MEVLÂNÂ HAZRETLERİ’NİN ÖLÜME BAKIŞI
Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com
“İnsan nedir?” suâline Hâfız-ı Şîrâzî şöyle cevap veriyor:
“Bir damla kan, bin bir endişe.”
Toprak ve sudan hayat bulan insan; vicdan ve yüreğiyle, yüklendiği emânet ile sadece tenden ibaret değildir. İnsanda ötelere ait mânevî hâller, yüreğinde ötelere ulaşmaya istîdatlar vardır. Rûhunda Rabbine vuslata kabiliyet vardır. Şeyh Gālib’in ifade ettiği şekli ile:
Bir şûlesi var ki şem‘-i cânın,
Fânûsuna sığmaz âsumânın…
“İnsandaki ruh kandilinin öyle bir alevi var ki; bu fânî âlem onu ihâta edemez, başka bir âleme taşar.”
Bütün mahlûkatın emrine verildiği insan, yeryüzünde Rabbin halîfesidir. İlâhî nefhaya mazhar, ahsen-i takvîm üzere yaratılarak bütün yaratılanlardan üstün olmuştur. Eğer nefsine ve şeytana uyarsa, dünyanın süsüne ve oyununa kapılırsa; esfel-i sâfilîne yuvarlanması da mümkündür. İnsanın bedeni toprak ve su; rûhu ise, üflenen ilâhî nefhadır. İnsanın bu özelliklerini çok iyi tanıyan Hazret-i Mevlânâ; onun, rûhunu ötelere yöneltmesini arzu eder:
“Ey can! Sende, bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir hayat vardır.”
Her şeyin, Allah tarafından takdir edilen bir ömrü vardır. Bunun ne zaman ve nerede başlayacağı, ne zaman ve nerede son bulacağı bizim için meçhuldür. İnsanlar, devletler, sistemler, fikirler… hâsılı yaratılmış ne varsa, bir gün bu dünya âlemine vedâ eder.
Yalnız bir gerçek var ki bu vedânın dışında kalmaktadır:
«İlâhî muhabbet»
Yaratılan ne varsa muhabbetle yaratıldı. Bu muhabbetle varlık sahnesine geldi. Kim ki bu muhabbetten hisse almış, cesedini bu muhabbetle yoğurmuşsa; öldükten sonra da hayırla yâd edilen bir adı ve eserleri kaldı. Yaşadığı dönemden belki çok daha ihtişamlı yâd edilir oldu. Çünkü Allah Teâlâ; nûrunu, bu Hak dostlarının temiz ruhlarında ve eserlerinde devam ettirmektedir. Bu yüzden muhabbetin ömrü sonsuzdur.
Bu muhabbetin lutfedildiği kulların başında peygamberler, sonra da Allah dostları gelmektedir. Yaşadıkları mekânlar dahî bu lütuftan hisse alıp, vefatlarından sonra da mânevî kucaklaşmalara sahne olmaktadır. Vefâtının üzerinden 7 asır geçmesine rağmen Mevlânâ Hazretleri’ne olan muhabbet de günden güne artmıştır. Kabrinin bulunduğu şehir hâlâ ziyaret edilmekte ve binlerce gayr-i müslim hâlâ onun hayatından ve eserlerinden etkilenerek müslüman olmaya devam etmektedir.
Nasıl bir sır var ki, vefâtı şeb-i arûs olarak yâd ediliyor?
Ölümün sessiz bir lisânı vardır. Bütün çareler onun karşısında çaresiz kalır. Ölümün ve doğumun fıtrî olduğunu kabul etsek de biliyoruz ki; bizi, doğum kadar heyecanlandırmıyor, mutlu etmiyor ölüm fikri. Ne zaman ve nerede bizi bulacağını bilemediğimizden dolayı, her hatırımıza geldiğinde bir huzursuzluk kaynağı… Sonrasında yaşanacakların ürpertisi ile korku kaynağı… Kabrin yalnızlığı…
Îmânın altı esasından biri olan âhiret gününe îman; tüm müslümanlar tarafından ezbere biliniyor da, Allâh’ın bizi yaratmasındaki murad biliniyor mu acaba? Âyet-i kerîmede buyurulmuştur ki:
“Ben cinleri ve insanları ancak Ben’i tanıyıp Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56)
Dünyayı ve ölümü doğru idrâk edebilmemizin tek nişânesi, kulluk şuuruna sahip olabilmektedir. Kur’ân-ı Kerim; ölümle başlayıp, cennet ve cehenneme ulaşan süreci bize âyet-i kerîmelerle haber vermiştir. Hak dostları, ölüm hakkında pek çok şey söylemiştir. Lâkin ölüm, Hazret-i Mevlânâ’nın ölüme verdiği mânâ ile apayrı bir mahiyet kazanmıştır. Onun beyitlerinde ölüme olan iştiyak, özlem, hasret ve vuslat; gönülleri ihyâ etmiş, ölümü zorunlu beklenen bir son olmaktan çıkarmıştır. O, artık beklenen bir andır. Sevgili’ye kavuşmadır. Bu; ölümden sonraki dirilişe kesin bir îman ve Allah ile aramızdaki perdelerin kalkıp vuslatın gerçekleşeceği âna olan derin bir özlemdir. Aslında ölümü bu şekilde anlamlandıran ilk zât Mevlânâ değildir; özellikle tasavvuf erbâbı için bu idrak tarzı, çok âşinâdır. Ancak Hazret-i Mevlânâ ölümle ilgili olumlu his ve düşüncelerini öylesine başarıyla anlatmıştır ki; vefat yıl dönümlerinin, ölüme çok yakışan bir his olan hüzünden tamamen uzakta, şölenlerle «kutlanması» âdet hâline gelmiştir. Matemden çok düğün günü yaşanmaktadır onun vefat yıl dönümlerinde.
Mevlânâ Hazretleri’ne bu duygu dünyasını yaşatan neydi?
Hazret-i Pîr kendi kendine mi bulmuştu bu yolu? Elbette ki hayır. Onun ölüm gerçeği ve diğer konulardaki düşüncelerini besleyen çok önemli iki kaynak bulunmaktadır. Bunlardan ilki Kur’ân-ı Kerim, diğeri hadîs-i şeriflerdir. Bunu kendisi şöyle ifade etmektedir:
“Ben yaşadıkça Kur’ân’ın bendesiyim.
Ben Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayağının tozuyum.
Biri benden bundan başkasını naklederse;
Ondan da şikâyetçiyim, o sözden de şikâyetçiyim!”
Mevlânâ Hazretleri’ni anlayabilmek ve onun kalbinden hisseler alabilmek için, Kur’ân-ı Kerim’deki ölüm âyetlerini bol tefekkür etmemiz gerekir. Sadece ölüm âyetlerini değil; hayatın nasıl yaşanacağı ve hakikatin ne olduğunu anlatan Kitâbımız’ı anlayarak, yaşamak niyeti ile okumalıyız. Hakikate yaklaştığımız zaman; insan olmanın, insanca yaşamanın ve izzetlice; «düğün gecem» diyerek, Rabbimiz’e vâsıl olmanın lezzetini yaşayacağız inşâallah. Başka türlüsü bize kulaktan dolma; az biraz öğrendiklerimizle ölümden korkarak, lâkin bu mutlak sonu mutlak yaşayacağımızı bilerek geçecektir.
Ölüm kişinin kendi ile yüzleşmesi…
Bir hakikat var ki, Mevlânâ Hazretleri ölümü (vuslatı) arzuladı.
Biz neden arzulayamıyoruz?
Ölümümüz, hayatımızla anlam kazanacaktır. Bunu nereden biliyoruz? Elbette ki Rabbimiz’in buyurduğu âyet-i kerîmelerden. Ölümümüzün nasıl olacağını, yaşadığımız hayat belirleyecektir. Eğer Mevlânâ Hazretleri gibi aslî vatanımızın, Allah’tan gelişimizin, Allâh’a vâsıl olmakla nihayet bulacağına inanırsak; yaşamamızın bir gayesi olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm’in ısrarla üzerinde durduğu bir gerçeklik vardır ki, burası geçicidir. Bir aldanma ve oyun yurdudur. Bu oyuna kendimizi kaptırırsak…
Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:
“İyi bilin ki, şu dünya hayatı boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurduna gelince, işte gerçek hayat odur. Keşke bunu bilmiş olsalardı!”
(el-Ankebût, 64)
(Devam edecek)