SİLÂH GÜCÜNÜ YENEN ÎMAN

M. Ali EŞMELİ seyri@seyri.com seyri@yuzaki.com

 

Hazret-i Dâvûd’un gençlik yıllarıydı. Zâlim Câlût’a karşı Tâlût isimli kumandan, büyük bir ordu ile yola çıkmıştı. Hazret-i Dâvud da o orduya katılmıştı. Yol üzerinde geçilecek olan bir nehirde Allah onları imtihan etti: 

 

“Tâlût, askerleri ile (Kudüs’ten) ayrılınca onlara şöyle dedi:

 

–Muhakkak ki Allah, sizi bir nehirle imtihan edecektir. 

 

–Buna rağmen kim ondan içerse artık benden değildir. 

 

–Eliyle bir avuç içtiği müstesnâ, kim de ondan (izin verilenden fazlasını) tatmazsa, işte şüphesiz o bendendir!

 

•Fakat hepsi ırmaktan (kana kana) içtiler, 

 

İçlerinden pek azı müstesnâ…

 

Tâlût ve îmân edenler, beraberce ırmağı geçince (o geride kalanlar) şöyle dediler:

 

–Bugün bizim Câlût’a ve askerlerine karşı koyacak hiç gücümüz yoktur!

 

Allâh’ın huzûruna varacaklarına kesin inananlar (yani ırmağı geçenler ise) şöyle dediler:

 

–Nice az sayıda bir birlik, Allâh’ın izniyle çok sayıdaki birliği yenmiştir. 

 

Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 249)

 

Hikmet dolu ilâhî imtihandan sonra koca ordudan geriye sadece 313 kişi kalmıştı. (bkz. Buhârî, Meğâzî, 6) Başlangıçta hayli çok olan sayıları iyice azalmıştı, lâkin yüreklerindeki îman ve tevekkülleri ise daha da ziyadeleşmiş, artmıştı. Hepsi de Allâh’a dayanıp şahlandılar.

 

“Câlût ve askerleriyle savaşa tutuştuklarında;

 

«–Ey Rabbimiz! 

 

•Üzerimize sabır yağdır! 

 

•Ayaklarımıza sebat ver!

 

•Kâfir kavme karşı bize yardım eyle!» dediler.” (el-Bakara, 250)

 

Sonunda;

 

Allâh’ın izniyle onları hezîmete uğrattılar.

 

•Dâvud da, Câlût’u öldürdü. 

 

•Allah ona (Dâvûd’a) hükümdarlık ve hikmet verdi.

 

•Dilediği ilimlerden ona öğretti. 

 

Eğer Allah, 

 

•İnsanların bir kısmını diğer bir kısmıyla def etmeseydi, 

 

•Yeryüzü elbette fesâda uğrardı. 

 

Fakat Allah, 

 

•Bütün âlemlere karşı lütuf ve kerem sahibidir. (el-Bakara, 251)

 

Hakikaten o devranda Allâh’ın yardımı sayesinde yürekleri îmanla dolu 313 kişiyle büyük bir zafer destanı yazıldı.

 

Bu zaferden asırlar sonra aynı tecellî bir daha yaşandı.

 

Son peygamber Hazret-i Muhammed Mustafâ j ve ashâbı Bedir’e varmışlardı. Mekkeli müşriklerle karşı karşıya geldiler. 

 

Müşriklerin hepsi savaşçı ve silâhlı 950 veya 1000 kişi idi. Yüz veya iki yüzü atlı, 700’ü develi idi. Yani ellerindeki imkânları ve silâhları tamdı. Lâkin kalplerinde katmerli bir şirk ve zulüm vardı. Tevhid üzere îmânın güzellik ve kudretinden mahrum idiler.

 

Buna mukabil müslümanlar; maddî kuvvet, imkân ve sayı itibarıyla müşriklerin zâlim ordusuna göre hayli az ve güçsüzdü. Mü’min ordu, yaşlı ve henüz delikanlı çağındaki olanlar da dâhil olmak üzere 313 kişi idi. Sadece üçü atlı, yetmişi develi idi. Diğerlerinin tamamı yaya idiler. Yani ellerinde imkânları noksandı. Fakat kalplerinde tevhid ve adâlet vardı, hidâyet ve şahâdet vardı. Hak dînin yegâne îman güzelliği, dirâyeti ve tevekkülü vardı, ilâhî nusrete mazhariyet vardı. Sıkıntılar, cefâlar ve ızdıraplar ortasında yıllarca çektikleri çilelerin sabırla bekledikleri müjde vaktine âmâde ve teşne idiler.

 

Muharebe günü Hazret-i Peygamber j ashâbına tekrar tekrar şu âyeti okudu:

 

سَيُهْزَمُ الْجَمْعُ وَيُوَلُّونَ الدُّبُرَ ۝٤٥

 

“O topluluk hezîmete uğrayacak ve arkalarını dönüp kaçacaklar!” (el-Kamer, 45) 

 

(Bugün) hezîmete onlar, o kitle uğrayacak,

 

Sonunda hep kaçacak hepsi sırt dönüp ancak!      

 

Hakikaten öyle oldu.

 

Allâh’ın yardımı müslümanların imdâdına yetişti. O gün büyük bir zafer kazanıldı. Bu zafer, Hak üzere îmânın ve o îmâna Allâh’ın lütuf zaferiydi. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

 

فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ قَتَلَهُمْۖ وَمَا رَمَيْتَ اِذْ رَمَيْتَ وَلٰكِنَّ اللّٰهَ رَمٰىۚ وَلِيُبْلِيَ الْمُؤْمِن۪ينَ مِنْهُ بَلَٓاءً حَسَنًاۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ عَل۪يمٌ ۝١٧

 

(Savaşta) attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü onları. Bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). 

 

Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Enfâl, 17)

 

Bu gerçeği idrâkimize ve kalbimize nakşederek tekrar ifade edelim:

 

–O attığın vakit aslında atmadın hiç Sen,

Fakat ki attı Hudâ, ey Nebî, o an zâten.

Kesin bu, hiç sizin öldürmeniz değil onlar,

Bilin ki, hepsini Allah’tır öldüren Kahhâr! 

Bilin, sebep şu; güzel bir keder, belâ vererek,

Onunla her inanan halkı, bir güzel denemek!

Ne şüphe, hep işitendir, bilendir Allâh O!

Yegâne sâhibi her kudretin O, billâh O!

 

Açıkça işte bu maksattıRabbimin dileği,

Biner biner, O ki, gönderdi lutfedip meleği;

Yegâne kudreti görsün de göz, yalanlamasın,

Akıl da Hazret-i Allâh’ı yanlış anlamasın!

Gönül de gün gibi fark eylesin, hakîkat bir,

Beşer Muhammed’e koşsun, çağıldasın tekbir!

Ve bir de; ümmet-i İslâm’a, en zayıf anda,

O denli şanlı büyük bir zafer ki, verdi Hudâ,

Gören desin bu hüner, şüphe yok ki Allâh’ın,

Hasım da, yolcusu olsun yegâne dergâhın.

Sebep bu, en zayıfın muhteşem kazanmasına,

Hasımların bile şeksiz görüp inanmasına! (Seyrî)

 

Bu zaferlerden sonra İslâm tarihi asırlar boyunca nice böyle zaferlere nice kere şâhit oldu. O sarsılmaz îmâna sahip olduğunda müslümanlar; sayı bakımından çok az da olsalar, çok kalabalık düşmanları daima alt ettiler. Bilhassa Boğaz Harbi de denilen Çanakkale Savaşları’nda, ardından İstiklâl Harbi’nde ve en son 15 Temmuz’da yedi düvele karşı aynı muhteşem mazhariyetler gerçekleşti.

 

Unutmam hiç; o îman çünkü Son Peygamber’in sırrı,

Unutmam hiç; zaferler, hep o îman sırrının kârı.

Unutmam hiç; Boğaz Harbi’nde gālip güç, o îmandı

Unutmam hiç; son istiklâlde sâhip güç, o îmandı.

Unutmam hiç; o îman her zaman kurtardı, hep yendi,

Bu halk, Allah deyip birlikte haykırdıkça güçlendi!

Unutmam hiç; o îman üzre dâim memleket dimdik,

Eder cennet bu toz dünyâyı, sen devranda îman dik!

Unutmam hiç; nasıl bir şeydi yüz yıl önce girdaplar,

Unutmam hiç; niçin oynandı yüz yıl sonra bir tekrar! 

Unutmam hiç; yok etmek, tek plândır haçlı ellerde,

Bakın; İspanya’nın bağrında mü’min Endülüs nerde?

 

Tamâmen kestiler milyonla mâsum müslüman halkı!

Bizim, devranda yokluk, onların varlık mıdır hakkı?

Uyan, pişman eden türden tekerrür etmesin târih,

Yaşanmış sancıdan ders al, tekerrür eylesin Fâtih!

Unutmam; bir vatan birlikte, can dirlikte hiç solmaz,

Bu halk, Allah deyip koştukça, şahlandıkça alt olmaz! (Seyrî)

 

Bütün muharebelerin gösterdiği gerçek:

 

Savaşlar silâhla.

 

Milletler silâh üstünlüğü sayesinde kazanmakta veya kaybetmekte. 

 

Lâkin,

 

Bambaşka bir güç, en güçlü silâhlara bile mağlûp değil galip olabilmekte. 

 

O da ancak hak bir îman. 

 

Îman eğer hak ile muttasıf olarak güçlü ve sarsılmaz ise, en güçlü silâhları dahî alt etmiştir daima. 

 

İşte bundan dolayı;

 

Âhirzamanın vahşet dolu dünyasında en büyük mücadeleler, özellikle îmanlar etrafında gerçekleşmektedir. 

 

Çünkü;

 

Geçmişte düşmanlar, ehl-i İslâm’ı yenmek için ne yapsalar muvaffak olamadılar. Asırlarca süren nice haçlı seferleri her defasında püskürtüldü. Anladılar:

 

Alınır kal‘a mı göğsündeki kat kat îman! (M. Âkif)

 

Bunun üzerine artık sadece göğüsleri değil, öncelikle îmanları hedef aldılar. Dediler ki: 

 

—Önce, ama ilk önce,

 

—Müslüman coğrafyalarda îmanları târumâr etmeli. 

 

—Önce gönülleri birbirine bağlayan îman bağlarını kesmeli.

 

—Önce ahlâkın temellerini yıkmalı.

 

—Önce aileyi darmadağın etmeli.

 

—Önce eğitimin mâneviyatını yok etmeli.

 

—Önce sokaklarda ve caddelerde esen îman rüzgârlarını durdurmalı ve onların yerine isyan ve günah rüzgârları estirmeli.

 

—Müslümanları her şeyden önce ne yapıp edip dünyaya, nefse, heveslere ve zaaflara mağlûp etmeli. Keyfe ve rahatlığa mağlûp ve esir hâle getirmeli. 

 

—Önce bencil etmeli. Başkasını değil, önce kendini düşünen bir egoya boğmalı.

 

—Önce mü’mini mü’mine düşman etmeli.

 

İşte bu hususlarda yüz yıldır hayli büyük yaralar alan İslâm coğrafyasındaki çalkantılar, keşmekeşler ve zulümler hep bu çerçevede îmanlara karşı yapılan saldırıların neticeleridir.

 

Bu bakımdan;

 

Yarınlarımızı müjdelerle buluşturmak için yapılması gereken asıl gayretler, her şeyden önce îmanlarımızın ve gönüllerimizin toparlanması etrafında olmalı.

 

Şanlı tarihimizde olduğu gibi ehl-i İslâm’a yine;

 

•Fitneleri ve fesatları mağlûp eden bir îman lâzım.

 

•Cehâlet ve kötülükleri yenen bir îman lâzım.

 

•Âhiret karşısında dünyayı alt eden bir îman lâzım.

 

•Nefse ve keyfe zebûn olmayan bir îman lâzım.

 

•Yine zulümleri ve mel‘anetleri tuş eden bir îman lâzım.

 

•Yine firavunları, Ebû Cehilleri ve nemrutları deviren bir îman lâzım.

 

İşte o îman,

 

Yenilmez. 

 

Her türlü silâhı mağlûp eder.

 

O îman; çileleri göğüsleyen, sıkıntılarda sabır ve sebat eden bir îmandır. Yüce Allah bu hususta hem îkaz etmekte hem müjde vermektedir:

 

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَاْتِكُمْ مَثَلُ الَّذ۪ينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْۜ مَسَّتْهُمُ الْبَاْسَٓاءُ وَالضَّرَّٓاءُ وَزُلْزِلُوا حَتّٰى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مَعَهُ مَتٰى نَصْرُ اللّٰهِۜ اَلَٓا اِنَّ نَصْرَ اللّٰهِ قَر۪يبٌ ۝٢١٤

 

“(Ey mü’minler!) 

 

Yoksa siz, 

 

•Sizden önce gelip geçenlerin başına gelenler

 

•Size de gelmeden 

 

Cennete gireceğinizi mi sandınız? 

 

Onlara;

 

•Sıkıntı ve darlık öylesine dokundu,

 

•Öyle sarsıldılar ki, 

 

Nihayet peygamber ve beraberindeki mü’minler; 

 

«–Allâh’ın yardımı ne zaman!» dediler. 

 

Bilesiniz ki; 

 

Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)

 

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَيَعْلَمَ الصَّابِر۪ينَ ۝١٤٢

 

Yoksa siz;

 

•Allah, içinizden cihâd edenleri (her türlü belâ ve çilelerle imtihan ederek) belli etmeden 

 

Ve 

 

Sabredenleri de (her türlü belâ ve çilelerle imtihan ederek) ortaya çıkarmadan, 

 

–Cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmrân, 142)

 

اَمْ حَسِبْتُمْ اَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللّٰهُ الَّذ۪ينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللّٰهِ وَلَا رَسُولِه۪ وَلَا الْمُؤْمِن۪ينَ وَل۪يجَةًۜ وَاللّٰهُ خَب۪يرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ۟ ۝١٦

 

“Yoksa, Allah; 

 

Sizden, cihâd edip kendilerine Allah’tan, Rasûlü’nden ve mü’minlerden başkasını sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan / ayırt etmeden bırakılacağınızı mı sandınız? 

 

Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” (et-Tevbe, 16)

 

اِنْ يَنْصُرْكُمُ اللّٰهُ فَلَا غَالِبَ لَكُمْۚ وَاِنْ يَخْذُلْكُمْ فَمَنْ ذَا الَّذ۪ي يَنْصُرُكُمْ مِنْ بَعْدِه۪ۜ وَعَلَى اللّٰهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ ۝١٦٠

 

“Eğer;

 

•Allah size yardım ederse, 

 

•Artık size üstün gelecek / sizi yenecek hiç kimse yoktur. 

 

Eğer; 

 

•Sizi yardımsız bırakıverirse, 

 

•Ondan sonra size kim yardım eder? 

 

–Mü’minler, ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (Âl-i İmrân, 160)

 

Ancak O’na tevekkül etrafında Hazret-i Allah, bugün Gazze merkezli başlayan ve çevresine yayılan katliâmlara ve diğer İslâm beldelerindeki zulümlere karşı dirâyet ve nusret ihsân eylesin! 

 

Îmân ediyoruz ki:

 

Geçici bir süre galebe çalmış görünseler de eninde sonunda ehl-i bâtıl olan zâlimler mağlûp olacak ve Allâh’ın murâd ettiği netice günü asla galip gelemeyeceklerdir. İşte ilâhî beyan:

 

بَلْ مَتَّعْنَا هٰٓؤُ۬لَٓاءِ وَاٰبَٓاءَهُمْ حَتّٰى طَالَ عَلَيْهِمُ الْعُمُرُۜ اَفَلَا يَرَوْنَ اَنَّا نَاْتِي الْاَرْضَ نَنْقُصُهَا مِنْ اَطْرَافِهَاۜ اَفَهُمُ الْغَالِبُونَ ۝٤٤

 

“Evet; 

 

•Biz onları da atalarını da, faydalandırdık. 

 

•Öyle ki uzun süre yaşadılar. 

 

Ama; 

 

•Artık görmüyorlar mı ki, biz yeryüzünü çevresinden eksiltiyoruz? / Onlar, bizim gelip (kâfirlere ait) araziyi çevresinden eksilteceğimizi görmüyorlar mı?

 

Şu hâlde, onlar mı galip gelecekler?” (el-Enbiyâ, 44)

 

Âmennâ!

 

Ne kadar güçlü olsalar da en nihayet bâtıl olan taraf mutlaka zâil olacak ve îman tarihinde olduğu gibi yine hak olan taraf kazanacak ve galip gelecektir. 

 

Ağır zulümler dolayısıyla bizlere göre geceler ne kadar uzun da olsa, yüce Allâh’ın zafer sabahı çok yakındır!

 

Yâ Rab,

 

Nasîb et!

 

Âmîn!..