TEK ÇARE HAZRET-İ PEYGAMBER (S.A.S.)

Nurten Selma ÇEVİKOĞLU nurtencevikoglu@hotmail.com

 

 

 

İnsanoğlu; maalesef hiçbir ahlâkî özellik ve güzelliğin öneminin kalmadığı, her türlü ahlâksızlığın ulu orta işlendiği, sapkın ilişkilerde dahî sınır tanınmadığı, neslin, aile ve toplumların alabildiğince ifsâd edildiği bir ortamda yaşıyor. İnsanlığın; eğlence, içki, uyuşturucu, kumar, fuhuş bataklığına sürüklendiği bir hayat tarzında, en güzel ahlâkî vasıfları üzerinde taşıyan; Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ahlâkî özelliklerine insanlığın bugün ne kadar çok ihtiyacı var. 

 

Çağın saklanan yanlışlıklarının ortaya döküldüğü, çirkinlik ve kötülüklerin artık gizlenemeyecek boyutta olduğu, üzüntü ve acıların yürekleri dağladığı, zulmün ayyûka çıktığı bir hengâmda, İki Cihânın Önderi, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın prensiplerine insanlığın ne kadar ihtiyacı var.

 

İnsan haklarının dibe vurduğu; insanların yaşama haklarının küstahça, cüretkârca elinden alındığı; en yeni ve en gelişmiş silâhlarla güçsüzlerin hunharca katledildiği bir acımasız dünyada yaşıyoruz. Ne yazık ki; adını koymaya dahî kelime bulamadığımız, barbar kātillerin ortalıkta gezindiği şu asırdainsanlıkta en önde gelen davranışları şahsında sergilemiş; O, En Kâmil İnsan, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a bugün ne çok ihtiyacımız var.

 

Şu çok açık ve net; bütün insanlığın kurtarıcısı, huzuru temin edici, yegâne şahsiyet; Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’dır. Bu böyle biline!

 

Sözüm ona(!) koca koca insanlar, koca koca(!) müslüman olmayan BM, NATO gibi kuruluşlar; Arap Ligi, İslâm İşbirliği Teşkilâtı gibi yapılar; aylardır Gazze’de cereyan eden, haydut devlet İsrail’in gerçekleştirdiği, soykırıma; «Dur!» diyemiyor, bir şey yapmıyor, yapamıyor. Kātil devletin arkasındakiler, onu destekleyenler; yanlı davranıyorlar, haksızlık yapıyorlar. Gazze’de bir avuç müslümanın üzerine, -âdeta bütün dünya- en güçlü silâhlarla geliyor. Nerede kaldı insanlık, hak-hukuk? Yazıklar olsun! İnsanlık bugün bitmiştir. Kimsenin konuşma hakkı kalmamıştır.

 

İşte böylesi bir menfî ortamda; insanlığın kurtarıcısı, Şâban ayının Sultânı Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı konuşmalı insan. Çünkü bugün insanlığın içinde bulunduğu bu çıkmazdan; ancak ve ancak İnsanlığın Efendisi, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın vahiy kokan prensiplerini öğrenip, yaşayarak çıkılabilir. Tek çare O’ndadır. Tek çözüm O -aleyhisselâm-’dır. 

 

Müslümanlar için mânevî hayatımızı güzelleştirecek, içinde bulunduğumuz mübârek üç aylar zemini, faydalanmasını bilene engin bir rahatlama imkânı sağlayacaktır. Kâinâtın mutlak sahibi Allah Teâlâ’nın ayı olan Recep ayının, huzur veren ikliminin hemen ardından gelen, Âlemlerin İncisi, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a tahsisli olan Şâban ayına eriştik, çok şükür. Rasûlullah -aleyhisselâm-’ın ayında; O’nu konuşmalı, O’nu yazmalı. Bilhassa bu Şâban ayı; sadece müslümanların değil, bütün bir insanlığın iç huzura kavuşmasına, rûhî sıkıntıların giderilmesine, ahlâkî bozuklukların düzelmesine vesile olsun inşâallah. Hakikî insanlık erdemlerini bizzat şahsında yaşayan Şerefli Nebî, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-’ın ayında; her türlü hak ihlâllerinin sona ermesi, adâlet ve toplum düzeninin tesis edilmesi, işkence-eziyet ve öldürmelerin bitmesi, bombalamaların durması için; İnsanlığın Kurtarıcı Rehberi, Şâban ayının kahramanı, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı tanımak, O’nun prensiplerini hayata geçirmek şarttır. İnsanlık için tek çare budur.

 

Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, insanlık geleceğinin yegâne umududur. Tüm insanlık O’nu tanımalı, O’nu bilmeli, O’nu öğrenmelidir. Şimdi dünya gündeminden seçtiğimiz özel başlıklarda, İnsanlığın Kurtarıcısı nasıldı? Ona bakmak istiyoruz efendim müsaadenizle:

 

İNSANLIKTA HAZRET-İ PEYGAMBER (S.A.S.) 

 

Bugün insanlığın yerlerde süründüğü bir devirde, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-; büyük mücadelelerle bize bıraktığı ulvî hayat tarzına, kudsî hakikatlere ve onların hayata geçirilmiş şekli olan sünnetlerine, aslında yalnızca müslümanların değil, bütün bir insanlığın ihtiyacı vardır. Günümüzde her zeminde, O Kudsî İnsanlık Rehberi’nin hayatının her karesinin, en ince detaylarına kadar tanınması, her husustaki kâmil davranışlarının ortaya konması, bilinmesi ve bildirilmesi gerekiyor. Peygamber -aleyhisselâm-’ın; toplum hayatının düzenlenmesine dair hedefi, insan itibarının ve insan huzurunun temini idi. Zira İslâm’da gaye insandır. Siyâsî oluşumlar ve diğer her ne varsa onlar da araçtır. Hattâ gönderilen İslâm haricindeki dinler, peygamberler ve huzurla yaşamak adına teşkil edilen siyâsî sistemler, yalnızca insanın mutluluğunu temin etmek adına birer araçtır.

 

Allah Teâlâ, Kâinat Kitâbı Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: 

 

“Biz, hakikaten insanoğlunu şan ve şeref sahibi kıldık. Onları, (çeşitli nakil vasıtaları ile) karada ve denizde taşıdık; kendilerine güzel güzel rızıklar verdik; yine onları, yarattıklarımızın birçoğundan cidden üstün kıldık.” (el-İsrâ, 70) 

 

İlâhî hakikatler ışığında, Peygamber -aleyhisselâm-; insana insânî değer ve ölçülerini hatırlatma hususunda, kendi şahsî davranışlarıyla, en güzel pratik örneklik oluşturmuştur. O zamana kadar, Araplar arasında pek yaygın olan köle-efendi, zengin-fakir, kadın-erkek, câhil-âlim nitelemesini uygun bulmamış, insanları makam-mevki ve statülerine göre değerlendirmemiştir. Hattâ öyle ki, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-; insanlık haysiyetine yaraşmayan, kölelere uygulanan hak ihlâllerinin kaldırılması ve onların huzuru adına köleleri satın alıp, hürriyetlerine kavuşturmuştur. Kâinâtın Efendisi -aleyhisselâm-; insan ayırımı yapmamış, onlarla oturmuş, sohbet etmiş, yemek yemiştir. Köleleri hür kadınlarla evlendirmiş, ehil oldukları işlerde onları çalıştırmıştır. Yani kölelere diğer insanlarla eşit muamele yapmıştır. O devirde bu ne asil davranıştır! 

 

Bugün Amerika’da beyaz adam konumunda olan Amerikalıların, siyâhî olan zencilere; «Pis zenci!» diye hitap ettiklerini, onlarla aynı toplu taşıma araçlarına dahî binmek istemediklerini biliyoruz. Zencileri hor ve hakir gören beyaz adam Amerikalılar, aramızda yaşıyor. Sömürge ülkelerinden olan bilhassa Fransa’nın; sömürdükleri Afrika ülkelerindeki siyâhî Afrikalıları, kendi ülkelerinde, sadece boğaz tokluğuna, o zavallı insanların sağlıklarını zorlayacak şekilde köle olarak çalıştırdıkları, bugün yaşanan bir vâkıadır. Bütün bunlara ilâveten; o zavallı insanları, sanki insan değilmiş gibi, Avrupa’ya getirip hayvanat bahçesinde, kafesler içine koyarak, tıpkı hayvanlar gibi diğer insanlara sergilediklerini biliyoruz. Bu durum; modern dünyaya yakışır bir durum mu, Hak aşkına!?.

 

Doğu Türkistan’da Uygur Türklerine, -bizzat ilk ağızdan dinlediğimiz- Çinli erkeklerin, müslüman kadınlara uyguladığı ahlâkî ölçüsüzlüklerde; 

 

“–Oğlum, senin annen yok mu? Bak ben senin annen yaşındayım.” dediğinde, Çinli asker; 

 

“–Sen insan mısın? Siz hayvansınız!” diyor. 

 

Değerlendirmeye bakar mısınız? Şaka gibi… 

 

Arakan’da çocuk ve kadın müslümanların yedi binden fazlasının yakılarak öldürüldüğü bir dünyada, insanlıktan bahsedilebilir mi? 

 

Yine, mukaddes Filistin yurdunda, lânetli kavim yahudilerin

 

“–Biz efendiyiz, siz ikinci sınıfsınız, kölesiniz!” dediklerini ve o muameleyi yaptıklarını biliyoruz. Filistinliler için; 

 

“–Siz insan değilsiniz, siz hayvansınız!” diyerek öldürdükleri müslümanların üzerlerine, bevl ettiklerine, bizzat ekranlardan şâhit olduk. Şu yirmi birinci asırda; maalesef insanlık, cidden acınası hâlde. Bu ne bağnazlık ve ne gözü dönmüşlük? İnsanlık ölmüştür, artık bu böyle biline!.. 

 

Hâlbuki İnsanlığın Efendisi Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-; hiçbir şekilde insanları ırk, renk, dil, bölge ve cinsiyetlerine göre asla ayırmamış, farklı özelliklere sahip insanları dahî değişik tasniflere tâbî tutmamıştır. Çünkü bütün insanlar, sonuçta Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ın soyundan gelirler. Kendilerindeki farklılıklar, sadece Cenâb-ı Hakk’ın irade ve takdiriyledir. Irk, renk, dil… değişik yöreden gelen farklılıklar, insanlar için bir aşağılama veya övünç vesilesi olamaz. Bu konuda Peygamber -aleyhisselâm-’ın buyruğuna bakalım: 

 

“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvâ, yani Allâh’a samimî bir şekilde bağlanmak iledir.” (İbn-i İshâk, [ö: 151/768], Sîretu İbn-i İshâk, Beyrut, 2009, s. 670-672) 

 

İlâhî ölçüler her zaman insânîdir. Günümüzde rezil insanların tâbî olduğu kanunlar da, pek tabiî ki rezilcedir. Bugün işlenen suçlar, çirkinlikler, kötülükler; insanlığın, insanlıkta sınıfta kaldığını gösteriyor.

 

İNSAN HAKLARI ve HAZRET-İ PEYGAMBER  (S.A.S.)

 

İnsan hakları, batı menşeli bir mefhum gibi görünüyor. Aslında bu mefhum, tamamıyla İslâm’ın özünde mevcut olan, hak ve hürriyetlerin ta kendisidir. «Ne demek insan hakları?» diye sorsak, cevap olarak deriz ki;

 

«İnsanın insan olması hasebiyle, sahip olması gereken haklarıdır.» Batılılar tarafından, uzun mücadeleler ve savaşların ardından, 1948’de Birleşmiş Milletler (BM)’de; «İnsan Hakları Evrensel Beyannâmesi» kabul edilmiştir. Hâlbuki, İnsanlığın Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-; bu hakları, tam 14 asır önce, insanlığa takdim etmiştir. 

 

İslâm anlayışında, insan; tertemiz, günahsız olarak dünyaya gelmiş, yaratılmışlar içinde en şerefli bir varlıktır. İnsanın kendisine, Cenâb-ı Hak tarafından tüm hak ve hürriyetler verilmiş, huzur ve mutluluk yolları gösterilmiş, bu yollarda yürüyenlere, en güzel mükâfatlar verileceği müjdelenmiştir. Bütün bunlar, insana verilen değeri anlatır. Allah Teâlâ, gökte ve yerde ne varsa eşsiz güzellikleri insanın hizmetine sunmuştur. 

 

“O; geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizin hizmetinize verdi. Yıldızlar da Allâh’ın emri ile hareket ederler. Şüphesiz ki, bunlarda aklını kullananlar için pek çok deliller vardır.” (en-Nahl, 12) 

 

“O, size istediğiniz her şeyden verdi. Allâh’ın nimetlerini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zâlim, çok nankördür!” (İbrâhîm, 34)

 

İnsanın sahip olduğu şeyler; canı, malı, nâmusu, haysiyeti, sağlığı dokunulmaz görülmüş, korunmuş ve yüceltilmiştir. (Vedâ Hutbesi) Şu muhteşem ölçüler başka nerede var?

 

Bilindiği üzere insana bahşedilen nimetler içerisinde en kıymetlisi, onun yaşama hakkıdır. İslâm’da bir insanın yaşama hakkı, bütün insanlara denk görülmüştür. Cenâb-ı Hak;

 

“İşte bu yüzdendir ki İsrailoğulları’na şöyle yazmıştık: «Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa bütün insanları öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa, bütün insanları kurtarmış gibi olur. Peygamberlerimiz onlara apaçık deliller getirdiler; ama bundan sonra da onlardan çoğu, yine yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” (el-Mâide, 32) buyuruyor. Hâl böyleyken; aylardır Filistin’de, Gazze’de öldürülen mâsum çocukları, kadınları, sivil insanları düşününüz! Ne büyük bir insanlık suçu işleniyor! Bir kere bu lânetli yahudiler ve arkasında onu ve yaptıklarını destekleyenler, bunca mâsum insanı öldürme hakkını ve yetkisini acaba nereden alıyorlar? Gerçek şu ki; bu dehşetli azgınlık ve zâlimlik karşısında, insan artık insanlığından utanır hâle gelmiştir. Yine diyoruz ki, eğer; insanlık her gün devamlı işlenen onca çirkinlikten, kötülükten, zâlimlikten kurtulmak istiyorsa, Son Dînin Son Peygamber’i Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ilâhî kaidelerine ve pratik uygulamalarına tâbî ve teslim olmalıdır. İşte hükümleri bildirdik; kim insânî kim hayvânî, her şey ortada!.. 

 

DÜŞÜNCE – İFADE HÜRRİYETİ ve
HAZRET-İ PEYGAMBER (S.A.S.)

 

İnsanı diğer canlılardan ayıran en bariz hususiyeti, onun konuşması ve düşünmesidir. Bu konuyla ilgili mukaddes Kitâbımızda, pek çok âyet-i kerîme vardır: 

 

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri kilitli mi?” (Muhammed, 24) 

 

“Andolsun, size içinde sizin için öğüt bulunan bir Kitap indirdik. Hâlâ akıllanmaz mısınız?” (el-Enbiyâ, 10) 

 

“Hâlâ Kur’ân üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?..” (en-Nisâ, 82) 

 

Hazret-i Kur’ân; akla, fikre, düşünceye çok önem verir.

 

Yüce dînimizde insanların fikir ve düşüncelerini ifade etme hakkı vardır. Şâban ayının sahibi, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-; 

 

“Her hak sahibinin söz söyleme hakkı vardır.” (Buhârî, Hibe, 2) buyuruyor. İki Cihan Sultanı -aleyhissalâtü vesselâm-, daima işlerini istişâre ile yapardı. Şerefli Kur’ân’da bulunmayan bir konu için ashâbının görüş ve fikirlerine başvururdu. (İbn-i Hişâm, Ebû Muhammed Abdülmelik [v. 218/833], es-Sîretü’n-Nebeviyye, I-IV, Beyrut, 2004, IV c, s. 171) Müslümanların; insanlara iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak gibi dînî bir vazifeleri vardır. Bu vazife, insanların başkalarına fikirlerini özgürce söyleyebildiklerinin göstergesidir. (Bkz. Müslim, Îmân, 78) Ancak bu durum; insanların, fikir hürriyeti adı altında mukaddes değerlere hakaret etmesini gerektirmez. Rabb-i Teâlâ;

 

“Mü’minler arasında ahlâksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere, dünyada ve âhirette can yakıcı azap vardır. Allah bilir siz bilmezsiniz.” (en-Nûr, 19) buyuruyor. 

 

DİN ÖZGÜRLÜĞÜ ve HAZRET-İ PEYGAMBER (S.A.S.)

 

Ne O’nun şerefli elçisi ne de yüce Kur’ân, hiçbir insanı, İslâmiyet’i seçmeye zorlamamıştır: 

 

“Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O hâlde kim tâğûtu (nefse, şeytana, Allâh’a ait olmayan şeyleri) reddedip Allâh’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.” (el-Bakara, 256) 

 

Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-, peygamberliği müddetince hem Mekke’de hem Medine’de tam yirmi üç sene boyunca, insanlara hiçbir şekilde kendi dînini dayatmamıştır. Dînî hükümleri yaşama hususunda da, asla kimseyi zorlamamıştır. O mükemmel insan; her zaman insanları iknâ yoluyla, sevgiyle, anlatarak, nasihatlerle dîne davet etmiştir:

 

“Yahudi ve hıristiyanlardan kim müslüman olursa, o mü’minlerdendir; onlara olan ona da vardır. Onlara lâzım gelen onlara da lâzım gelir. Kim Yahudiliği ve Hıristiyanlığı üzere kalırsa; o dinden çevrilmez, sadece cizye (vergi) vermesi gerekir.” (İbn-i Hişâm, c. IV, s. 326) buyuran Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın, o devirde Necrânlılarla yaptığı anlaşmadaki şu teminatlar, bugünün insanına ne büyük ölçüler veriyor; 

 

“Necranlılar ve tâbîleri için malları, din ve cemaatleri, kilise ve mâlik oldukları diğer şeyler hususunda, Allâh’ın himâyesi ve Muhammed’in teminatı vardır.” (Servet ARMAĞAN, İslâm Hukukunda Temel Hak ve Hürriyetler, Ankara, 1987, s.120) Nitekim tarih şâhittir ki, İslâm topraklarında kilise ve havralar hep korunmuştur. Ama şimdi zâlim, kātil İsrail’in; Gazze’de yerle bir ettiği camiler ve kiliseler vardır. Bu hâl, İsrail’in ne kadar küçük ve barbar fikirlere sahip olduğunu göstermeye yetiyor.

 

Tarih şu gerçeği kaydetmiştir ki; ecdâdımız fethettikleri yerlere din ve vicdan hürriyetini götürmüş, orada önceden yaşayanların inançlarına, kültür-örf ve âdetlerine asla baskı yapmamıştır. Herkes dînî inanç ve âdetlerini, büyük bir serbestiyet içinde îfâ etmiştir. Ecdâdımız yöre insanlarının dillerini, dinlerini, örf-âdetlerini hattâ isimlerini bile değiştirmedikleri bilinen bir gerçektir.

 

Ancak bugün Filistin’de yaşanan ibretlik hâdiselere baktığımızda, lânetli yahudiler; hem Filistinli kardeşlerimizin topraklarını işgal etmişler hem de oraların asıl sahiplerine, o gün bugündür olmadık zulümlerle, işkencelerle eziyet etmişlerdir. Hapislere doldurdukları onca insana, insanlık şeref ve haysiyetine sığmayan eziyet ve işkenceler yapmışlardır ve hâlâ da yapmaktadırlar. Gazze’de ve Filistin’in diğer bölgelerinde; eşi görülmemiş soykırımlar icrâ edilirken, tüm insanlık; ölümlere, zulümlere ses çıkarmamakla, bu büyük vahşete ortak olarak, dehşetli bir insanlık suçu işlemektedirler.

 

«Tarih tekerrürden ibarettir.» denir; geçmişte Osmanlı bakiyesi olan bu küçük devletleri sömüren, bugün ise bir numaralı «hümanist» geçinen pek çok ülke, sömürdükleri ülke insanlarının, kendi dillerini kullanmalarına dahî müsaade etmeyerek, yöre halkına yalnızca Fransızca ve İngilizce konuşmayı dayatmışlardır. Hâlbuki Osmanlı, fethettiği yerlerde; «Osmanlıca konuşacaksın, Türkçe konuşacaksın!» diye hiçbir şekilde dayatma yapmamış, bölge insanlarını dil, din ve kültürde özgür bırakmıştır. 

 

Ecdâdımızın azınlıklara uyguladığı kaidelerle, batılıların azınlık haklarının mukayesesi dahî yapılamaz. Yahudiler, Filistinlilerin memleketlerinde azınlık iken, zorbalık ve zulümlerle onları azınlık durumuna düşürmüş, hattâ azınlıkların haklarını bile vermemişlerdir. Bu nasıl çarpık bir mantıktır? Osmanlı’da gayr-i müslimler; hukukî problemlerini kendileri çözerler, askerlik yapmaz, savaşlara gitmezlerdi. Adâlet ve güven içinde yaşarlar, sadece devlete vergi (cizye) verirlerdi. Bir de bugüne bakın! Filistinli müslümanlar kendi vatanlarında, esir ve tutsak olarak yaşıyorlar. Evleri başlarına yıkılıyor hattâ alçak İsrail, Filistinlilerin vatanlarını işgal ettiği gibi evlerini de işgal ederek, oraya kendileri konuyor, evin asıl sahiplerini kovuyor, tarlalarındaki zeytin ağaçlarını söküp Filistinlilerin geçim kaynaklarını yok ediyor, bombalarla her türlü mekânları, tarihî birikimleri yıkıp, yakıyor. Günlerdir, aylardır, bebekleri, çocukları, kadınları, engellileri, yaşlıları ve dahî sivilleri acımasızca katlediyorlar. Dertlere derman, sadra şifâ, ilâhî adâletin gerçek temsilcisi şanlı Rasûl -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hak prensiplerine bugün bütün insanların nasıl ihtiyacı olduğu çok açıktır.

 

ADÂLET ve HAZRET-İ PEYGAMBER  (S.A.S.)

 

Doğru olmak, dengeli davranmak, hakkı yerine getirmek anlamlarında kullanılan adâlet; insan ve toplum ilişkilerinin sağlıklı bir şekilde sürmesi için şart olan bir mefhumdur. Tersi ise, bugün adını sıkça duyduğumuz; icraatların sadece seyredildiği, zulümdür. Bilindiği üzere; haksızlık, hak tanımazlık, sınırı aşmak ve günah işlemek zulümdür. Toplumu ayakta tutan, sosyal dengeyi sağlayan, insanı huzurlu kılan adâletten sapmak asla doğru değildir. İnsanlara en önce yerleştirilmesi gereken önemli bir özellik «vicdan»dır. Kişiyi adâletli kılan vicdanıdır. Bu hayâtî konu, mukaddes Kitâbımızda çok geçer. Cenâb-ı Hak, kendi Zâtının âdil olduğunu, dünya ve âhirette herkese adâletle muamele edeceğini bildirmiştir. (Bkz. Yûnus, 47; ez-Zümer, 67)

 

En kâmil davranışlarıyla, insanlığı kendine hayran bırakan, Hazret-i Peygamber -aleyhisselâm-; 

 

“Suç işleyen kızım Fâtıma dahî olsa cezalandırırım.” (Buhârî, Enbiyâ, 54, Meğâzî, 53, Hudûd, 11, 12; Müslim, Hudûd, 8, 9) hadîsiyle adâlet anlayışını tüm netliğiyle ortaya koymuştur. Adâlet hususunda titizlik gösterilmesini isteyen Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-; 

 

“Kimseye zulmedilmemesini, zulme uğrayanın bedduâsından sakınılmasını istemiş. Çünkü onun duâsının kabul edileceğini” belirtmiştir. (Bkz. Buhârî, Mezâlim, 9, 35) 

 

Başka bir hadislerinde; 

 

“Birisinin hakkına tecavüz ederek ona zulmetmiş kişinin, hak sahibiyle hesaplaşmadıkça cennete giremeyeceğini” beyan etmiştir. (Bkz. Müslim, Îmân, 302)

 

Şu muhteşem ölçüler; Şâban ayının kahramanı, Kâinâtın Sultanı Peygamber -aleyhisselâm-’ın ölçülerinin âlemşümul olarak, bütün insanlığı kapsadığını gösteriyor. Bir de bugünkü dünyanın ölçülerindeki adâletsizliğe bakın. Yaşadığımız şu utanılası dünyada; ne yazık ki, her türlü adâletsizlik kol geziyor. Zulümler hiç durmadan artarak devam ediyor. İnsanlığı kimselere bırakmayan, sözde insancıl devletler, İsrail’in sergilediği dehşeti-vahşeti yalnızca seyrediyor hattâ destek oluyor. Zâlim İsrail, topraklarını işgal ettiği Filistinlilere yapmadık zulüm bırakmadı. Son günlerde artık bankaları, döviz bürolarını, kafeleri basarak Filistinlilerin paralarını da çalmaya başladı. Meşrû müdafaa diye girdiği Gazze’de, kendi gördüğü muamelenin otuz mislini yaptı. Bu mu onların adâleti? Yazıklar olsun. Konu yazmakla bitmeyecek!.. En iyisi biz, İnsanlığın Efendisi’nin ayı olan Şâban ayından herkese en kâmil istifâdeler diliyoruz, efendim. Şu güzel ayda şefaatine erişmek duâsıyla En Güzel’e emânet olunuz.