AÇLIĞIN MÂNEVÎ FAYDALARI

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, 777’de Horasan’ın Bistâm kasabasında doğdu. Câfer-i Sâdık’ın talebesidir. Hayatı boyunca sünnet-i seniyyeye tâbî oldu, nefsiyle mücadele etti, takvâ ve zühd hayatı yaşadı. «Asıl kerâmet istikamettir.» düstûrundan ayrılmadı. Muhabbet ve mârifete ulaşan Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri, 875’te vefat etti. Kabri, Bistâm’dadır.

 

*

 

Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri;

 

“–Neden açlığı medh ü senâ diyorsunuz?” diyenlere:

 

“–Çünkü…” dedi. “Eğer Firavun aç olsaydı; «En büyük Rabbiniz benim!» demezdi. 

 

Açlık bir yağmur bulutudur. Kul açken, kalbe hikmet yağar. Açlık öyle bir gıdâdır ki, Allah sıddîkların bedenlerini bu gıdâ ile besler.”

FÎSEBÎLİLLÂH, HASBETENLİLLÂH…

Ramâzan’ın yaklaştığı günlerdi. Fazıl Hoca Koca Mustafa Paşa’daki evinden çıkarak Çamlıca’ya, geçen sene terâvih kıldırdığı köşke gitti. Köşkte bu Ramazan başka bir hocanın terâvih kıldıracağını öğrenince geri döndü. Üsküdar sahilde kayık beklerken; bir kayıkçı Hocaefendiye seslenerek, kayığını tutan zâtın kendisini karşıya geçirmek üzere kayığa davet ettiğini söyledi. Kayığa binen Hoca, kayığı tutan Veli Efendi ile tanıştı. Veli Efendi, Hoca’ya Üsküdar’da ne yaptığını sordu. Hoca da geçen sene terâvih kıldırdığı köşke gittiğini, fakat şartlar müsait olmadığı için bu sene orada terâvih kıldırmayacağını, evine dönmek için sahilde beklediğini söyledi. Bunu duyan Veli Efendi;

 

“–Yaa öyle mi? İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş. Ben de Fatih’e Ramazan için imam aramaya gidiyordum. Seni Allah çıkardı karşıma.” dedi. Veli Efendi devamla; 

 

“–Bak Hocaefendi! Yalnız sırf Allah rızâsı için geleceksen gel, bizim köşkte terâvihleri sen kıldır!” dedi. Fâzıl Hoca;

 

“–Aman efendim. Siz nasıl münasip görürseniz.” diyerek teklifi kabul etti.

 

Boğaz’ın ortasında kayığın yönünü çevirip; doğruca Üsküdar’a, oradan da Çamlıca’ya gittiler, köşke vardılar. Fâzıl Hoca’yı karşılayan kişi hocayı bodrum katta, rutubetli bir odaya yerleştirdi. Ramazan başladı, Hoca ilk terâvihi kıldırdı. İstirahate çekildiler. İlk sahurda hocaya sahur yapması için; bir parça kuru ekmek, birkaç zeytin ve su verdiler. Hoca gönül hoşluğuyla sahur yaptı. Oruçla geçen günün iftarında hocaya bu sefer kuru ekmek, birazcık çorba, birkaç hurma ikrâm ettiler. Günler bu şekilde geçti, Ramazân’ın yarısı bitti. Herkes hâlinden memnundu. Hoca iftar ve sahurlarda az yemesinden dolayı zorlansa da; «Oruç sabır tâlimidir.» diyerek önüne gelenleri şükürle tüketti. En nihayet Ramazan bitti, bayram geldi. Bayram namazı edâ edildikten sonra, köşkteki hizmetkârlar Veli Efendi ile bayramlaştı; 

 

“–Iydiniz sa‘îd, ömrünüz mezîd olsun efendim!” diyen ihsânını alıp kenara geçti. Veli Efendi Fazıl Hoca’yı görünce;

 

“–Ooo Hocaefendi! Ne bu hâlin? Çok zayıflamışsın yahu!” demesin mi! Hoca yine şükür hâlinde; 

 

“–Evet efendim, Ramazan biraz tesir etti, n’apalım olur o kadar…” diyerek geçiştirdi. Veli Efendi bu sefer;

 

“–Seni çok sevdik, seneye yine bekleriz.” dedi ve kâhyaya hocayı yolcu etmesini söyledi. Eli boş çıkan Hocaefendi; Üsküdar’a kadar yürüdü, bir tanıdığından biraz borç para alarak kayığa bindi, deryâyı seyre daldığı esnada, çoluk çocuğuna bayramda eli boş gittiği aklına geldi. Gönlü burulsa da sahip olduğu sayısız nimetlere şükrederek Boğaz’ı geçti. Eminönü’nde kayıktan indi. Koca Mustafa Paşa’ya doğru yürüyerek mahallesine vardı. Evinin önüne ulaşınca kendi evi gitmiş, yerine başka bir ev gelmişti sanki; «Yanlış geldim herhâlde…» diye düşündüğü esnada hanımı kapıdan çıkarak Hocaefendiyi karşıladı, içeri buyur etti. Hoca hayretle;

 

“–Hanım, ne oldu bu eve? Hani bizim evimiz?” deyince hanımı; 

 

“–Bey! Sen birinin köşkünde terâvih kıldırmışsın. O bey bizim evi, içindeki eşyayla birlikte baştan aşağı yeniletti. Bir senelik erzak, beş yüz altın da para bıraktı.” deyiverdi. Hocaefendi şaşırmış bir hâlde kalakaldı. Eve girdi, soluklandı ve Allâh’a şükretti. Ardından da kula teşekkür için Çamlıca’nın yolunu tuttu.

BU RAMAZAN ÇANAKKALE’DEN MESAJ VAR!

Çanakkale Savaşları; ecdâdın îmânını ispat ettiği, Cenâb-ı Hakk’ın da buna mukabil yardım ve zafer nasip ettiği eşsiz bir destandır. Bu mukaddes destanı yazarak, bu vatanı bize emânet eden ecdâdımıza lâyık olmak, üzerimizde bir emânettir. Bizden sonraki nesillere bu şuuru aktarmak da yine üzerimizde bir diğer emânettir. 

 

Ramazân-ı şerîfin Çanakkale Zaferi’nin sene-i devriyesine tevâfuk ettiği bu ayda, şehid ve gazi ecdâdımızın yüce ahlâkını ve fazîletlerini hatırlayalım. Onlardan; kanaati, şükrü, sabrı, metâneti, ihlâsı, takvâyı, kardeşliği öğrenelim. 

 

Çanakkale cephesinde bir askerin cepheden kızına gönderdiği şu mektup da buna vesile olabilecek bir misal:

 

“Benim güzel kızım,

 

Bugün Temmuz 14, Ramazân’ın ikinci günü. Şeyhülislâm; «Oruç tutmayabilirsiniz.» diye fetvâ verdi. Ama benim içim rahat etmedi. Oruca niyetlendim. Sahur vakti çalıların arasında iki kök çiriş (pırasaya benzeyen küçük bir ot) buldum. Onlarla sahur ettim. Gündüzü yeni siperler kazdık. Hiç susamadım. Taarruz arttı. Kafamızı çıkaramadık. Akşam olunca bir asker ezan okudu. Siperin içinde matara elden ele dolaştı. Herkes orucunu su ile açtı. Ben zannettim ki sadece ben oruçluyum. Meğer bölüğün hepsi oruçluymuş. Matara en son bana geldi. Geldi ama ben kendimden utandım. Arkadaşlarımın hepsi sahursuz oruç tutmuşlar. Ben ise iki çirişi(n hepsini kendim) yediğim için arkadaşlarıma karşı kendimi mahcup hissettim. O gün oruçlu şehîd olan Erzurumlu, Dârendeli ve Yenicelinin hakkını nasıl öderim diye gözyaşı döktüm…”

OĞLU ÖLDÜ! SÖZÜNÜ ÇİĞNEMEDİ! 

Şeyhü’l-Kurrâ Eğinli Hacı Hâfız Hasan Hoca, 1848’de Erzincan Eğin’de doğdu. Dört yaşında yetim kalınca, dayısıyla İstanbul’a geldi. Önce mahalle mektebinde tahsil gördü, sonra da Kur’ân kursunda hâfızlığa başladı. Hıfzını bitirince, kıraat okudu. İcâzet alınca bir yandan imam-hatiplik yaptı, bir yandan da hâfız yetiştirdi. 1907’de Medine’ye hicret etti. 1958’e kadar Ârif Hikmet Kütüphânesi’nin hâfız-ı kütübü (kütüphâne memuru) oldu. Cumhuriyetin ilânından sonra maaşı kesildi. Fakat o, vazifesine aynen devam etti. 

 

Ehl-i takvâ, ehl-i ibâdet, sözüne ve işine sâdık, Kur’ân-ı Kerim âşığı, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âşığı bir zâttı. 

 

Onu yakînen tanıyanlar, hıfzının sağlamlığı hususunda; onun elli seneyi aşkın bir müddet Kur’ân-ı Kerîm’i yüzünden okumadığını, sürekli ezbere okuduğunu söylerler. 

 

Eğinli Hacı Hâfız Hasan Efendi, 1958’de Medine’de vefât etti. Kabri, Cennetü’l-Bakî‘dedir.

 

*

 

Eğinli Hacı Hâfız Hasan Hoca verdiği sözde ne pahasına olursa olsun duran bir insandı.

 

Bir keresinde bir Kur’ân merasimine davet edilmişti. Bir genç hâfızın «aşere takrib icâzeti merasimi». Hocaefendi, Şeyhü’l-Kurrâ olarak merasimi idare edecek, duâsını yapacak… Geleceğine dair söz vermiş. O gece sabaha karşı, Hocaefendi’nin altı yaşındaki küçük oğlu vefât etmiş. İcâzet merasimi öğleden önce yapılacak. Hoca, hanımına;

 

“–Çocuğun üzerini örtün, ben gelirim, inşâallah!” diyerek evden çıkmış. Ailesi; tabip getirecek, cenâzeyi yıkamak üzere gassal getirecek, sanmışlar. Hoca, merasimin yapılacağı eve gitmiş. Duâsını yaptıktan sonra müsaade istemiş. Ev sahibi;

 

“–Efendim, yemek yenilecek…” deyince;

 

“–Allah râzı olsun, Allah kabul etsin, ben duâ için söz vermiştim; yemeğe va‘dim yoktu. Sözümü icrâ ettim, duâ bitti. Şimdi kıraat icâzetini tebrik ettiğimiz gibi, inşâallah âlimiyyet icâzetini de tebrik ederiz… Benim acele işim var, eve gitmem lâzım.” cevabını vermiş. Israr edince açıklamak zorunda kalmış:

 

“–Bizim küçük mahdum; sizlere ömür, Allâh’a emânet ettik, vefât etti…”

 

“–Hocam, cenâzeyi bırakıp mı geldiniz?”

 

“–Cenâze benim oğlumdur. Bekler. Bir kişidir. Ama burada, diriler bekliyor… Bunca sene Medîne-i Münevvere’de, Peygamber-i
Zîşân’ın komşuluğunu yapmış Eğinli Hâfız da sözünde durmazsa, kimler durur sözünde?
 Öyle olsa; «Eyvah âhirzaman geldi, kimseye güven kalmadı!» demez misiniz? Şimdi gider, çocuğa ne gerekiyorsa yaparım…” Bunu duyan cemaat de hazır olan yemeği hemen acele yiyip Hoca’nın arkasından koşup gelirler. Cenâzeye bütün mahalle halkı katılır. İşte Hoca; böyle mert, böyle sözünün eri bir adamdı. (M. Ertuğrul DÜZDAĞ, Üstad Ali Ulvi KURUCU. Hâtıralar, II, s. 387-388)