RAHMETİN MÂNÂ DERİNLİĞİ

Dr. Ahmet Hamdi YILDIRIM

Her medeniyetin bir insan tasavvuru vardır. Bir mükemmel insan ideali, hayali ve ufku vardır. Bizim medeniyetimizin oluşturmaya çalıştığı ideal insan, rahmet insanıdır.

Cenâb-ı Allah, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i âlemlere rahmet olarak gönderdiğini beyan buyurmaktadır:

وَمَٓا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَم۪ينَ

“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” (el-Enbiyâ, 107)

Bu âyet-i kerîme; Peygamber Efendimiz’in ve ümmetinin ideali olan «Rahmet İnsanı»nın ufkunu, bütün âlemler olarak çizmektedir.

Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, tek kelime ile ifade edilecek olursa «rahmet»ten ibarettir. Nitekim kendisi de bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur:

إِنَّمَا أَنَا رَحْمَةٌ مُهْدَاةٌ

“Ben ki hediye edilmiş, armağan edilmiş bir rahmetten başka bir şey değilim.” (Dârimî, Mukaddime, 3; Hâkim, Müstedrek, I, 91)

Dolayısıyla O’nun ümmeti olan bizler; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i temsil etmekle, O’nun vazifesini gerçekleştirmekle mükellef olduğumuza göre, bizler de birer rahmet sembolüyüz.

Bu yönüyle diğer insanlar ile diğer mahlûkat ile ve bütün varlık âlemi ile olan münasebetlerimizde, hareket noktamız; rahmettir, merhamettir.

Türkçemizde rahmet kelimesi «acımak» kelimesi ile karşılanmaya çalışılsa da acımak; «rahmet» kelimesinin tam karşılığı değildir. Zira acımakta, acı bir mânâ sezilmektedir. Acımak, «ötekileştirmek, zavallı görmek» gibi itici bir mânâyı da taşımaktadır.

Peki; merhamet etmek, acımak demek olmadığına göre, ne demektir?

Evvelâ rahmet kelimesi «rahim» kelimesiyle aynı kökten gelmektedir. Rahim kelimesi, sıla-i rahim tabirinde de geçer ki, onu da «akrabalık bağını koruyup gözetmek» diye tercüme etmek de aslında, tam olarak mânâyı verememektedir.

Rahmet, bağ kurmak demektir. İrtibat ve münasebet içinde olmak, alâka göstermek demektir. Rahmet bir ve bütün olabilmenin yollarını aramak demektir.

Binâenaleyh Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âlemlere rahmet olarak gönderilişi hakkında da; «Âlemlerle bağ kurmak, alâka tesis etmek üzere gönderilmiştir» mânâsındadır, diyebiliriz.

Elbette bu kurduğumuz bağ, oluşturduğumuz alâka; karşımızdakine de kendimize davrandığımız gibi hassâsiyetle davranmayı gerektirir. Dolayısıyla başkaları ile olan münasebetimizi, kendimizle bir iletişim içerisindeymiş gibi kurmak mecburiyetindeyiz. Böyle olunca merhamet dediğimiz duygu; çok sıcak, içten ve samimî bir münasebete dönüverir. Bir sevgi bağı kurar. Peki, böyle bir irtibatta hedef kitlemiz nedir? Âlemlerdir.

Peki, âlem dediğimiz nedir? Kelimenin kökündeki «ilim» kelimesinden hareketle;

“Allâh’ı bize tanıtan her şey, birer âlemdir.” denilmektedir.

Bu yönüyle Allah dışındaki her şey, âlem diye tavsif edebileceğimiz kategoriye girer. Bazı rivâyetler 18 bin âlem olduğunu, bazı ifadeler de 80 bin âlem olduğunu bildirir. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, Fâtiha, 1)

Bu sayıların kesretten kinâye mi yoksa bir hakikat üzere kurgulanmış ifadeler mi olduğunu bilmiyoruz. Ama bildiğimiz bir şey var: Âlem, Allâh’ın dışındaki her şey, Allâh’ı bize tanıtan, bildiren her şey olarak tasavvur edilir. Binâenaleyh bizim ufkumuz, bizim rahmet kitlemiz, bütün yaratılmış âlemi içine alan bir genişliktedir. Böyle olunca;

“Kediye mi merhamet edeceğim? Sineğe de mi merhamet edeceğim? Yılana, çıyana da mı merhamet edeceğim?” diye bir soru sormak abes olur. Allâh’ın yarattığı her şeye merhamet etmekle yükümlüyüz. Bu merhamet, bizi biz yapan değerler üzerinden kurulan bir irtibattır. Bu yönüyle biz kendimizle ne tür bir alâka kurulmasını istiyorsak, çevremizle, bizim dışımızdaki âlemle de aynı tür bir irtibat kurarız. Ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de rahmet, eskilerin ifadesiyle «lâzım-ı gayr-ı mufârık / hiç ayrılmaz» bir vasıftır.

Hazret-i Peygamber’in, rahmet dışında bir davranışı olmamıştır. Rahmet dışında adlandırılabilecek bir sözü, bir emri ve bir yasağı da asla olmamıştır. O, baştan aşağıya rahmettir. O, rahmetinin bir gereği olarak dostuna da düşmanına da rahmettir. İyiye de kötüye de rahmettir. İnsana da hayvana da rahmettir. Hattâ ve hattâ cemâdât dediğimiz ruhsuz varlıklara da rahmettir. Bundan dolayı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kullandığı her eşyasının bir adı vardır. Çünkü bir şeye ad vermek; o şeye değer vermektir.1

Bir kişinin sizi isminizle çağırması mı daha çok hoşunuza gider, yoksa;

«Hey arkadaş, vatandaş!» diye seslenmesi mi? Ad vermek, muhatabının bir kişilik sahibi olduğunu kabul etmektir. Bu yönüyle Hazret-i Peygamber Efendimiz’in aynasının bir adı vardır. Tarağının bir adı vardır. Asâsının bir adı vardır. Bu eşyaları gelişigüzel, sıradan bir metâ olarak görmez Hazret-i Peygamber Efendimiz. Allâh’ın kendisine verdiği bir nimet, kendisine hizmet eden bir varlık olarak görür.

Tabiî bizim bugün; «kullan-at» kültürümüz; bir defalık kullanımlar için bardaklarımız, tabaklarımız, çatallarımız, bıçaklarımız, bütün bunlar bizim eşya ile böylesi bir münasebet kurmamıza mâni oluyor.

Oysa müslümanın mânâ ile bir bağı olduğu gibi madde ile de bir bağı vardır. Müslüman yere bile rahmetle basan insandır. Yeryüzünde yürürken bile merhamet kaideleri gereği yürür. Müslümanın yürüyüşünü nasıl tarif eder âyet-i kerîmeler?

وَلَا تَمْشِ فِي الْاَرْضِ مَرَحًاۚ

“Şımarık, hoyrat bir edâ ile yeryüzünü adımlama!” (el-İsrâ, 37; Lokmân; 18)

Şairin dediği gibi;

Bastığın yerleri toprak diyerek geçme tanı,
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı…

Rahmet insanı, toprağa basarken bir merhamet nazarıyla basar;

“Şu bastığım toprağın altında kim bilir kimler yatmaktadır?” diye düşünüp ibretle basar.

Kalemi tutarken; Allâh’ın yemin ettiği, kasem ettiği, yemin ederek değer verdiği bir âleti elinde tuttuğunun şuurunda olarak tutar.

Oturduğu tabureye;

“Bana hizmet eden, benim rahatım için Allâh’ın bana lutfettiği bir araçtır.” diye merhametle oturur.

O merhamet, müslümanı eşyaya karşı da duyarlı yapar. Bir müslümanı duvara yumruk atarken görmezsiniz. Bir müslümanı masaya çizik atarken görmezsiniz. Çünkü müslüman; emânet ehli olan bir insandır, cansız maddeyle dahî zarar verici bir münasebet kurmaz.

Bütün bu yüce mânâları, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatında görüyoruz. Çünkü rahmet, Hazret-i Peygamber’in karakterinin temel maddesidir.

Bir gün Hazret-i Peygamber Efendimiz’e fakir fukarâya dağıtılmak üzere erzak gelir. Bedevîlerden biri kaba bir ifade ile;

“–Muhammed! Mal Allâh’ın malı, kul Allâh’ın kulu. Allâh’ın malından Allâh’ın kuluna versene!” diye arkasından cübbesine yapışarak çeker ve söylenir. O kadar şiddetli çeker ki, cübbe Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ensesine iz yapar, yara yapar.

Buna rağmen Efendimiz tebessüm eder ve şöyle der:

“–Doğru… Mal Allâh’ın malı, kul Allâh’ın kulu. Allâh’ın malından Allâh’ın kuluna vereceğiz. Ama enseme yaptığın yaranın kısasını senden alırım!”

Bedevî;

“–Hayır efendim. Alamazsın!” der.

Peygamber Efendimiz;

“–Niyeymiş?” deyince, şu altın cümleyi söyler bedevî. Kaba saba bir insan ama karşısındaki insanı çok iyi tanıyor:

“–Çünkü Sen, kötülüğe kötülükle karşılık veren bir kimse değilsin!” der.2

Yani; Allah Sen’i intikam almak için değil, âlemlere rahmet olarak gönderdi.

Bu cümle, bir müslüman olarak bizim hayat umdemizi belirler. Biz bu dünyaya; bizim ayağımıza çelme takanlardan intikam almak için değil, onlara da rahmet olmak için gönderilmiş bir Peygamber’in temsilcileriyiz. Bir gâvura, bir kâfire karşı dahî merhamet dolu olmakla mükellef isek, bir düşünelim birbirimize karşı nasıl olmalıyız?

Onu, Hazret-i Peygamber Efendimiz şöyle tarif buyuruyor:

“Mü’minlerin; birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibi olduklarını görürsün. Bu vücudun herhangi bir uzvu muzdarip olduğu takdirde; diğer kısımlarının da uykuları kaçar, ateşler içinde onun ızdırâbını duyarlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Mevlânâ Hazretleri bu rahmeti hazmetmiş bir velî olarak;

“Dünyanın bir tarafında üşüyen bir mü’min varsa, onun acısını yüreğimde hissederim ve ben ısınamam!” diyen bir insandır.

Bırakın dünyanın bir ucunu; Cenâb-ı Allah bize hedef olarak bütün âlemleri, bütün galaksileri, bütün yeryüzünü, bütün kâinâtı göstermekte. Biz güneşe de, aya da merhametle muâmele etmek durumundayız.

Bu sebeple, Müslümanlığın hâkim olduğu bir toplumda çevre kirliliği olmaz. Çünkü ağaca, yeşile ve toprağa da merhametle emrolunmuşuz.

Dînin hiçbir emrini veya hiçbir yasağını, merhametle çelişir olarak bulamayız. Düşmanımıza bile; eğer bir harpte onu tasfiye etmemiz, öldürmemiz gerekiyorsa, en merhametli bir şekilde öldürmekle emrolunmuşuz.

Bu mânâda, âyet-i kerîmelerde tarif edilen; «bir mü’minin kâfirlere karşı şiddetli olması» tavizsizlik demektir. Merhametsizlik demek değildir. Aynı şekilde; merhamet, adâletin temini ve tatbikinde gevşeklik göstermeye de sebep olmamalıdır. (Bkz. en-Nûr, 2)

Çünkü düşmana veya cezalandırılması gereken bir suçluya karşı gevşeklik göstermek, gerideki binlerce insana merhametsizlik olur.

Eğer suçluya cezasını vermezseniz, o zaman merhametsizlik etmiş olursunuz. Niye? Onun suç işlemesinin önünü açarsınız. Ona da yazık edersiniz. Eğer azılı bir kātili imhâ etmezseniz, hem topluma merhametsizlik edersiniz hem kātile merhametsizlik edersiniz.

Dînimiz tesis ettiği harp hukuku ve adâlet prensipleriyle orada gereken rahmeti de göstermiştir. Hadîs-i şerifler vardır:

“(Ey ümmetim! Savaş hâlinde iken bile) çocukları, mâbedlere çekilip ibâdetle meşgul olan kişileri, kadınları, yaşlıları, savaş hâricinde olan kimseleri öldürmeyin. (Ayrıca) kiliseleri yakıp yıkmayın, ağaçları kökünden kesmeyin!” (Bkz. Ahmed, I, 300)

Ama eğer biri; toplumun can damarını kesmek için bir adım atıyorsa, ona engel olmak da merhametin bir gereğidir.

Yani düşünün; biri şehrin şebeke suyuna zehir katacak. Ona engel olmak, onu tesirsiz hâle getirmek, -başka çare yoksa- onu öldürmek, bütün şehre yapılmış bir merhamettir. Eğer böyle bir kişiye karşı; «yapmacık» acıma duygusuyla hareket edilirse, o zaman toplum katledilmiş olur.

Bu itibarla Cenâb-ı Allah Kur’ân-ı Kerim’de;

وَلَكُمْ فِي الْقِصَاصِ حَيٰوةٌ

“Kısasta sizin için hayat vardır.” (el-Bakara, 179) buyurur.

Dolayısıyla merhamet; başı-sonu olmayan, herkese gülücük dağıtmak değildir. Merhamet; bir alâka tesis edip karşımızdaki insanı, karşımızdaki nesneyi kendimiz gibi görebilmek ve onunla bir yakınlık içerisine girebilmektir. Ama eğer bir uzuv kangren olmuş ise; doktor, hastaya acıdığından, o uzvu kesiyor.

Dolayısıyla zarar veren şey; toplumu imhâ etmeye programlanmış olan şey imhâ edilir. Fakat imhâsı da acı çektirerek değil, merhametle yapılır. Onun için Peygamber Efendimiz işkenceyi kesin olarak yasaklar. Müslüman, birilerinin acısından zevk almaz. Eğer birini öldürmek zorunda kalmışsa ağlayarak öldürür;

“–Bir kişiyi kurtaramadım…” der.

Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendisine zaman zaman hizmet eden bir yahudi delikanlı hastalanınca ziyaretine gitmiş. Ona;

“­–Müslüman ol, kurtul!” demiş. Delikanlı babasına bakınca, babası da başıyla;

“–Müslüman ol!” diye işaret etmiş. Çocuk müslüman olmuş. Delikanlı müslüman olmuş. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oradan çıkarken;

“–Şu yavrucağı cehennemden kurtaran Allâh’a hamdolsun” buyurmuştur. (Buhârî, Cenâiz, 80, Merdâ, 11. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Cenâiz, 2)

Dolayısıyla bizim kâfire gösterdiğimiz şiddet, onun küfrünedir. Onun îmansızlığınadır. Yoksa kendisine eğer şiddet gösterirsek, ondan müslüman olmasını nasıl bekleriz!?. Fakat eğer bizi imhâ etmeye şartlanmış olarak geliyorsa, o zaman da dünyayı ondan kurtarmak gerekir. Daha büyük rahmet, ona karşı sert olmayı gerektirir.

Demek ki;

Müslüman denge insanıdır. Rahmet denge meselesidir. Uyuyan bir çocuğu saati geçmekte olan imtihana yetişmesi için kaldırmak ona karşı «merhametsiz olmak» demek değildir:

“–Kalk arkadaş! İmtihan geçiyor.”

Uyuyan bir kimseyi sabah namazı için cemaate çağırmak ona merhametsizlik değildir. Aksine asıl merhamet onu cemaat ile buluşturabilmektir. Onun için merhameti dengeye göre kullanmak gerekir.

Kurban keserken bile, keseceğimiz kurbana merhametle davranmak bize emredilmiştir.

Hazret-i Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün koyun kesen birini görmüştü. Adam, kesmek üzere koyunu yere yatırdıktan sonra bıçağını bilemeye çalışıyordu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu îkazda bulundu:

“–Hayvanı defalarca mı öldürmek istiyorsun?!. Bıçağını, onu yere yatırmadan önce bilesen olmaz mıydı?!.” (Hâkim, IV, 257, 260/7570)

Bu merhamet, bizi öldürmeye gelenleri bile dirilten bir merhamettir.

Bu hakikatin tarihî bir tatbikatı var:

Moğollar; Şam’ı, Bağdat’ı yakıp yıkarlar, kan kustururlar oradaki müslümanlara. Haftalarca, aylarca Dicle ve Fırat nehirleri mürekkep ve kan akar. Bütün kütüphâneleri yakarlar, yıkarlar. İnsanları doğrayıp nehirlere atarlar.

Ama aradan çok zaman geçmeden, o barbar ve vahşî Moğollar, İslâm’ın rahmeti ile tanışırlar ve yok etmek için geldikleri bir medeniyette hayat bulurlar. Tarih böylesine bir sahneyi bir daha kaydetmemiştir. İşgalci, sömürgeci, yıkıcı güçlerin yok etmek üzere geldikleri toprakların medeniyetine girmeleri ve orada hayat bulmaları ancak İslâm’ın rahmetiyle mümkündür.

Bugün bizler de bir başka türden Moğol İstîlâsı altındayız. Yeryüzünün tamamı materyalizmin istîlâsı altında. Herkes maddeci bir şekilde kendi menfaatini, kendi hırslarını düşünmenin derdinde. Ne yazık ki bu medeniyete, bugün biz müslümanlar olarak verebileceğimiz merhamet nümûneleri yok. Çünkü kendimize merhametimiz yok. Birbirimize merhametimiz yok. Şöyle kendime bakıyorum;

“Bana trafikte ters bir hareket yapana merhamet edebiliyor muyum? Bana yanlış yapana anlayışla yaklaşabiliyor muyum? Onu yanlışından ve hatasından döndürebilecek bir gönül genişliğine sahip miyim?

Yoksa ona kızıp bağırıyor, hakaret ediyor, bana bir lâf söylemişse 10 misliyle, 100 misliyle karşılık mı veriyorum? Zaten batağa batmış olan birine bir tekme de ben mi vuruyorum?”

Hazret-i Peygamber -sallâl­lâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zamanında bir gün, bir müslüman, bir günah işlemiş. O yanlışından dolayı ceza çekiyor. Cezayı uygulayanlardan bir tanesi hakaret ederek;

“–Allah seni rezil etsin!” demiş. Efendimiz ise şöyle buyurmuş:

“–Böyle deme! Kardeşine karşı, kardeşinin düşmanına yardım etme!”3

Çünkü sen onu itersen, ötekileştirirsen;

“Sen git, sen bizden değilsin!” dersen, onu şeytanın kucağına atmış olursun.

Fakat bağrını açabilir, sahip çıkabilirsen o zaman onu kurtarmaya vesile olursun. Lâkin bunu başarabilmek için önce bir merhamet eğitiminden geçmemiz gerekiyor. Bunun da yolu; kendi hayatımızda, çevremizle münasebetlerimizde merhameti hâkim kılabilmek.

O zaman birbirimizle olan irtibatlarımızda da güzellik meydana gelir. Bir güzelleşme görülür.

Hâsılı, Allah bizi birbirimize zimmetlemiş. Bizlere âlemleri zimmetlemiş. Yeryüzünde sulh ve sükûnetin hâkim olabilmesi için müslümanların iktidar olması lâzım. Müslümanların iktidar olabilmelerinin yolu, müslümanların merhamet disiplinine sahip olmalarından geçer.

Rabbim bu merhamet ile donanabilen kullarından eylesin…

______________________

1 Hazret-i Peygamber’in su içtiği kapların adları için bkz. Abdullah bin Saîd bin Muhammed Ibâdi’l-Lâhcî, Kitâbu Münteha’s-suâl alâ Vesâili’l-vüsûl ilâ Şemâili’r-Rasûl, 3. bs. Cidde: Dâru’l-Minhâc, 2005/1426. II/241.

2 Bkz. Abdullah bin Saîd bin Muhammed Ibâdi’l-Lâhcî, Kitâbu Münteha’s-suâl alâ Vesâili’l-vüsûl ilâ Şemâili’r-Rasûl, II/491.

Bu hadîs-i şerîfin Buhârî ve Müslim’de geçen rivâyeti ise şöyledir:

Enes -radıyallâhu anh- anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevî, Rasûl-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Baktım; bedevînin sertçe çekmesinden dolayı hırkanın kenarı, Rasûlullâh’ın boynunda iz bırakmıştı. Daha sonra bedevî;

“–Ey Muhammed! Elinde bulunan Allâh’a ait mallardan bana da verilmesini emret.” dedi.

Fahr-i Kâinât Efendimiz, bedevîye dönüp güldü. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti. (Buhârî, Humus, 19, Libâs, 18, Edeb, 68; Müslim, Zekât, 128)

3 Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; had cezası uygulanan bir kişi için, oradakilerden birisinin;

“–Allah seni rezil etsin!” diye söylenmesi üzerine;

“–Hayır! Öyle demeyin; adam aleyhinde böyle şeyler söyleyip de, şeytana yardımcı olmayın.” (Buhârî, Hudûd, 4) buyurarak duâ tavsiyesinde bulunmuştur.