On Âyet-i Kerîmede Hulâsa Edilen; FİRDEVS YOLU

Sami GÖKSÜN

 

Kulun Allâh’a yakınlığı, durup dururken olmaz. Birtakım ameller işleyerek bu yakınlaşma gerçekleşir. Bu amelleri de; Rabbimiz’in emir ve yasaklarından, beşerî münasebetlerden, insan hakları ve hukukundan, kıssalardan müteşekkil Kur’ân-ı Kerim ve Peygamberimiz’in sünnetinden öğreniyoruz. 

 

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- anlatıyor:

 

“Bir gün Peygamberimiz’in şöyle buyurduğuna şâhit oldum;

 

«Bana on âyet indirildi. Kim onların gereğini yaparsa, cennete girer.» dedi ve Mü’minûn Sûresi’nin ilk on âyetini okudu.” (Tirmizî, Tefsîr, 23:1)

 

Bu âyetler, mü’minlerin dünyada huzurlu ve mutlu olacaklarına ve âhirette de kurtuluşa ereceklerine dair Allâh’ın verdiği bir müjdedir. Yüce Rabbimiz, bu va‘dinden ve sözünden asla dönmez.

 

Yüce Rabbimiz’in kendileri hakkında bu müjdeyi verdiği ve daha nice iyilikler va‘dettiği mü’minler kimlerdir? Böylesi müjdeleri, güzellikleri hak eden mü’minleri Allah Teâlâ bize şöyle anlatıyor. 

 

“Onlar ki, namazlarında huşû içindedirler…” (el-Mü’minûn, 2)

 

Cenneti hak eden mü’minlerin ilk güzelliği; namazlarındaki hâllerine hassâsiyet göstererek huşû içinde olmalarıdır.

 

Namaz kılan kimse; Allâh’ın huzûrunda olduğunu bilerek, kendini sadece namaza verir ve namaz dışındaki her şeyi kalbinden çıkarmaya çalışır. O’nun huzûrunda olduğunun farkında olarak namaz kılmaya çalışır. İşte o zaman; namaz kılan insan, kıldığı namazdan zevk alır ve huzur bulur. Kalbini her türlü havâtırdan, vesveseden arındırır. Böylece; günahların kalpte oluşturduğu lekeler silinir, cilâlanır, musaffâ hâle gelir. Böylece insan, Rabbi ile baş başa kalır, o anda Allah’tan ve O’nun değer verdiklerinden başka her şey yok olur. 

 

Cenâb-ı Hakk’ın yüceliği karşısında ibâdetlerini hakkıyla yerine getiren mü’minlerin durumu;

 

“Onlar ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler…” (el-Mü’minûn, 3) âyetiyle ifade edilmiştir. 

 

Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu hususta şöyle buyurmuştur:

 

“Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi terk etmesi, kişinin iyi müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd, 11. Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Fiten, 12)

 

Müslüman; boş sözlerden, gereksiz düşünce ve davranışlardan kaçınmalıdır. Çünkü kelimeler, sözler, cümleler ağızdan çıktıktan sonra kaybolmuyor; tam tersine amel defterimize kaydoluyor. Mü’min; vaktini faydasız işlerle, kalbini ve diğer organlarını kötülüklerle meşgul etmez.

 

Çünkü müslümanın; inanmak, Allâh’ı zikretmek, O’nun yüceliğini tefekkür etmek ve âyetlerini anlayıp kavramaya çalışmak gibi sorumlulukları vardır. Helâl yoldan kazanıp helâle harcamak, kısaca geçimimizi helâl olarak gerçekleştirmek; ibâdet etmek; emr-i bi’l-mâruf nehy-i ani’l-münker yapmak (iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak); toplum hayatımızı bozulmaktan korumak; şeytanın ve düşmanların tuzaklarına karşı uyanık olup tedbirleri almak gibi daha birçok sorumluluklarımız vardır. Bunlar hiçbir zaman bitmez ve ömrümüzün sonuna kadar devam eder.

 

Bu sebeple insan; bütün gününü ve zamanını hayra ve hayırlı şeylere harcayıp, gereksiz şeylerden uzak durmalıdır. Ömrü gereksiz şeyler uğruna, boşu boşuna, hevâ ve heves, oyun ve eğlence ile israf etmek yerine; vazife ve mes’ûliyetlerini tam olarak yerine getirmeye gayretle geçirmeye çalışmalıdır. 

 

“Onlar ki zekâtı (verme, ehlini bulma hususunda) faaldirler…” (el-Mü’minûn, 4)

 

Müslüman; yüce Yaradan’a yönelip hayatta boş şeyleri yapmaktan kaçındıktan sonra, zekât ile kalbini ve malını temizler. Kalbini; cimrilik, bencillik ve şeytanın fakirlik korkusuyla verdiği vesvese gibi kötülüklerden arındırır.

 

Fakirin ve muhtacın hakkını vererek malını korur, onun bereketlenmesini ve çoğalmasını temin eder. Ayrıca mü’min; malından zekât vererek, Allâh’ın rızâsını kazanmak için gayret eder. Helâl yoldan kazanmaya ve kazandıklarını infâk etmeye çalışır. 

 

“Onlar ki iffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5)

 

Mü’min, zihnini ve dilini boş söz ve düşüncelerden uzak tutarak kalbini temizler. Zekât vererek malını temizler ve iffetli olarak da; nefsini, yuvasını, ailesini ve çevresini hayâsızlıktan korur. İffetinin gereği olarak, başkalarına el açmaktan sakınır. Şehvet ve arzuların, hevâ ve heveslerin sınır tanımadan başını alıp gittiği bir toplumda; ailenin güvenliği ve dokunulmazlığı tehlikeye düşer. Hâlbuki aile, toplum binasını oluşturan ilk ve temel yapıdır.

 

Çocuklar ise Allâh’ın anne-babalara ihsân ettiği emânetlerdir. Çocuğun doğup büyüdüğü, ilk eğitimini aldığı yer ailedir. Bu sebeple çocukların güzel terbiye alması, huzurlu ve mutlu bir aile yuvasının olmasına bağlıdır. Anne-baba; iffet, sevgi ve şefkat gibi ahlâkî ölçülere uyarak çocuklarına örnek olurlar. Böylece aile güvenliği sağlanır ve huzurlu bir yuvaya dönüşür. Nitekim Cenâb-ı Hak;

 

“Ancak zevceleri ve ellerinin sahip olduğu (câriyeleri) hariç. (Bunlarla münasebetlerinden dolayı) kınanmış değillerdir.” (el-Mü’minûn, 6) buyurarak aile yuvasının sağlam temeller üzere kurulmasını emretmiştir. 

 

Fıtratı gözeten dînimizde, evliliğe, muharref Hıristiyanlık’ta olduğu gibi soğuk bakılmaz. Evlilik saâdeti kınanacak bir şey değildir. Muharref Hıristiyanlık’ta ise, evlilik nefsine hâkim olamayanlar için bir ruhsattan ibaret görülmüş, bilhassa Katoliklerde papazlar ve keşişlerin evlenmemesi esas olmuştur. Lâkin fıtrata aykırı bu tutum gerek din adamları arasında gerek toplumda son derecede menfî hâllere yol açmıştır. 

 

“Şu hâlde kim bunun ötesine (nikâhın, helâlin ilerisine, harama) gitmek isterse; işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.” (el-Mü’minûn, 7)

 

Allâh’ın koyduğu sınırların dışına çıkanlar ve evlilik dışı ilişkilerle iffetlerini kirletenler, hem haram işlemiş hem de ailenin ve neslin güvenliğini tehlikeye atmışlardır. Sınırı aşan bu kişiler; aile ve toplumda sebep oldukları hayâsızlıklarla, iffet ve namus gibi değerlerin yok olmasına zemin hazırlamışlardır. 

 

Âyetin üslûbu, cinsî sahada evlilik dışında akla gelebilecek bütün kötü yolları kapatmıştır. 

 

Ailemiz, çocuklarımız, iffetimiz, canımız, malımız, aklımız ve bedenimiz gibi pek çok şey, bize bu dünyada verilen bir emânettir. 

 

“Yine onlar (o mü’minler) ki, emânetlerine ve ahidlerine riâyet ederler.” (el-Mü’minûn, 8) âyetiyle Allah Teâlâ bu emânetleri gereği gibi korumamız lâzım geldiğini ifade etmiştir. 

 

Misal olarak; 

 

Hayâsızlıktan uzak durarak, haysiyetimizi; 

 

İçki ve uyuşturucu gibi maddelerden uzak durarak, aklımızı, 

 

Sigara, aşırı hız ve benzeri tehlike ve zararlardan canımızı ve bedenimizi,

 

Kumar, faiz vb. günahlardan korunarak malımızı korur ve bize emânet olan bu değerlere sahip çıkmış oluruz. 

 

•Korumak maksadıyla insanların birbirlerine verdikleri para, eşya birer emânettir.

 

•Memuriyet yoluyla olsun, seçim yoluyla olsun üstlenilen vazifeler birer emânettir.

 

•İşimiz gereği istifademize sunulan araçlar, âlet ve eşyalar birer emânettir. 

 

•Dostların birbirlerine anlattıkları sırlar da birer emânettir. 

 

Bir de hepimizin omuzlarındaki içtimâî, umumî, büyük emânetler var:

 

Kur’ân ve Sünnet de bize Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emânetidir. 

 

Vatan, bayrak, ezan ve hudut bize bu toprakları bırakan ecdâdımızın emânetidir. 

 

Vakıflar, tarihî eserler, camiler ve kurslar onları bina edip bize tevdî eden hayırseverlerin emânetidir. 

 

Mü’minler kendilerine verilen bu emânetleri de gereği gibi koruyarak, insanlar arasındaki güven duygusunun artmasına katkıda bulunur. 

 

Mü’minler verdikleri sözlerin gereğini yerine getirirler. Yalan söylemezler, insanları aldatmazlar. Yerine getiremeyeceği sözler vermezler. Yaptıkları anlaşmalara sâdık kalırlar. Bütün bunlar; mü’minleri, münafıklardan ayıran özelliklerdir. 

 

Peygamber Efendimiz bu hususta şöyle buyurmuştur:

 

“Münafığın alâmeti üçtür:

 

Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, kendisine bir şey emânet edildiğinde hıyânet eder.” (Buhârî, Îmân, 24; Müslim, Îmân, 107-108)

 

Emânet hususunda olduğu gibi ahitler bâbında da derin düşündüğümüzde, Rabbimiz’le olan ahdimizi de düşünmemiz gerekir. «Kālu belâ» dediğimiz elest bezminde Rabbimiz’e kulluk sözü verdik. O sözü yerine getirmemiz îcâb eder. Kelime-i şahâdetle, Rabbimiz’e samimî bir abd, Efendimiz’e sâdık bir ümmet olma ahdinde bulunduk. Özümüzü, ahlâkımızı, davranışlarımızı o söze sâdık eylememiz lâzımdır. 

 

Sözünü verdiğimiz o vazifelerden biri ve en önde geleni namazdır. Münafıklar namaza kalktıkları zaman üşenerek kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar, fakat mü’minler…

 

“Ve onlar ki, namazlarına devam ederler.” (el-Mü’minûn, 9)

 

Tembellikten dolayı namazlarını geçirmezler ve namazı kılma hususunda ihmalkâr davranmazlar. Namazı vaktinde kılarlar, farz ve rükünlerine riâyet ederler. 

 

«Namazı muhafaza» hâlinin işârî tefsiri, iki namaz arasında da namazdaki huşû hâlini koruyabilmektir. 

 

Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:

 

“Âşığa beş vakit namaz yetmez. Beş yüz bin vakit ister.”

 

“Gerçek âşık, vuslatın bitmesini hiç ister mi?”

 

“Öyle bir namaz kıl ki, hiç bitmesin.”

 

Burada; başta ve sonda Rabbimiz namazı gündemimize getiriyor. Bu da namazın, îmânı korumak için, dünyada ve âhirette felâha kavuşabilmek için ne kadar mühim olduğunu göstermektedir. Yukarıda sayılan özelliklere sahip olan mü’minler var ya;

 

“İşte, asıl bunlar vâris olacaklardır.” (el-Mü’minûn, 10)

 

Firdevs cenneti; yok olmanın söz konusu olmadığı, sonsuzluk ve güven yurdudur. Firdevs cennetinin mîrasçıları devamlı orada kalacaklardır. Yüce Allâh’ın mü’minler için va‘dettiği en güzel müjdelerden biri budur.

 

Burada vâris olmak tabiri dikkat çekicidir:

 

Dînimizin emirleri ve yasakları aslında hep bizim faydamızadır. Dâimâ bizi tehlikelerden koruyan, olgunlaştıran, kemâle erdiren hususlardır. Yani zaten yapmamız gereken şeylerdir. Böyle olduğu hâlde, bunları yaptık diye bir de ebedî cennetle mükâfatlandırılıyoruz. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu ikramına mîras benzetmesini yapmakta. İnsan mîrâsa bir gayret göstermeden eriştiği gibi, cennetlere de aslında insanlık vazifelerimiz olan, vefâlı bir kulluğun gereği olan esasları yerine getirerek kolayca nâil olabiliriz. Yeter ki nefsimize uymayalım, şeytana kanmayalım.

 

Rabbim bizi Firdevs cennetinin vârisleri eylesin.