Sağlıklı Bir Cemiyet İçin; İÇTİMÂÎLEŞMEK

B. Cahit ÖZDEMİR bcahit@hotmail.com

 

Kâinâtın uğruna yaratıldığı buyurulan insan; eşref-i mahlûkat olmakla, diğer varlıklardan ayrılarak müstesnâ bir değere mazhar kılınmıştır. Bu münasebetle insan; nefsinin hevâsı peşinde, mes’ûliyetsiz, gayesiz bir hayat yaşayamaz. Bu; her şeyden evvel «Ezel Bezmi»nde verilen ahde vefâsızlık olur. Kur’ân-ı Kerim’de böyle bir mes’ûliyetsizlik, şiddetle şöyle îkaz buyurulur: 

 

“Ey insanoğlu! Seni yaratıp şekil veren, düzenleyen, mütenasip kılan, istediği şekilde seni terkip eden, çok cömert olan Rabbine karşı aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8) 

 

Bu cümleden olarak, bir milletin teşkilâtlanmış yapısı olan devletin devamlılığı için; sahip olunan medeniyet tasavvuru çerçevesinde sağlam bir içtimâî yapının inşâsı, sağlıklı bir cemiyetin teşekkülü gereklidir. Bu bakımdan tarih, asırlarca insanlığa hizmetle şan kazanmış devletlerin yanı sıra, varlığını devam ettirememiş kavimlerin ibretâmiz hikâyeleri ile de doludur.

 

Sağlam bina yapmak için, sağlam zemin ve kaliteli malzemeye ihtiyaç olduğu gibi; dayanıklı bir toplum için de kaliteli insana, sağlam aile yapısına, güçlü mânevî ahlâkî altyapı oluşturmaya ihtiyaç vardır. 

 

Cenâb-ı Hak bu hususa şöyle işaret ediyor: 

 

«Ey îmân edenler! Siz kendinizi güçlendirmeye bakın. Siz düzgün olduğunuz zaman, yanlış yolda olanlar size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allâh’adır.» (el-Mâide, 105) 

 

Kur’ân-ı Kerîm’in ana konusu, kaliteli insan ve dayanıklı toplum inşâsına yöneliktir. Zira insan iyi olursa her şey iyi olur. İnsan kötü olursa her şey de kötüye gider. Millî Eğitim de anaokulundan üniversiteye kadar bütün kurumları ve personeliyle bilgili, namuslu, inançlı, hakka-hukuka riâyet eden, haram ve helâli bilen, fedâkâr ve sorumluluk şuuruna sahip insan yetiştirmeyi ön plânda tutmalıdır…”1

 

Kur’ân-ı Kerim’de insanın yaratılışı ile alâkalı olarak; 

 

“Ben, insanları ve cinleri Bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyurulur. İnsan, Allah Teâlâ’nın yeryüzündeki halîfesi olması hasebiyle, ibâdet hükmündeki sâlih kullukla, insanlığı adâlete ve huzura kavuşturmakla mükelleftir. Bu vazifenin îfâsı da ancak îman, ibâdet, ahlâk ve muâmelât ile tezâhür eden bir şahsiyet inşâsıyla mümkündür. Her gün biraz daha yaşanılamaz hâle getirilen dünyamızın, kan ve ateşler içerisinde kıvranması; buhranların hâlli için, yaratılış hikmetine vâkıf, bu vazifesini müdrik insana ne kadar zarurî ihtiyaç olduğunun bir delilidir.

 

Bugüne kalan üç semâvî dinden sadece İslâm dîninin aslî hüviyetini muhafaza etmekte olup, diğerlerinin tahrifâta uğrayarak, ilâhî vasıflarını kaybetmiş olmaları, günümüzdeki kargaşanın en önemli sebeplerinden birisidir. Hattâ, ilâhî din diye sarılınan bu muharref akîdeler; insanlığı sürükledikleri koyu câhiliyye karanlığı ile zulümlerin ve kargaşaların asıl fâili hâline gelmişlerdir. Nitekim İsrail’in Gazze’de irtikâp ettiği soykırımı muhakeme eden Lahey Adalet Dîvânı; bu katliâmın muharref Tevrât’a izâfe edilmesi sebebiyle, bu siyonist taassubun yasaklanmasını gündemine almıştır. 

 

Görülmektedir ki; 

 

Hıristiyanlık ve Mûsevîlik’in, ilâhî hikmete râm olarak insanlığı dünya ve âhiret saâdetine kavuşturma vasfı kalmamış; bilâkis, bugün olduğu gibi dünyayı kan ve ateş deryâsına gömerek, her gün biraz daha yaşanamaz hâle getirmişlerdir. 

 

Nitekim bu zulüm vetîresini, ABD başkanı, 2001’deki 11 Eylül hâdisesinden sonra; 

 

“–Artık haçlı seferini başlatıyoruz.” diye resmen açıklamıştı.

 

Yaratılışla alâkalı olarak, Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Ayrıca O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini kendinden bir lütuf olarak emrinize vermiştir. Bütün bunlarda düşünenler için işaretler vardır.” (el-Câsiye, 13) buyurulur. 

 

Bu cümleden olarak insan; Allah Teâlâ’nın yüce Zâtına halîfe olma mes’ûliyeti tevdî buyurulmuş ve eşref-i mahlûkat olmaya mazhar kılınmış bir varlıktır. Ahmed Gazâlî -rahmetullâhi aleyh- Hazretleri bu liyâkati; 

 

“Allah Teâlâ, kâinâtı insan için; insanı da kendisi için yaratmıştır.” diye ifade ediyor. 

 

Allah Teâlâ; böyle taltif buyurduğu insanı, kendisine lutfettiği dünyayı adâlet ve sulh içinde yaşatacak rahmet iklimine kavuşturması için, yeryüzünde halîfesi tayin buyurmuştur. Nitekim, bu ulvî dâvâyı tebliğ eden Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek izini takip eden selef-i sâlihîn hazerâtı ve sonraki nesillerin hâkim kıldıkları şanlı İslâm medeniyeti, insanlığı asırlarca tarihin bir emsâlini daha kaydetmediği huzur ve adâlete kavuşturmuşlardır. Bu medeniyetin son temsilcisi olan Osmanlı Devleti’nin dûçâr kalınan vahim şartlar sebebiyle, tarih sahnesinden çekilmesinden sonra gücü eline geçiren haçlı zihniyetindeki sömürgeciler, dünyayı tekrar koyu bir câhiliyye karanlığına sokmuşlardır. 

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 

 

“Size iki şey bırakıyorum. Bunlara sımsıkı sarıldığınız müddetçe asla dalâlete düşmezsiniz: 

 

Allâh’ın kitâbı (Kur’ân-ı Kerim) ve 

 

Rasûlü’nün sünneti.” (Muvattâ, Kader, 3) buyuruyor. 

 

İnsanlığın yeniden huzura kavuşması için, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mukaddes vasiyetine sarılarak tekrar bu ulvî dâvânın ihyâ edilmesine ihtiyaç vardır. Gözü yaşlı mazlumlar âlemi bu ümitle bekliyorlar.

 

İnsan, yüklendiği ulvî dâvânın îcâbını yerine getirmekle mükelleftir. Bu cümleden olarak; dünyada rahmet iklimini tesis etmek için, içtimâî yapıyı bu maksada uygun olarak inşâ etmek bahis mevzuudur. Bu dâvâyı yüklenenler, dünyanın başına günümüz câhiliyyesini saranlar gibi sadece kendi ülkelerini düşünmeyip, önce kendi cemiyetini, sonra bütün insanlığı kucaklayacak kadar geniş bir ufka sahiptirler. Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“Mü’minler ancak kardeştirler…” (el-Hucurât, 10) buyurulur. Bu mes’ûliyetin îcâbı, ilâhî hükümler çerçevesinde bizâtihî içtimâîleşmektir. Kur’ân-ı Kerim’de; 

 

“… Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi olur…” (el-Mâide, 32) buyurulmasında, bu vâkıanın şümûlüne de bir işaret vardır. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;

 

“Müslüman müslümanın kardeşidir…” (Tirmizî, Birr, 18) ifadesiyle, içtimâî bünyenin bu esasını vurgular. Bir başka hadîs-i şerifte de bu kardeşliğin keyfiyeti şöyle işaret buyurulur:

 

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27)

 

Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;

 

“Müslümanların arasına karışarak onların eziyetlerine katlanan kimse, halk arasına karışmayıp eziyete katlanmayan kimseden daha hayırlıdır.” (İbn-i Mâce, Fiten, 23) îkazını şiâr edinen gönül ehli ve dâvâ adamlarının gayretleriyle, içtimâîleşmek şanlı medeniyetimizin mesnedi olmuştur. Bu mes’ûliyeti, «Pîr-i Türkistan» Ahmed Yesevî -kuddise sirruhû- Hazretleri;

 

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada, birinin parmağına diken batsa, o benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına taş çarpsa, o benim ayağıma çarpmıştır.” diye ifade buyurur. 

 

Kezâ Anadolu’muzun gönül sultanlarından Mevlânâ Hazretleri de, bu hususu şöyle dile getirir: 

 

“Şems bana bir şey öğretti: 

 

«Dünyada üşüyen biri varsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin.» dedi. 

 

Ben de biliyorum ki; yeryüzünde üşüyenler var; ben artık ısınamıyorum.”

 

Bu içtimâîleşme şuuru cemiyette o derece ileri gitmiştir ki; başka bir emsâli olmayan bu vâkıanın ifadesi için, şanlı medeniyetimiz «vakıf medeniyeti» olarak da adlandırılmıştır.

 

“Bölgeye ve döneme bağlı olarak, vakıf sisteminin Osmanlı mâlî sistemi içinde % 12 ilâ % 50 arasında bir ağırlığa sahip olması bu önemi gösterir.”2 

 

Nitekim sadece İstanbul’da, 25 bin civarında vakıf eserinin bulunması da, bunun başka bir delilidir.

 

Dünya hayatının tercih edildiği günümüz gidişâtının bariz hususiyeti, nüfusun artmasına rağmen, yalnızlaşmanın esas hâle gelmesidir. Ailede başlayan; apartman, sokak, mahalle, ülke ve dünyaya hâkim olan bencilliğin bir tezâhürü olan yalnızlaşma; modern câhiliyyenin en bariz bir hususiyetidir. «İnsanın, insanın kurdu» olduğu bu marîz ruh hâli, sağlam bir cemiyet teşkili için en çetin problemdir. Muazzez dînimizin mübârek günleri, bu buhranların hâlli için en tesirli çaredir. İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı ve idrâk edeceğimiz Ramazan Bayramı; tatil ve dinlenme fırsatı tarzında değil, ecdâdımız gibi birlik-beraberlik ve kaynaşma, hemhâl olma vesilesi bilinmeli, öyle değerlendirilmelidir. Bu; hâle hâle yayılacak içtimâîleşme dalgaları, içinde kıvranılan buhranların en tesirli ilâcı mesâbesinde görülmelidir. 

 

_______________________

1 A. Rıza TEMEL: Altınoluk, sa. 456.

istanbultarihi.ist/195