan şüphe ediyorsanız, siz de ona benzer bir sûre meydana getirin; bunun için de Allah’tan başka bütün dostlarınızı yardıma çağırınız! Eğer doğru iseniz…” buyurmuştur.

Daha sonra meydan okuma asgarî hadde indirilerek Tûr Sûresi’nin 34. âyet-i kerîmesinde;

“(Habîbim! O inanmayanlar) eğer iddialarında samimî iseler, Kur’ân’ın benzeri bir söz (bir âyet) meydana getirsinler.” buyurmuştur.

Bunların bu dört şıktan hiçbirini de yapamayacakları hususunda Allah Teâlâ Hazretleri Bakara Sûresi’nin 24. âyet-i kerîmesinde şöyle buyuruyor:

“Eğer Kur’ân’ın benzerini yapamaz iseniz -ebedî yapamazsınız ya- o takdirde, inkâr edenler için hazırlanan ve yakacağı insanlarla, taşlar olan cehennem ateşinden sakının.”

İslâm’ın ilk devirlerinde Kur’ân’a inanmayanlar tarafından Kur’ân gibi bir kitap meydana getirme denemeleri yapılmış; fakat hepsi de bu ilâhî kitap karşısında neticesiz kalmış, bu ilâhî kitabın değil tamamına, bir âyetine bile bir benzer yapılamamıştır.

İşte bu durum, Kur’ân’ın en büyük bir mûcize olduğunu meydana çıkarmıştır. Hiçbir peygamberin mûcizesi, muayyen bir zamandan sonra devam etmemiştir. Fakat Rasûl-i Ekrem’in Kur’ân mûcizesi kıyâmete kadar kâfî ve bâkîdir. Edebî kelâmdan anlayan her insan onu okuduğunda, onun mûcizeliğini istemese de kabul etmek zorunda kalır.

Her peygambere zamanındaki mûteber ve meşhur olan şeylerden mûcize vermek, ilâhî hikmetlerdendir.

Meselâ; Hazret-i Musa zamanında sihirbazlık fazlaca şöhret bulduğu için Cenâb-ı Hak, ona sihirbazları mağlûp edecek mûcizeler verdi.

Hazret-i İsa zamanında ise tabâbet / doktorluk ileri seviyedeydi. Onun için Hazret-i İsa’ya; doktorların yapamayacağı, onları âciz bırakan, ölüleri diriltme gibi mûcizeler verildi.

Peygamber Efendimiz zamanında ise fesâhat ve belâgat ilerlemişti. Ukaz, Zü’l-Mecâz ve Mecenne gibi senenin belirli günlerinde kurulan panayırlarda o devrin şairleri, edipleri ve hatipleri, yazdıkları kasîdeleri, şiirleri okurlar ve müsabaka yaparlardı. Yarışmalarda birinci gelen şiirler, Kâbe’nin duvarına asılırdı.

Bu sebeple Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e de; fesâhat ve belâgatte zirveye ulaşmış zamanın ediplerini, şairlerini âciz bırakan Kur’ân-ı Kerim verildi.

Kur’ân’ın beliğ üslûbuna hayran olan «Yedi Askı: Muallâka-i Seb‘a» sahiplerinin kendileri veya aileleri eserlerini Kâbe duvarından indirdiler. Hattâ yedi askı sahiplerinden Lebîd; Bakara ve Âl-i İmrân Sûrelerinin nüzûlünden sonra;

“–Artık bundan sonra bana şiir yazmak yakışmaz.” demiştir.

Şu hâdise münkirlerin, Kur’ân karşısındaki acziyetlerini ne güzel ifade etmektedir:

Velid bin Muğîre, hac mevsimi yaklaşınca Kureyş’i topladı ve onlara;

“–Arap cemaatleri, Muhammed’in peygamberlik iddiasını duymuşlardır. Size de soracaklar ve cevabınızı bekleyeceklerdir. Onun için hepiniz bir fikirde birleşin de birinizin sözü birinizinkini yalanlamasın.” dedi. Onlar da;

“–Yâ Ebâ Abd-i Şems! Ne söyleyeceğimizi sen kararlaştır.” dediler. Bunun üzerine Velid bin Muğîre;

“–Hayır; önce siz bir fikir söyleyin, ben dinleyeyim…” dedi. Onlardan biri;

“–Muhammed kâhin (falcıdır), deriz.” dedi. Velid;

“–Hayır, kâhin değildir. Muhakkak ki ben kâhinleri gördüm. Bunun sözü, kâhin sözüne benzemiyor.” dedi. Diğer birisi;

“–Muhammed mecnûn (deli), diyelim.” Bir diğeri;

“–Muhammed şair, diyelim.” Bir diğeri;

“–Muhammed sihirbaz, diyelim.” dediler…

Velid bin Muğîre, bunların söylediklerinin hiçbirinin doğru olmadığını söyledi ve sözünü şöyle bitirdi;

“–Yemin ederim ki; O’nun sözlerinde bir tatlılık, bütün ifadelerinde bir güzellik ve verimlilik vardır. Bu söylediklerinizin hangisini söylerseniz söyleyin, asılsız olduğu anlaşılacaktır. İyisi mi siz yine; «Sihirbaz.» deyin.” dedi.

Nihayet hac mevsimi geldiğinde kime rastladılarsa;

“–Muhammed sihirbazdır.” diyorlardı ve O’ndan sakınmalarını tembih ediyorlardı.

İşte inadına inkâr!..

Hulâsa okuma-yazma bilmeyen bir Peygamber’e gönderilen Kur’ân-ı Kerîm’in mûcize yönü daha pek çoktur. Bu bakımdan Kur’ân, Peygamber Efendimiz’in peygamberliğini kuvvetlendiren en büyük bir mûcize olmuştur.

Yüce Rabbim, Kur’ân’ı ve Peygamberimiz’i cümle müslümanlara şefaatçi kılsın…

Âmîn…