NİCE CAN 3 PUAN ETMEZ Mİ?

Ali AĞIR aliagir70@gmail.com

 

Cenâb-ı Hakk’ın halîfesi olarak yaratılan insan, bu âleme imtihan için gönderilmiştir. İnsan, şuurlu olsa da olmasa da nefes alıp verdiği müddetçe çeşit çeşit sebeplerle sınanacaktır. İmtihanlar farklı farklıdır: Hastalık, açlık, acı, dert, varlık, yokluk, anne, baba, eş, çocuk, akraba, arkadaş… Herkesin hayatına bu sebeplerden biri veya birkaçı mutlaka uğrayacaktır.

 

Sınanma esnasındaki duygularımız, düşüncelerimiz ve tavrımız, bizim nasıl bir kulluk şuuru içinde olduğumuzun göstergesidir. Şayet başımıza gelen felâkete isyan ediyor, öfke dalgalarımız kabarıp kendimizden geçiyorsak imtihanı kaybettik demektir. Ancak bunun bir hikmeti olduğunu düşünüp sabrediyorsak, elbet güzel bir karşılığı olacaktır.

 

İnsanı, insan kılan özelliklerden biri de duygularıdır. Duygular; gönlümüzden yüzümüze, hâl ve hareketlerimize yansır. Bir insanın yüzünden ve hâlinden üzgün mü, öfkeli mi, şaşkın mı, sevinçli mi olduğunu anlamakta gecikmeyiz. Buna göre muhatabımıza yaklaşırız.

 

 Üzülmek de sevinmek de tabiî bir duygudur. Zaman, gün içinde nasıl sabah, öğle akşam gibi vakitlere bölünmüş, bu vakitlerin kendine mahsus farklılıkları varsa; insanın da farklı zaman dilimlerinde farklı duyguları yoğun bir şekilde yaşaması tabiîdir. 

 

 Çağımızın hastalıklarından biri de neye, ne kadar üzüleceğimizi; neye, nasıl sevineceğimizi bilememektir. Bu hastalık gün geçtikçe kökleşmekte, büyümekte ve tedavi edilemeyecek bir hâl almaktadır. 

 

İnsanın sudan bahanelerle depresyona girmesi, üzüntüsünün gün geçtikçe derinleşmesi, kendi canına kıyacak kadar şuurunun düğümlemesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Diğer taraftan tebessüm bile edilemeyecek hâdiselere çılgınlar gibi sevinmesi, sevincin şımarıklığa dönüşmesi bir hastalık değil midir?

 

İnsan; hâdiselere, Kur’ân ve Sünnet penceresinden bakmadığında, kendisini tuzağa düşürmek için bekleyen azgın nefsinin eline düşmektedir. Nefis de kendine düşeni yapmakta, âdeta insanın başına bir yular geçirmekte ve istediği yere ve yöne çekip götürmektedir. 

 

İnsanız, elbette üzülecek zaman zaman da sevineceğiz. Ancak her şeyin olduğu gibi bu duyguların da bir hududu olmalıdır. Bizi kendimizden geçirecek hâle getirmemeli, kulluğumuzun dengesini bozmamalıdır. İfrat ve tefritten uzak durup her hâlde olduğu gibi dengeyi muhafaza etmeliyiz. 

 

Hüzünler ve sevinçler, fânî olan bir hayatta ne kadar bâkîdir? Geçen ay üzüldüğümüz bir hâdiseye bugün üzülüyor muyuz yahut üç gün önce sevindiğimiz şeylere bugün de aynı şekilde sevinebiliyor muyuz? Şu soruyu kendimize sormamız gerekiyor: 

 

«Üzüldüğümüz veya sevindiğimiz hâdiseler, hakikaten bu kadar abartmaya değer mi?»

 

1999 yılında meydana gelen Düzce depreminde yüzlerce kişi yaralanmış, onlarca insan hayatını kaybetmişti. Kaybettiğimiz canlar için birçok insan gibi ben de üzülmüştüm. 

 

Bir sonraki hafta tuttuğum takım, rakip takıma mağlûp oldu. Yüreğime âdeta bir hançer saplanmıştı. Çok üzülmüştüm. Kaldığım yurtta kantine doğru ilerlerken televizyondan bir önceki hafta olan depremle ilgili kulağıma bazı sözler geldi. 

 

O an beynimde bir şimşek çaktı. Önceki haftayla bu haftaki hüznümü karşılaştırdım. Depremde umutlarını, hayallerini, evlerini, yakınlarını ve hayatlarını kaybeden insanlar için üzülmüştüm; ama yüreğimde bir deprem olmamıştı. Diğer yandan tuttuğum takım kaybedince yüreğimde kaç deprem olmuştu? Benim için; o kadar insan canının, 3 puan kadar değeri yok muydu? 

 

O gün saatlerce düşündüm. Kendimden utandım. Bizler neye üzülüp neye sevineceğimizi bilmiyorduk. Boş işlerle günümüzü geçirip gölgelerde mutluluk arıyorduk. O gölgeler de güneş batıp karanlığa gömüldüğümüzde kayboluyordu. Îmânî noktadaki zayıflığımız, bu tür durumlarda gün yüzüne çıkıyordu. 

 

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; en yakın destekçisi amcasını, hayat arkadaşı ve eşi Hazret-i Hatice’yi, çocuklarının biri hariç diğerlerini kaybetti. Hiçbir zaman kendini kaybetmedi. Hakk’ın bir imtihanı olduğunu bilip sabretti. 

 

Tâiflilerin İslâm’a girmemeleri, şahsına yapılan hakaretler, o mübârek vücuduna gelen taşlar canını yaktı ve O’nu hüzünlendirdi. Ancak Tâif dönüşünde üzüm bağında Addas’ın müslüman olması bütün hüznüne bir perde çekti ve O’nu sevindirdi. 

 

Şöyle bir düşünelim. Nelere üzülüp, nelere seviniyoruz? 

 

Arabamızın kaportasında çizilen bir yer için mi daha fazla üzülüyoruz, yoksa işkence altında inleyen onca din kardeşlerimizin çektiği acılara mı?

 

Evimizde birkaç senedir kullandığımız koltuğu değiştirmememiz mi bizim içimizi daha fazla acıtıyor, yoksa yırtık elbise ve ayakkabısız bir hâlde soğuktan korunmaya çalışan garipler mi?

 

Bir dizide sevdiğimiz bir karakterin rol îcâbı yediği kurşuna mı daha fazla gözyaşı döküyoruz, yoksa İslâm dünyasında bir hiç için öldürülen mâsumlara mı?

 

Bir pop sanatçısının konserine bilet bulduğumuzda mı çok mutlu oluyoruz; yoksa bir yetimin, ihtiyacını Rabbimiz’in bizim elimizle gidermesine mi? 

 

Çocuğumuz bir resim yarışmasında dereceye girdiğinde mi gönlümüz neşeyle doluyor, yoksa bir vakit namazı kıldığında ya da bir sûre ezberlediğinde mi?

 

Şampiyon olan takımımız için mi daha fazla seviniyoruz, yoksa bir hıristiyanın İslâm dinîyle şereflenmesine mi?

 

Misalleri çoğaltmak mümkün.

 

Asıl üzülecek ve sevineceğimiz yer âhirettir: 

 

Hesabımızı Allah -celle celâlühû-’ya verdikten sonra olacaktır. Kitabımızı sol yanımızdan alırsak vay hâlimize… Ancak sağımızdan alırsak sonsuz saâdete kanat açıp sevinç içinde cennetteki yerimizi alacağız.