MÎRÂCI İLK O DİNLEDİ

Abdullah Mesud HIDIR mahidir@gmail.com

 

Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ-; Ebû Tâlib ve Fâtıma bint-i Esed’in kızı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amca kızıdır. İslâmiyet’i kabul etmesine rağmen, müşrik kocasından korktuğu için, Mekke’nin fethine kadar bunu açığa vuramadı. Çocuklarına düşkünlüğü sebebiyle, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in methine mazhar oldu. Rivâyet ettiği kırk altı hadisten yirmi dördü Müsned’de geçmektedir.

 

*

 

Ümmü Hânî -radıyallâhu anhâ- Hicret’ten on sekiz ay önce vukû bulan mîrac mûcizesini şöyle anlatır: 

 

“Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece -Allâhu a‘lem Receb-i şerîfin yirmi yedinci gecesi- benim evime teşrif buyurmuşlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gece ibâdetini yaptı. Namazını kıldı ve yattı. Biz de yatıp uyuduk. Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana; 

 

«–Ey Ümmü Hânî! Ben bu gece Rabbime ibâdet ettikten sonra yattım, uyudum. Gece yarısı beni uyandırdılar. Burak’a bindirildim. Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya vardım. Daha sonra semâvâta, Beyt-i Mâmûr’a, Levh-i Mahfûz’a, Sidre-i Müntehâ’ya, Arş-ı A‘lâ’ya, Kābe kavseyni ev ednâ’ya çıktım. Şimdi sabah ibâdetini sizinle beraber edâ ettim.»buyurarak Mîrac mûcizesini anlattı. Sonra gidip dışarıdaki kimselere; bunları, yani bana söylediklerini beyan ve ilân etmek üzere kalktı. Ben derhâl Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in beyaz ve güzel entarisinden çektim ve; 

 

«–Ey Allâh’ın Nebîsi! Sakın, bana bu söylediklerini herkese söyleme. Sonra Sen’i tekzip ederler ve Sana ezâ ederler.»dedim. 

 

«–Yâ Ümmü Hânî! Rabbime yemin ederim ki ben bunları halka söyleyeceğim. Ben bunları ilân etmekle mükellefim.»buyurdu. Ben Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazretleri’nin ahlâkını, yani hiç kimseden pervâ etmediğini bildiğim için, Habeşli câriyeme emir verdim; 

 

«–Git, bak. Halk, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e nasıl muamele edecek?»dedim. Fahr-i Âlem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çıktı. Mîrac mûcizesini herkese ilân etti. Halkın bir kısmı tasdik etti, bir kısmı ise reddetti.” (Cemal ÖĞÜT, Mîrac Risâlesi)

HAYIRLI NESİL HELÂLLE GELİR

 

Beşinci râşid halîfe unvanlı Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, 680’de Medine’de doğdu. Babası Mısır valisi Abdülaziz bin Mervan, annesi Hazret-i Ömer’in torunu Ümmü Âsım’dır. Hicaz valiliğine tayin oldu. Ardından 717’de halîfe oldu. İdarede istişâreye ehemmiyet verir; adâleti, iyiliği ve merhameti en önde tutardı. İki senelik idare müddeti, asr-ı saâdetten bir devirdi. Tevâzuu, takvâsı ve «haşyetullâh»ı eşsizdi. 

 

Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, 10 Şubat 720’de Humus’a bağlı Deyr­sem‘ân’da vefât etti. Kabri, Suriye/İdlib’dedir.

 

*

 

Mukātil bin Süleyman, hilâfetine bey‘at edildiği gün Mansûr’un yanına girdi. Halîfe Mansûr, ona dedi ki: 

 

“–Ey Mukātil! Bana öğüt ver.”

 

“–Gördüğümle mi yoksa duyduğumla mı öğüt vereyim?”

 

“–Gördüğünle!”

 

“–Ey mü’minlerin emîri! Ömer bin Abdülaziz’in on bir çocuğu vardı. Ölürken on sekiz dinar para mîras bıraktı. Beş dinara kefenlendi, dört dinara kabir satın alındı, geri kalan tereke de çocuklarına dağıtıldı. 

 

Hişâm bin Abdilmelik’in de on bir çocuğu vardı. Her bir çocuğunun terekeden payı, birer milyondu. 

 

Allâh’a yemin ediyorum, ey mü’minlerin emîri! 

 

Bir gün, Ömer bin Abdülaziz’in çocuklarından birini gördüm: Allah yolunda cihâd için yüz at tasadduk ediyordu. 

 

Hişâm’ın oğullarından biri de çarşı-pazar dileniyordu.” (Tefsirü’ş-Şa’râvî, VI, 421)

DOST MECLİSİNDE KOYU SOHBET

 

Hasan el-Bennâ, 17 Ekim 1906’da Mısır’da doğdu. Medrese tahsilinden sonra yüksek tahsil gördü. İçinde bulunduğu içtimâî hayattaki yanlışlara kayıtsız kalmayarak; daha öğrenciyken, hakkın ve hakikatin yanında, yanlışın karşısında durdu. 1928’in Mart ayında müslüman gençlik hareketi olan «İhvân-ı Müslimîn»’i kurdu. Gitgide güçlenen, Mısır’ın dışında da mâkes bulan bu teşkilât, türlü engellemelere maruz kaldı. O ise; 

 

Sağ elimizde Kur’ân, sol elimizde Sünnet ve önümüzde de sahâbe uygulaması güneş misâli parıldarken, bundan vazgeçecek değiliz!” diyerek dâvâsında kararlılığını gösterdi. 

 

Başta Filistin dâvâsı olmak üzere birçok alanda, müslümanların izzet ve şerefi için mücadele verdi. 

 

Ne var ki kirli eller, Hasan el-Bennâ’yı 12 Şubat 1949’da şehîd etti. Kabri, Mısır’dadır.

 

*

 

1946’da Hasan el-Bennâ ve kardeşleri hac için Arabistan’a geldiğinde Ali Ulvi KURUCU da Medine’de onlara katılır. Davet üzerine gittikleri bir hurma bahçesinde hep beraber çay içerken, Hasan el-Bennâ ezandan bahis açarak şunları söyler: 

 

“–Efendiler, bir ezanı düşünün bir de kiliselerin çanını. Çan sesi; demirden çıkan bir ses, ne sözü var, ne özü. Sadece bir gürültü! Bir saatin çalması gibi sadece vakti bildirir. İslâm’ın ibâdete davetinde ise bir mânâ var. Öyle bir mânâ ki; mü’minleri önce îman birliğine, gaye birliğine, mânâ birliğine, vahdete çağırıyor. Ezanın kudsiyeti büyüktür. Ezan, kendi başına bir ibâdettir.” 

 

Bunları işiten Ali Ulvi KURUCU, mevzuyu İstiklâl Marşımıza getirir ve marşta ezandan bahsedildiğini söyler. Üstüne bir de ilgili kıtayı tercüme eder. Bennâ da; 

 

“–Marş kimindir?” diye sorunca; 

 

“–Muhammed Âkif Bey…” cevabını alır. Bennâ, Âkif Bey’i tanıdığını ve onun asil bir insan olduğunu söyler. 

 

Çay sohbeti İslâm âleminin mevcut durumu üzerine yapılan konuşmalarla devam ederken, söz hilâfetin kaldırılmasına gelir. Hasan el-Bennâ da; 

 

«Bu işleri bizden daha iyi bilir.» dediği, Osmanlı ordusunda gönüllü olarak vazife yapmış ve Çanakkale Savaşı’nda bulunmuş olan Filistin müftüsü Emin el-Hüseynî’den dinlediklerini anlatarak; 

 

“–Birinci Cihan Harbi ne şunun ne de bunun için yapılmıştı. Bütün maksat Osmanlı Devleti’nin yıkılması, hilâfetin kaldırılması, müslümanların başsız bırakılarak parçalanıp paylaşılmasıydı. Hıristiyan devletler, İslâm memleketlerini bir daha toparlanamaz hâle getirmek ve istedikleri gibi işgal etmek veya işgallerini sürdürebilmek, böylece sömürebilmek için bu savaşı başlatmışlardır.” der ve ardından duygularını ekler: 

 

«Hilâfetin ehemmiyeti yoktur, müslümanlara faydası olmaz, zaten öteki müslümanlar Osmanlı halîfesini dinlemiyorlardı.» diyenler nerede; hiç görmediği İstanbul’da yok edilen hilâfet makamı için; Medine’de, Hindistan’da gözyaşı döken hâlis müslümanlar nerede!”

EN BÜYÜK ESER: YETİŞMİŞ NEFER

 

Asıl adı Mehmed Şemseddin olan Akşemseddin Hazretleri, 1389 yılında Şam’da doğdu. İlk tahsilini babasından aldıktan sonra, Amasya ve Osmancık medreselerinde eğitim gördü. Tıp ve eczacılık ilminde derinleşti. Devrin mürşid-i kâmillerinden Hacı Bayrâm-ı Velî’ye intisâb etti. Seyr u sülûkunu tamamlayınca irşâda ve kitap te’lifine başladı. II. Murad Han’ın arzusu üzerine Şehzâde Mehmed’in eğitimini üstlendi, onu fethe hazırladı. En zor zamanda dahî duruşundan taviz vermeyerek Sultan’ı fethe teşvik etti. Fethin gerçekleşmesiyle İstanbul’un mânevî fatihi oldu. 

 

Akşemseddin Hazretleri, 1459 senesinin Şubat ayında vefât etti. Kabri, Göynük’tedir.

 

*

 

Akşemseddin Hazretleri, daha gençlik yıllarında Şehzâde Mehmed’i vakit vakit huzûruna çağırarak;

 

“–Yâ Muhammed! Senin Peygamber’in yalan söyler mi?” diye sorar. Fatih mürşidinin huzûrunda el pençe dîvan vaziyette;

 

“–Söylemez efendim!” der. 

 

Akşemseddin bu sefer; 

 

“–Sen ne duruyorsun öyleyse? İstanbul’u fethetme kabiliyetini ben sende görüyorum!” diyerek Fatih’i teşvik eder. Fatih o hâle gelir ki; 

 

“–Ya ben İstanbul’u alacağım ya İstanbul beni!” sözü diline pelesenk olur.