Yürüyen Bir Şehid: TALHA BİN UBEYDULLAH (R.A.)
Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com
Talha bin Ubeydullah -radıyallâhu anh-, bi’setten yirmi sene önce Mekke’de doğdu. Ticaretle uğraştı. İlk müslümanlardandı. Bu uğurda türlü işkence ve zorbalıklara göğüs gerdi.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; Bedir Savaşı’nın yapılacağı gün ona, Kureyşlilerin kervanı hakkında bilgi toplama vazifesi verdi. Uhud Savaşı’nda kahramanlıklarıyla destan yazdı. Yaptığı büyük fedâkârlıklar ve hizmetler neticesinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in methine nâil oldu. Aşere-i mübeşşereden olma şerefine eren bu sahâbî efendimiz, dört halîfe döneminde de hizmet ve gayretlerine aynıyla devam etti.
Talha bin Ubeydullah -radıyallâhu anh-, 656 yılının Aralık ayında vefât etti. Kabri, Basra’dadır.
*
Kendisi müslüman oluşunu şöyle anlatır:
“–Busra panayırında bulunduğum bir sırada, oradaki bir manastırın râhibi etrafındakilere;
«–Sorun bakayım, bu panayır halkı arasında, ehl-i Harem’den bir kimse var mı?» diye sesleniyordu. Bunu duyunca ben de;
«–Evet ben varım!» dedim.
Râhip heyecanla;
«–Ahmed zuhûr etti mi?» diye sordu.
«–Ahmed de kim?» dedim.
Râhip;
«–Abdullah bin Abdulmuttalib’in oğlu. Bu ay O’nun çıkacağı ay. O, peygamberlerin sonuncusudur. Harem’den çıkarılacak; hurmalık, taşlık ve çorak bir yere hicret edecek.» diyerek O’nun hakkında bilgi verdi. «Sakın O’nu kaçırma!» diye de ekledi. Râhibin söyledikleri kalbimde yer etti. Oradan alelacele ayrılıp kafileyi geride bırakarak Mekke’ye döndüm. Aileme;
«–Bizden sonra Mekke’de bir hâdise oldu mu?» diye sordum;
«–Evet, Abdullâh’ın oğlu Muhammed çıktı, peygamber olduğunu iddia ediyor. Ebû Kuhâfe’nin oğlu (yani Ebûbekir -radıyallâhu anh-) da O’na tâbî oldu.» dediler. Hemen Ebûbekir’in yanına gittim. Beni O’na götürdü. Müslüman oldum ve râhibin haberini anlattım.” (İbn-i Hacer el-Askalânî, Seçkin Sahâbeler, s. 93)
İLÂHÎ KAMERALAR KAYITTA
Cüneyd-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-, 826’da Bağdat’ta doğdu. Dayısı Serî es-Sakatî’nin taht-ı terbiyesinde yetişti. Dayısının sohbetlerinden istifâde etti. Yine onun yönlendirmesiyle tahsile başladı. Zira dayısı hem zâhirî hem bâtınî ilimlere ehemmiyet veriyor, yeğeninin câhil kalmasını istemiyordu. İlmî tahsilin ardından öğrendiklerini yaşayarak zühd ve takvâ elbisesi giydi, ibâdetlerini arttırdı. Böylelikle hâl ile ilmi kendisinde mezcetti. Daha sonra da irşâda başladı.
“Bizim yolumuz Kitap ve Sünnet’le mazbuttur (korunmuştur). Kim Kur’ân-ı ezberlemez, hadis yazmaz, fıkıh öğrenmezse ona iktidâ edilmez (o örnek alınmaz, ona tâbî olunmaz).” sözü meşhurdur.
Cüneyd-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-, 909’da vefât etti. Kabri, Bağdat’tadır.
*
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin terbiyesine; güzel huylu, güzel ahlâklı bir talebe geldi. Sonradan gelmesine rağmen hızlı mesafe almış, kısa zamanda hocasının gözüne girmişti. Hocası onu pek ziyade seviyor, bunu da izhâr ediyordu. Ne var ki diğer bazı talebeler bu yeni talebeyi kıskandı. Bazı kıskanç talebelerin hâli Cüneyd-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-’e malûm oldu.
Bir gün her bir talebesinin eline birer tane kuş verdi ve;
“–Her biriniz bu kuşları kimsenin görmediği yerde kesip getirsin.” buyurdu. Kendilerine verilen kuşları alan talebeler, varıp ıssız bir mahalde boğazlayıp getirdiler. Yalnız o seçkin talebe; kuşu boğazlamadan, canlı olarak geri getirdi. Cüneyd-i Bağdâdî o talebesine;
“‒Sen niçin boğazlamadın?” diye sordu.
Talebesi;
“‒Hocam, siz; «Kuşları, kimsenin görmediği bir yerde boğazlayın.» demiştiniz. Ben ise öyle bir yer bulamadım. Her yeri Allah Teâlâ görüyor.” deyince, Cüneyd-i Bağdâdî -rahmetullâhi aleyh-;
“‒Arkadaşınızın firâsetini gördünüz mü?” buyurdu. Kıskanç talebeler tövbe edip boyunlarını bükerek, Cüneyd-i Bağdadî -rahmetullâhi aleyh-’ten af dilediler.
ÇİFTE SULTANLAR
Rivâyete göre Hazret-i Hüseyin’in Kerbelâ Vak‘ası’nda kurtulan iki kızı; Koca Mustafa Paşa’nın avlusunda bulunan açık türbede yatmaktadırlar.
Bu iki hanım sultanın; babalarının kerb (üzüntü) ü belâ sahrâsında şehâdetinden sonra Mısır’a gönderilmek üzere Suriye’den bir gemiye bindirildiğine inanılır. Gemi Akdeniz’de korsanların tasallutuna uğrar ve bu sultanlar esir edilir. Hanım sultanların kimler olduğu anlaşılınca; korsanlar, onları Bizans sarayına takdim ederler. Bu iki sultan, Bizans sarayında çok itibar görür. Saraya mensup iki prens, onlarla izdivaç etmek isterler. Hanım sultanların elinde bu arzuya mukavemet edecek hiçbir güç yoktur. Bu isteğe râm olacaklarına muhakkak gözü ile bakılmaktadır. Ancak onlar Allâh’a ve Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ilticâ ederek, hâllerini arz ederek bu sıkıntıdan halâs olmak için Cenâb-ı Hakk’a duâ ederler. İzdivaç merasiminin yapılacağı günün sabahında hazırlık için hanım sultanların dairelerine gelen nedîmeler, onları mesut ve mütebessim sîmâları ile ebedî uykularına dalmış bulurlar. Aziz na‘şları kadîm Ayios Andreas Manastırı avlusuna yani hâlen Hazret-i Sünbül Sinan hankâhı hazîresine defnedilir. Bu yüzden asırlar boyu Sünbül Efendi hazîresi veya Koca Mustafa Paşa semti, İstanbul’da makam-ı Kerbelâ’nın remzi olarak kabul edilmiştir. (Sadettin ÖKTEN, Yahya Kemal’in Rüzgârıyla Düşünceler ve Duyuşlar, s. 61-62)
Bir rivâyete göre Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anh-’ın kızları, diğer bir rivâyete göre de Zeynelâbidîn Hazretleri’nin kızları olan bu çifte sultanlara; İstanbul halkı o günden bugüne cân u gönülden sahip çıkar ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetlerini izhâr ederler.
HÂFIZA KAYBI YAŞAYAN BİR MİLLETİZ
Fuat SEZGİN Hoca, 24 Ekim 1924 tarihinde Bitlis’te doğdu. İlk, orta ve lise tahsilinin ardından 1943’te İstanbul’a geldi. İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Araştırmaları Enstitüsüne kayıt yaptırdı. Hellmut Ritter’le tanıştı ve onun yanında eğitim gördü.
1960’ta askerî darbe yönetimi, aralarında Fuat SEZGİN’in de bulunduğu 147 akademisyeni vazifeden azletti. Bunun üzerine 1961’de Almanya’ya giden Sezgin; İslâm bilim tarihi üzerine çalışmalar yaptı, eserler kaleme aldı.
“Gayretimin çok mühim bir gayesi, koskoca bir İslâm âleminin yitirmiş olduğu kendine hürmeti, güveni ve insanlık tarihindeki yerini hatırlatmak, kaybettiklerini iade etmek içindir.” sözü ne güzeldir.
30 Haziran 2018’de vefât eden Fuat SEZGİN Hoca’nın kabri, Gülhane’deki İslâm Bilim ve Teknoloji Müzesi’nin önünde yer almaktadır.
*
Talebesi Mehmet Alparslan ÇELEBİ anlatır:
“–Bir gün enstitüye geç vakit gelmiştim. Saat 16 sularında. Kış günüydü. Kocaman enstitüde hocam ve iki araştırmacı vardı. Işıklar loş bir şekilde yanıyordu. Karanlık bir odada, hocam bir kitaba dalmış durumdaydı. Nâzikçe kapıyı tıklattım. Hocam bir tepki vermemişti. Sessiz bir şekilde kendisine seslendikten sonra da tepki alamamıştım. Bir adım attım masasına doğru ve tekrar seslendim. Hocam kitabı iki avcu arasına almış; sanki harfleri teker teker seçercesine, gözleriyle satırlar arasında hızlıca akıp duruyordu. Haddimi aşarak biraz daha sesli bir şekilde seslendim. Tepki yoktu. Bu sefer korkmaya başladım. En son yanına yaklaştım ve elimle omzuna dokundum hafifçe. Bir an ürktü ve;
«‒Mehmet!» diye seslendi. Çok mahcup olmuştum. «Ne zamandan beri buradasın?» dedi sessizce.
«‒Hocam 2-3 dakikadır, kusura bakmayın bir an endişelendim.» dedim.
«‒Sen hiç kitap okudun mu?» diye sordu kendisi.
«‒Okudum hocam.» dedim, tam okuduğum kitapların birkaçını sayacaktım ki;
«‒Sen kitap okumadın hayatında Mehmet. Kitap okumak ibâdet gibidir. Allâh’ın rızâsını kazanmak, ilim yapmak için okuduğun zaman okumuş olursun bir kitabı. Tıpkı namaza durduğun gibi kendini etrafında olan bitenlerden arındırır, kitabın rûhuna verirsin. Ve tıpkı namaz kılan insana seslenmediğin gibi kitap okuyan insana da seslenmezsin. Bir kenara geçer onun ibâdeti bitene kadar beklersin.» dedi. Utancımdan ne yapacağımı şaşırdım. Hafif tebessüm etti, ayağa kalktı ve ensemi şefkatle kavradı;
«–Nasihat ediyorum. Üzülmüyorsun değil mi? Size kitap okumayı unutturdular. İnşâallah sizin nesliniz yine kitap okuyan nesil olacak Mehmet. Milletin ve İslâm âleminin âkıbeti buna bağlı!» dedi.”