HUZUR İÇİNDE ÖMRÜN BEREKETİ

Yazar: Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi

FAKİRLİK Mİ, ZENGİNLİK Mİ?

Tefsirlerde yer alan bir rivâyete göre;

Allah Teâlâ, peygamberlerinden birine vahyederek şöyle buyurdu:

“‒Ben; filân kulumun, ömrünün yarısını fakirlik, yarısını da zenginlikle geçirmesine hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyân etsin.” buyurdu.

O peygamber, bu adamı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adam, sâliha bir hanım olan zevcesiyle istişâre etmek istediğini söyledi. İstişâresi üzerine de hanımı şöyle dedi:

“–Zenginliğin evvel olmasını tercih et!”

Adam;

“‒Zenginlikten sonra fakirlik zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlıdır.” dediyse de hanımı;

“–Bu hususta benim dediğime bak!” karşılığını verdi.

Adam; o peygambere gidip, evvelâ zenginliği tercih ettiğini bildirdi. Allah Teâlâ ona bütün zenginlik kapılarını açtı, büyük bir bolluk ve berekete kavuştu.

O firâsetli hanım, kocasına dedi ki:

“–Eğer bu nimetin ömrünün sonuna kadar devam etmesini istiyorsan, Allâh’ın kullarına karşı cömert ol! Kendine bir elbise aldığın zaman, muhakkak bir fakire de elbise al!..”

Adamın ömrünün ilk yarısı böyle bolluk içinde ve şükür ile geçince, Allah Teâlâ o peygamberine şöyle vahyetti:

“–Ben o kulumun ömrünün yarısını zenginlikle, yarısını da yoksullukla geçirmesini takdir etmiştim. Fakat o kulum bütün nimetlerime şükretti. Şükür ise nimetin ziyâdesini ve devamını gerekli kılar. O sâlih kuluma, ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi müjdele!” (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, el-Bakara, 3; M. Sâmi RAMAZANOĞLU, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 33-34)

HİSSELER

•Cenâb-ı Hak cömertliği sever.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah Teâlâ cömerttir, ihsan sahibidir; cömertliği ve yüksek ahlâkı sever…” (Süyûtî, Câmiu’s-Sağîr, I, 60)

Kıssadaki aile, îfâsı zor bir cömertlik sergilemiştir. Meselâ kişi kendisine bir elbise alacak ise, mutlaka bir fakire de elbise aldı.

Allâh’ın lutfettiği nimeti şahsına tahsis etmedi. Egoist ve hodbin olmadı, diğergâm ve fedâkâr oldu. Böylece ilâhî ihsâna erdi.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

قُلِ الْعَفْوَ

“…Sana neyi infâk edeceklerini soruyorlar.

De ki: «İhtiyaç fazlasını!»” (el-Bakara, 219)

Demek ki;

Mü’min; çalışacak, kazanacak, riyâzat hâlinde mütevâzı yaşayacak ve ihtiyacından fazlasını infâk edecek. Hattâ vermenin hazzıyla huzur bulacak.

•Cenâb-ı Hak en cömerttir.

Yüce Rabbimiz’in; kullarına lutfu ve ihsânı sonsuzdur. Kerîm’dir, Ekrem’dir. Şöyle buyurur:

لَئِنْ شَكَرْتُمْ لَاَز۪يدَنَّكُمْ

“…Andolsun, eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım…” (İbrâhîm, 7)

Kıssada da, kendilerine verilen rızıktan Allâh’ın muhtaç kullarına cömertçe ihsân edenlere, nimetini artırmıştır.

Cenâb-ı Hak, cemâlî sıfatlarını kullarında görmek ister. Cömertlik, affedicilik ve merhamet gibi vasıflarla müzeyyen hâle gelen kullarını sever ve onları taltîf eder.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Esmâü’l-hüsnâ (en güzel isimler) Allâh’ındır. O hâlde O’na, o güzel isimlerle duâ edin!..” (el-A‘râf, 180)

Bursevî Hazretleri, bu âyetin tefsîrinde der ki:

“Allâh’ın isim ve sıfatlarıyla sıfatlanıp ahlâklanmak sûretiyle Allâh’a duâ edin.

O sıfatlarla sıfatlanmak, makbul amel ve sâlih niyetlerle mümkündür…

Meselâ râzıkıyyet (rızık vericilik) sıfatıyla sıfatlanmak; Allâh’ın verdiği rızıklardan muhtaçlara dağıtmakla ve bir şey saklayıp biriktirmemekle, (yani cimrilik ve israftan sakınmakla) olur. Diğer sıfatları da bunlara kıyâs et.” (Rûhu’l-Beyân)

Dünya hayatında Cenâb-ı Hak; bir imtihan olarak, mahrum kullarını, imkânlı kullarına emânet etmekte ve şöyle emretmektedir:

“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de ihsân et!..” (el-Kasas, 77)

Bunun neticesinde de tekrar ilâhî ihsâna nâil olmak vardır. Şeyh Sâdî Hazretleri buyurur:

“Allâh’ın sana lütuf ve ihsanda bulunmasını istiyorsan, o Allâh’ın kullarına iyilik et.”

Bir hadîs-i kudsîde de şöyle buyurulmuştur:

“Ey Âdemoğlu! (Allah için) infâk et ki, sana da infâk olunsun!” (Buhârî, Tefsîr, 11/2, Nafakât, 1)

Bütün cemâlî sıfatlarda bu sır cârîdir.

•Affet ki affedilesin.

•Bağışla ki bağışlanasın.

•Merhamet et ki sana da merhamet edilsin.

•Ayıpları ört ki, senin de ayıpların örtülsün.

•Izdırapları dindir ki senin de ızdırapların dindirilsin.

•Kardeşinin bir sıkıntısını gider ki senin de sıkıntıların giderilsin.

Bu şuurun kazandırılmasının ehemmiyeti bakımından şu kıssa ne kadar mânidardır:

Cömertliği dillere destan olan Hazret-i Ebûbekir, bir muhâcire de yardım ederdi. O muhâcir; Hazret-i Âişe’ye iftira edenlerle beraber hareket edince, Hazret-i Ebûbekir de ona yardım etmeyeceğine dair yemin etti. Cenâb-ı Hak bu yeminden râzı olmadı. Şu âyet-i kerîme nâzil oldu:

“…Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız?..” (en-Nûr, 22)

Bunun üzerine Hazret-i Ebûbekir:

“–Evet, vallâhi Allâh’ın beni affetmesini elbette isterim!” dedi ve ardından yemin keffâreti ödeyerek infâkına devam etti. (Buhârî, Megāzî, 34; Müslim, Tevbe, 56)

Hâsılı;

Kulun göstereceği fedâkârlık dahî yine kendine iki cihanda rahmet olarak dönecektir:

•Sadaka ömrü uzatır, malı bereketlendirir.

Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Kazâyı ancak duâ geri çevirir, ömrü ise ancak iyilik (birr) uzatır.” (Tirmizî, Kader, 6)

Akāidde öğrendiğimiz hakikat elbette doğrudur. Ezelde yazılan kader değişmez; lâkin kulunun sadaka ve infakta bulunup bulunmayacağını bilen Cenâb-ı Hak, hasenâtın tesirini de kulun kaderine yazar.

Kul; infakta bulunmasaydı başına ne gelecekti, sadakalar onu hangi musîbetlerden korudu, bunları tam mânâsıyla bilemez.

İşte Anadolu irfânı, meselâ bir trafik kazasından kıl payı kurtulunca;

“Verilmiş sadakası varmış!” diyerek bu hakikati dile getirir.

Dünya sevgisi, nefsin ve şeytanın hileleri, insana cimrilik telkin eder. İnfâk ederse; malının biteceğini, fakir ve yoksul kalacağını söyleyerek korkutur ve infaktan alıkoyar.

Hâlbuki infak ve sadaka bir malı asla eksiltmez. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Mal, sadaka vermekle asla eksilmez…” (Tirmizî, Zühd, 17)

Hazret-i Mevlânâ şöyle ifade eder:

“Harcamakla, yoksullara ihsanda bulunmakla; bereket artar, gelir çoğalır! Bu sebepledir ki, kurtuluş ve saâdet sultanı Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

«Ey zenginler! Ey himmet sahibi olanlar; biliniz ki; ‘Cömertlik kârdır, kazançtır.’» buyurmuştur.” (Bkz. Kudâî, Müsnedü’ş-Şihâb, no: 23)

“Verdiğin zekât; kesene bekçilik yapar, onu korur!” (Mesnevî)

•Toplumda infak huzuru

İçtimâî bir hakikat olarak da infak ve hasenat, topluma huzur ve bereket katar. Herkesin birbirine zimmetli olduğu, herkesin birbirine sahip çıktığı bir toplumda; haset ve nefret gibi menfî duygular azalır. Herkes birbirine hayır duâlar eder.

Böyle bir toplumda ömrün kemiyeti artmasa bile, keyfiyeti mükemmel bir hâle gelir. Gönül huzuru ve emniyeti içinde yaşanan günler, yıllara bedel olur.

Osmanlı toplumu böyle idi. Merhamet ve cömertlik seciyesinin müşahhas hâle geldiği mahallede; dul, yetim ve yoksullar, imkân sahiplerine zimmetli addolunurdu. Bir yetim çocuğa, iş güç sahibi yapılana kadar; bir yetim kıza, çeyizi hazırlanıp evlendirilene kadar mahalle tarafından sahip çıkılırdı. Dul kalan hanımlara hiçbir mahrumiyet yaşatılmaz, yalnız bırakılmazdı.

Sadaka taşları vardı. Oraya zenginler; kime verdiklerini bilmeden, kimseye mahcubiyet yaşatmadan sadakalarını bırakırlardı. Fukarâ da mahcubiyet yaşamadan sadece ihtiyacını alırdı.

Bilhassa üç aylarda, Ramazanlarda; bakkalları dolaşıp veresiye defterlerindeki borçları ödeyerek, fukarâyı sevindiren hamiyetperverler vardı.

Vakıflar ise, toplumu merhamet ve şefkatle bir ağ gibi örmüştü. Mahlûkāta Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakma şuuruyla; açlara yemek ikrâm eden imâretler, yolculara hizmet eden kervansaraylar ve susuz gönülleri serinleten sebiller memleketin her bir köşesini tezyîn ediyordu.

•Maddiyat İmtihanı

Kıssada anlatılan hâdise, aslında her insanın yaşadığı imtihanların bir temsilidir.

Cenâb-ı Hak; bütün insanlara biri dünya, biri âhiret olmak üzere iki hayat ihsân etmektedir. Birincisini nasıl değerlendirdiğine göre, ikincisini mükâfat yahut azap olarak tayin buyurmaktadır.

Dünya hayatında, nâil olduğu imkânları âhireti kazanmak için bir malzeme olarak kullananlara; Rabbimiz, ikinci ve ebedî hayatlarında cenneti ikrâm etmektedir.

Dünya hayatında kendisine verilen nimetleri nefsine tahsis eden, cimrilik ve israf girdaplarına savrulanları ise; Rabbimiz, ikinci hayattaki ihsanlarından mahrum etmektedir.

Gafil insanın maddiyat imtihanı karşısındaki tavrı âyet-i kerîmede şöyle tarif edilir:

“İnsan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde (sevinir ve); «Rabbim bana ikrâm etti! (Beni değerli kıldı!)» der.

Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise (üzülür); «Rabbim beni önemsemedi!» der.” (el-Fecr, 15-16)

Şeyh Sâdî Hazretleri insanın bu hâlet-i rûhiyesinin kendisine zararını şöyle ifade eder:

“Ey Âdemoğlu! Bazen nimet içinde mağrur ve gafil; bazen yoksulluk içinde ümitsiz ve mahzunsun… İşte neşeli ve kederli zamanındaki hâlin budur. Bilmem ki Rabbine kulluğu ne zaman edeceksin?!.”

•Tevekkülün güzelliği

Kıssadaki şahıs; «Âhir ömürde fakirlik zordur.» düşüncesiyle, önce fakirliği seçmek istemişti. Lâkin firâsetli hanımı, Allâh’a tevekkül ve itimat yolunu tavsiye etti. Cenâb-ı Hak da o tevekkülü ve infâkı, fakirliği zenginlikle değiştirerek mükâfatlandırdı.

•Zenginlik içinde riyâzat

Hak dostları fakirlikten korkmazlar.

Fakr; tasavvufî lisanda, Allah’tan başka kimseye muhtaç olmama hâlidir. Dünya ihtiyaçlarını en aza indirip, müstağnî bir şekilde gönül zenginliğini yaşamaktır.

Çünkü; ihtiyaçların fazlalığı, dünyaya olan alâkayı kuvvetlendirir. İhtiyaçların fazlalığı, infâka ayrılacak kısmı da daraltır. Husûsen devrimizde, moda ve reklâmlarla; aslında hiç de ihtiyaç olmayan lüks şeyler, insanların hayatında vazgeçilmez şeyler gibi takdim edilmekte; insanlar fânî ömür sermâyelerini bunları elde etmek için harcamaya zorlanmaktadır.

Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri bu kıssayı anlatırken; evvelâ zenginliği tercih etse de, bu şahsın, zenginliğin tehlikelerine düşmemek için, eline geçeni derhâl tasadduk edip, âdetâ bir fakir gibi yaşadığını söyler.

Demek ki; kişi zengin de olsa, yaşayışına lüksü, isrâfı ve bencilliği sokmamalıdır. Bu yaşayışın adı riyâzattır.

Muhterem pederim Musa Efendi Hazretleri’nin şu tavsiyeleri, işte bu hassâsiyeti vâzıh bir şekilde ifade etmektedir:

“Evlâdım! Mutlaka riyâzat hâlinde yaşayın ve Allâh’ın verdiklerini, yine Allah için infâk edin! Riyâzat hâliniz sadece üç aylara mahsus olmasın. Riyâzatı yalnızca Ramazanlara da hasretmeyin. Onu hayatınızın her safhasına yayın ve ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk edin!

Şunu iyi bilin ki;

Dolmabahçe veya Topkapı Sarayı’nda bile yaşasanız, yine riyâzatla yaşamaya mecbursunuz. Onun için, malı da mülkü de ancak kalbinizin dışında taşıyın. Eğer ihtiyaç fazlasını Allah yolunda infâk etmezseniz, Allâh’ın verdiği nimetlere karşı nankörlük etmiş olursunuz.

Unutmayın ki; infâk edilmeyen nimetler, ziyân edilmiş demektir. Ziyân edilen nimetler de hesabı çok ağır birer âhiret vebâlidir.”

•Fakirlik içinde infak

Dînimiz; zenginlik içinde riyâzatı yaşamayı tavsiye ettiği gibi, fakirleri de infaktan uzak kalmamaya teşvik eder.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

“O (takvâ sahipleri) ki, bollukta da darlıkta da Allah için infâk ederler…” (Âl-i
İmrân, 134)

Bu teşvikin bir tatbikatını Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey‘at etmek için geldim. Bana; Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şahâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu.

Ben de şöyle dedim:

«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır.

İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise; cihad meydanına gelince, -nefsimi ölüm korkusu kaplayıp- kaçmaktan endişe ediyorum.

Sadakaya gelince; benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibarettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.»

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu:

«–Cihad yok, sadaka yok; peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!.»

Bunun üzerine;

«–Yâ Rasûlâllah! Bey‘at ediyorum.» dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey‘at ettim.” (Ahmed, V, 224)

Görüleceği üzere;

Sahâbînin az bir malı vardır. Fakat Rasûlullah Efendimiz yine de sadaka vermesi gerektiğini bildirmektedir.

Çünkü;

Îmânın ilk meyvesi merhamettir. Merhamet, başkalarının mahrumiyetini yüreğinde hissederek onların yardımına koşmaktır. Eldeki nimet ve imkânları, onlardan mahrum bulunanlarla Allah rızâsı için paylaşabilmektir.

İmkânı az olan, azdan; çok olan, çoktan ikrâm ederek bu merhamet kervanına katılmalıdır.

«Az bir ikramdan ne olur?!.» dememelidir.

Hattâ gönülden verildiğinde; imkânı az olanın yapacağı infak, nice varlıklının tasaddukunun da önüne geçebilmektedir.

Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurdu:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.”

Ashâb-ı kiram;

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordular.

Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz anlattı:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını sadaka olarak vermiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Şeyh Sâdî Hazretleri bu hadîsin şerhi mâhiyetinde şöyle der:

“Hak Teâlâ, kimseye iyilik kapısını kapamamıştır.

Şunu da bil ki, herkesin iyiliği kendi kudretine göredir. Bir zenginin hazinesinden bir kantar altın vermesi, bir fakirin el emeğinden bir kırat vermesi kadar olamaz.”

Darlıkta da tasaddukuyla mâruf olan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle der:

“Yoksul düştüğün zaman sadaka vererek, Allah ile ticaret yap. Eline nimet geçtiği zaman çok şükret! Sakın az şükürle Allâh’ın nimetlerini elinden kaçırma!”

Yâ Rabbî!..

Cimrilikten, bencillikten ve merhametsizlikten gönüllerimizi muhafaza buyur!

Ömrümüzü; sâlih amellerle, hizmet ve gayretlerle, hasenâtlarla bereketlendirmemizi nasîb eyle!..

Âmîn!..