KAZANCA ve İNFÂKA DAİR

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Bir Mecelle kaidesidir:

مَا حَرُمَ أَخْذُهُ حَرُمَ إِعْطَاؤُهُ

“Alınması haram olan şeyin verilmesi de haramdır.”

Meselâ;

Rüşvet almak haram; rüşvet vermek de haramdır.

Fâiz almak haram; fâiz vermek de haramdır.

Binâenaleyh bir şeyin kendisi haramsa onun ticareti de haramdır. Haramın ticareti olmaz. Meselâ, adam diyor ki:

“−Ben sanat evi çalıştırıyorum. Orada heykeller var. Bu heykellerin ticaretini yapabilir miyim?”

Siz ona heykel diyorsunuz ama dînimiz put diyor.

Yahut inanç turizmi için gelen hıristiyanlara haç satmak, İsa, Meryem Ana vb. tasvirler satmak da böyledir.

Putçuluk şirk ve dolayısıyla haram olduğu için, böyle bir put ticareti yapmak da meşrû olmaz.

Meseleye şer‘î açıdan bakmayan kişi şöyle zannedebilir:

“–Nasıl olsa ben tapmıyorum; tapana satıyorum, ticaretime bakıyorum!”

İslâm meseleye böyle yaklaşmaz. Sen bizzat içmesen de tapmasan da ona destek oluyorsun, günahta yardımcı oluyorsun, katkıda bulunuyorsun.

Bu nokta iyice anlaşılsın diye Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hadîs-i şeriflerinde etraflıca saymış:

“Allah; içkiye, onu dağıtana, içene, üzümünü sıkana, kendisi için sıktırana, taşıyana, kendisi için taşınana, satana, satın alana ve parasını yiyene lânet etmiştir (onu rahmetinden uzaklaştırmıştır).” (Tirmizî, Büyû, 58)

Câbir -radıyallâhu anh- şöyle bildirmektedir:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; fâizi yiyene, yedirene, kâtibine ve şâhidine lânet etti (rahmetten uzak olacaklarını bildirdi) ve;

«Onlar müsâvîdirler/eşittirler.» buyurdu.” (Müslim, Müsâkāt, 106)

Maalesef toplumumuzda bu ve benzeri haram kazançlar var.

Kişi; meselenin farkına varıyor, hidâyete eriyor, takvâya erişiyor bu sefer soruyor:

Bu para ne olacak?

Aynı prensip tekrar karşımıza çıkıyor:

“Haram olan şeyi almak yasak olduğu gibi, onu başkasına vermek de yasaktır.”

“Vereyim bir fakire yesin.” şeklinde düşünülüyor.

Hâlbuki temel prensibimiz;

“Yediğinden yedireceksin, giydiğinden giydireceksin.”

Sen; «Haramdır.» diye yemiyorsan, yememen gerektiğini biliyorsan, mü’min kardeşine de yedirmemelisin.

Evvelâ şunun bilhassa altını çizelim:

Haram bir para, «hayır hasenat yapmakla» temizlenmez. Zaten o paradan hasenat olmaz. Toplumda cehâletten dolayı böyle bir düşünce var:

Adam piyangoyu alıyor. Sonra da;

“–Eğer çıkarsa «onun bir kısmıyla hayır-hasenat yapacağım.»” diyerek kendi kendine bir temizleme yolu üretmeye çalışıyor. Haramdan gelen paranın tamamını fakirlere versen yine temizlenmez. Verilen de infak olmaz. Sadece elden çıkmış olur.

Rasûlullah Efendimiz buyurur:

“Allah Teâlâ temizdir; sadece temiz olanları kabul eder.

Allah Teâlâ peygamberlerine neyi emrettiyse mü’minlere de onu emretmiştir. Cenâb-ı Hak peygamberlere;

«Ey peygamberler! Temiz ve helâl olan şeylerden yiyin, iyi ve faydalı işler yapın!» (el-Mü’minûn, 51) buyurmuştur. Mü’minlere de;

«Ey îmân edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin!» (el-Bakara, 172) buyurmuştur.” (Müslim, Zekât, 65)

Şu hususu karıştırmamak lâzım:

«Kazancına bilmeden şüpheli bir şeyler karışmış olabilir» düşüncesiyle infakta bulunmak, Efendimiz tarafından tavsiye edilmiştir:

“Ey tüccar topluluğu! (Ne kadar dikkat etmeye çalışsanız da) muhakkak ki alışverişe yalan ve yemin bulaşır.

Bunun için siz de (sehven olan hatalarınızın telâfisi için) ona sadaka karıştırınız!” (Ahmed, IV, 6; Ebû Dâvûd, Büyû, 1/3326)

Arada fark var:

Kişi helâl-haram çizgilerine riâyet ederek kazanmaya çalışıyor. Fakat elinde olmadan, belki kontrolü dışındaki çalışanlarının yaptıklarından dolayı; «Bir şüpheli şey karışmıştır» diyerek infakta bulunuyor.

Haram olduğunu bile bile;

“Bununla hayır yapayım, sevap kazanayım…” düşüncesi -Allah muhafaza etsin- insanı dinden, îmandan bile edebilir. Haram olan bir şeyden nasıl sevap kazanacaksın?

Peki eline geçen kişi, bu parayı imhâ mı edecek? Yaksın mı o parayı?

O da bir kurtuluş yolu. Neticede o pislikten kurtulmanın bir yolu da bu!..

Böyle bir para «haram li-ğayrihî» yani bir başka sebepten dolayı haram olan bir paradır. Yani bu paranın kendi bizâtihî haram değil. Dolayısıyla kişi, dünyevî ve uhrevî bir menfaat beklemeksizin onu işe yarar bazı yerlere sarf edebilir.

Fakat bu sarf edişin; mânevî açıdan, o paraları yakmaktan farkı olmayacağını iyice idrak etmek gerekiyor.

Evet bazı yerlere sarf edilebilir.

Nedir o yerler?

Birincisi: Mümkün mertebe müslümanın boğazından aşağı gitmeyecek yerler olmalı.

Meselâ;

Bir müslüman gaflet etmiş, tefecinin eline düşmüş.

Veya bir müslümanı kaçırmışlar, fidye istiyorlar.

Yahut bir müslümanı haksız yere hapse koymuşlar. Hapisten çıkması için kefâlet parası ödenmesi gerekiyor.

Dünyanın türlü türlü hâli var. Bunlara benzer birtakım mağduriyetlerde birtakım paralar ödenmesi gerekiyorsa, bu haram paralar buralarda kullanılabilir.

İkincisi: Açlıkla mücadele edilen yerlerde, insanların ihtiyaçları için kullanılabilir. Çünkü zarûret hâli var.

İşte bize en yakın olan Suriye’nin kuzeyinde ulaşabileceğimiz insanlar çadırlarda yaşıyorlar. Perişan vaziyetteler. Onlara gönderilebilir. Oralarda çalışan sivil toplum teşkilâtlarına gönderilebilir. Meselâ; «Kömür alıp dağıtıyoruz.» diye bir kampanya varsa ona verilebilir.

Üçüncüsü: Aşırı fakirlik durumlarında; elektrik faturası, doğalgaz faturası ödenememiş, çoluk-çocuk perişan olmuş. Bu tür faturaların ödenmesinde kullanılabilir.

Söylediğimiz gibi; sevap umarak değil, sadece o ekonomik değeri hiç değilse bir mazlumun işine yarayacak yere sarf etmek gayesiyle… Bir pislikten kurtulmak düşüncesiyle…

Yoksa bu söylediklerimizden hareketle, hâli vakti yerinde bir kişi; gayr-i meşrû / şüpheli bir kazançla elektrik faturasını öderse kendisini kandırmış olur.

Haram şüphesinin bulaştığı bir para çeşidi ise son yıllarda çok yayıldı:

Banka promosyonları

Bu meselenin bir geçmişi var: Maaşların yatırıldığı bankalar, eskiden müesseselerin birim idarecileriyle pazarlık ediyordu;

“–Bizim bankayı seçin, biz de size şu kadar promosyon verelim.” diyorlardı. Resmî müesseseler de bu paraları, iş yerleri için kullanıyorlardı. Daha sonra sendikalar, bu paraların müesseselere değil çalışanlara ait olduğunda ısrarcı oldu. Başarılı da oldu. Şimdi çalışanlara ve emeklilere, maaşların yatırıldığı bankalardan muayyen süreler için «promosyon» adı altında bir para veriliyor.

Tarihçesinden de anlaşılacağı üzere bu bir hediye değil. Hediyenin pazarlığı, süresi, sendika mücadelesi olur mu? Bu para, maaşların o bankaya yatırılmasının bir nevî karşılığı.

Şöyle bir tasvir yapalım:

Bir şahsa bir miktar borç verdiniz. O kişi, eskiden böyle bir alışkanlığı olmamasına rağmen, bu borçtan sonra ara sıra size hediyeler göndermeye başladı. Bu hediyelerde fâiz şüphesi oluşmaz mı?

İmâm-ı Âzam’ın; alacaklısı olan bir adamın evinin gölgesinde durmaktan bile, fâiz mânâsına gelebilecek bir menfaat olacağı endişesiyle kaçındığı bildirilmiştir.

Dolayısıyla promosyon; bankaların kısa bir süre de olsa, maaşların bankada durmasına karşılık verdikleri bir paradır. Tabiî ki şüphelidir.

Şeytan ve nefsin işi ne? Haramları ve günahları süslü göstermek. Bahaneler bulmak. Meselâ diyor ki:

–Promosyonu veren devlet bankası. Devlet veriyorsa niye almayalım?

Hâlbuki biliyoruz ki lâik bir idare var. Kanunlar, tüzükler dînimizin kaidelerine uygunluk denetiminden geçmiyor.

Öyleyse böyle bir idareye;

“Sen ancak dünya hayatına hükmedebilirsin!” (Bkz. Tâhâ, 72) dememiz ve âhiretimiz için tedbir almamız gerekmez mi?

Yukarıda cevapladığımız mahzurlu kazançlar, eskiden müslümanlar arasında daha çok mevzubahis olurdu. Müslümanlar içlerine sinmeyen birçok durumda o paraları, infak duygusu da beslemeden ellerinden çıkarmaya bakarlardı. Biz de görüyoruz ki maalesef bugün bu endişeler bile azalmış.

Hâlbuki haram ve şüphelilerden kaçınmak, kişinin kendi dünyası ve âhireti için lüzumludur. Ailesi için lüzumludur.

Çünkü bu paralar vücudumuza girerse, günahlara temâyül olarak karşımıza çıkar. Evlâtlarımıza yedirirsek; isyanlar, itaatsizlikler ve benzeri nice üzücü manzaralar hâlinde karşımıza çıkar. Bereketsizlik olur.

Şu âyet-i kerîme meâliyle sözümüzü hitâma erdirelim:

“İnsanların mallarında artış olsun diye verdiğiniz herhangi bir fâiz, Allah katında artmaz.

Allâh’ın rızâsını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince; işte zekâtı veren o kimseler, evet onlar (sevaplarını ve mallarını) kat kat artıranlardır.” (er-Rûm, 39)