«VEHN»İ YENDİ, «AZÎZ» OLDU!

Hasan TOPBAŞ hasantopbas87@gmail.com

Sevban -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

 

“–Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır.”

 

Ashabdan biri;

 

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)?” diye sordu.

 

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

 

“–Hayır, bilâkis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çer çöp gibi olacaksınız. Allah; düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu mehâbeti (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize «vehn» atacak, (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak)tır.” buyurdu.

 

Ashab bu defa;

 

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vehn nedir?” diye sorunca, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

 

“–Dünya sevgisi ve ölüm korkusu…” diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, Melâhim, 5; Ahmed, 2/359; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, Hadis no. 12244)

 

Efendimiz’in ta asırlar öncesinden; mûcizevî ve bir o kadar da acı bir şekilde ifade buyurdukları acziyetimiz, ümmet olarak maalesef devam etmekte.

 

İşte, hadiste belirtilen bu «vehn» zâfiyetini nefislerinden çekip atarak; bedenen, belki asırlar önce aramızdan ayrılmış olsalar da mânen, hâlâ hayatta imişçesine irşâd etmeyi sürdüren, Cenâb-ı Hakk’ın nice has kulları da her dâim var olacaktır… 

 

Dolayısıyla, biz de bu ayki makalemizi, nefsiyle ciddî bir mücadeleye girişerek; 

 

Kendisinin «vehn»i olan makam-mevki sevgisini bertaraf edip, devrinin sıradan kadıları arasından sıyrılarak; «Azîz Mahmûd Hüdâyî» nâmıyla anılmaya başlanacak olan bu büyük Hak dostuna ayırmak istedik. 

 

Hicrî, Safer-1038 – Mîlâdî, Ekim-1628 tarihinde âhirete irtihâl etmiş olan bu gönül eri, İstanbul Boğazı’nın «dört mânevî muhafızı»ndan birisi olarak da addedildiğinden, türbesi her gün ziyaretçiler ile dolup taşmaktadır. (Diğerleri: Beykoz’da Yûşâ -aleyhisselâm-, Sarıyer’de Telli Baba ve Beşiktaş’ta Yahya Efendi’dir.)

 

Hüdâyî Hazretleri, aynı zamanda; devlet idaresine mânevî rehberlik, edebiyat-sanat (şair/mûsıkîşinas) ve bahçecilik gibi birçok sahada aktif olarak yer alan ve atâleti asla kabul etmeyen gayretli şahsiyetiyle devrine damgasını vurmuştur.

 

PÎR-İ LÂLEZÂRÎ: MAHMUD ÜSKÜDÂRÎ

 

Tasavvuf sahasında verdiği mühim eserlerin yanı sıra, ihlâslı yaşantısı ile de, devrinin cemiyet hayatında ciddî emekleri bulunan Hazret-i Pîr’in; yukarıda zikrettiğimiz vasıflarından olmakla beraber, günümüzde daha az bilinen; «bahçecilik» ve bilhassa; «lâle yetiştiriciliği» alanındaki çalışmalarından biraz bahsetmek isteriz;

 

Bilindiği üzere, medeniyetimizde lâle; bahçelerimizin ve dahî sanat eserlerimizin en güzel ziyneti olarak yerini almıştır.

 

Bunun en mühim sebebi ise; «lâle» kelimesi ile; «Allah» lâfzının Arapça yazılışında aynı harflerin kullanılmasıdır. 

 

İlâveten, Allah ve lâle kelimelerinin ebced hesabıyla da aynı değeri taşıması (66), lâleyi; Allah kelimesini temsil eder hâle getirerek, maddî ve mânevî değerini artırmıştır.

 

Yine, lâle bitkisinden yalnızca bir dal neş’et etmesi ve ondan da tek bir çiçek zuhûr etmesinden ötürü, Allâh’ın birliğini hatırlattığı ve görünüş olarak da tevhîdin sembolü olan «elif» harfine benzetildiği, eserlerde sıkça vurgulanmıştır.

 

Nitekim Tabip Mehmed Aşkî«Takvîmü’l-Kibâr min Mîyâru’l-Ezhâr» adlı kitabında; lâleye atfedilen ehemmiyeti, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’nin ifadesiyle şöyle aktarır;

 

“Lâle kelimesini oluşturan harfler, ism-i Celâl harfleri ile karşılaştırılırsa aynı oldukları görülür. Bundan dolayıdır ki, lâle yetiştirmeye büyük alâka vardır. Bu çiçeğe dikkatlice nazar edilirse, Hakk’ın nice mânevî sırları müşâhede edilir. 

 

Hattâ, mânevî kıymetinin diğer çiçeklerden üstün olduğu o kadar açıktır ki; rağbet olunan temiz, güzel bahçeler ile havası latif topraklarda açarlar. Süflî yerlerde çiçek açmadığı gibi soğanını dahî çürütür.”

 

Bu noktayı çok iyi idrak eden büyük üstâdın, payitahtta lâle yetiştiriciliği üzerinde epeyce durduğunun önemli bir delili olarak da, Abdullah Mahmud Efendizâde’nin «Şükûfenâme» isimli eserinde; lâle yetiştirilmesi için şu şekilde işaret buyurduğu nakledilmiştir;

 

“İlk olarak Cezayir’den getirilen sarı nergisi, Hazret’in halîfelerinden olan Ehl-i Cennet Efendi (Mehmed Fenâyî)’nin birâderi Ahmed Çelebi bahçesinde yetiştirir. Nergis çiçek açtıktan sonra, birkaç tanesini Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne götürüp takdim eder.

 

Hüdâyî Hazretleri de;

 

«–Ahmed Dede, bunun tohumunu al!» buyurur. 

 

O zamanlar nergisin tohumunun olabileceği kimse tarafından bilinmezken, böyle bir hitapla karşılaşan Ahmed Çelebi, nergisin tohumunu çıkararak diker. Böylece de, seneler geçtikçe şükûfeler terakkî edip, bugünkü mertebeye erişir.”

 

Dolayısı ile kendisi de mâhir bir lâlezâr olan Şeyh Efendi’nin; çiçekçilik kitaplarında, otuzu aşkın lâle cinsini bizzat yetiştirdiği ve bunların da isim ve özellikleri ile beraber kayıt altına alındığı nakledilmektedir:

 

“Âşüfte, âb-ı revân, âlemzîb, âlemziyâ, âlemsûz, âlem-nümâ, behçet efzâ, bî-misl, cihan-sûz, cihan-ziyâ, dâd-ı Hudâ, dil-ârâm, gülçîn, gülşen-perver, mihrengiz, mor Mahmûdî, muazzam, mükerrem, nâzikter, nâz u niyâz, neş’e-i efgen, neş’e-i pîra, netîce, nev-dîde, nîze-i elmâsgûn, nîze-i sâmâkî, nîze-i Mahmud, nûr-ı Mahmûdî, pertev-efgen, reşnâver, şafak-nümâ, sagîr-şinas, sagîr-nişîn, serâmed, şûleger, şûr-efgen, tâb-ı şedâr, vâhid-i cedîd ve zîb-âver.”

 

(Hüdâyî Hazretleri’nin bizzat kendisi tarafından yetiştirilen; «Şûr-efgen» ve
«Zîb-âver» isimli lâlelerinin temsilî tasvirleri – Prof. Dr. Candan NEMLİOĞLU)

 SANATIMIZIN «LÂLE»SİNDE HAZRET-İ PÎR

Vefâtından günümüze kadar sayısız gönle giren bu yüce «gönül», sanatımızın «lâle»si olarak addedebileceğimiz hat sanatımızda da unutulmamış ve kendisini en güzel bir biçimde hatırlatan eserler ile yâd edilmiştir. Bunlardan bazılarını sizin de istifâdenize sunmak isteriz:

 

«Yâ Hazret-i Pîr Sultan Azîz Mahmûd Hüdâyî!»
-kaddesallâhu sirrahü’l-a‘lâ-

 

Hicrî 1379 – mîlâdî 1959 senesinde, «celî sülüs» biçiminde yazılan söz konusu eserde imzası bulunan sanatkârımız;

 

Devlet-i Aliyye devrinde gayet mâhirâne yetişerek, bu kadîm sanatımızı, yeni devletin genç nesillerine aktarmada ciddî bir payı bulunan, merhum Mustafa Halim ÖZYAZICI’dır. (1898-1964)

 

Ayrıca, eser çevresinde görülen yaldızlı çiçek süslemelerinde (halkârî) ise, tezhip sanatımızın usta isimlerinden Rikkat KUNT’un emeğini görmekteyiz. (1903-1986)

 

İkinci olarak ele alacağımız eserimiz:

 

«Meded yâ Hazret-i Hüdâyî!» -kaddesallâhu sirrahü’l-a‘lâ-

Bu eserimizde ise dikkate şâyan iki unsur bulunmaktadır:

 «Celî tâlik» hattıyla yazılan levhanın hattatı, kendisi de tıpkı Hüdâyî Hazretleri gibi bir «Üsküdârî» olan ve aynı zamanda gül yetiştiriciliğindeki maharetiyle de tanınan, merhum Hezarfen Necmeddin Efendi’nin (Okyay, 1883-1976) talebelerinden Ali ALPARSLAN’a aittir. (1925-2006)

 

•Yazı etrafında, göze hoş gelen bir sûrette tatbik edilmiş olan «ebrû» desenlerinin sanatkârı ise, yaklaşık yirmi beş sene Hüdâyî Hazretleri’nin «türbedarlığını» îfâ etmesinin yanı sıra; 

 

Tasavvuf mûsıkîsi bestecisi ve icrâcısı, şair; mücellitlik ve attârlık gibi birçok sahada medeniyetimize katkı sağlamış olan, Üsküdar’ın meşhur sîmâlarından, merhum Mustafa DÜZGÜNMAN’a aittir. (1920-1990)

 

Cenâb-ı Hak, başta, büyük pîr Hazret-i Hüdâyî olmak üzere; burada ismini zikrettiğimiz bütün üstadlarımızın sa‘yini meşkûr eylesin!