Mesnevî’den Beyitler -33- KALBİN CİLÂSI

Z. Özlem ABAY o.abay@hotmail.com

 

“Aşk, bu sözün açığa çıkmasını istiyor, / Ayna gammaz/koğucu olmaz da ne olabilir?”

 

Aşktan murad mâşuktur. Yani; Zât-ı Hak’tır. Nasıl ayna, yüzüne yansıyan sûreti gösterirse, gönül de ayna gibi Hakk’ın güzelliğini yansıtır. Âşık olan insanın, aşkını izhâr etmemesi mümkün değildir. Aşkını, yaşadığı coşkunluğunu anlatmak, yüreğini saran o yangını etrafı ile paylaşmak ister. Sevdiğinin güzelliğini her an anıp dururken, sessiz kalması mümkün değildir. «Âşık susarsa, ârif konuşursa helâk olur.» denmesi bundan olsa gerek. 

 

Sevgilinin cilvesi bitmez, aşkın esrârı çözülmez. Gönle akseden bu cilve ve esrar, ayna misâli görünür. Kalp aynasından, elimizde olmadan yansıyan bu sırlar, dilden de dökülür. Mevlânâ Hazretleri, işte gönül aynasına akseden bu sırları eserlerinde dile getirmiştir. 

 

Gammaz; iftiracı, fitneci, koğucu, söz taşıyıcı, birine iftira ederek zarar veren kimsedir. Ayna da kendine yansıyanı aksettirdiği için, gammaz diye nitelendirilmiştir. Ayna nasıl kendine yansıyanı aksettiriyorsa, sevende de sevdiğinin alâmetleri olur. Onları gönlünden ve dilinden aksettirir. Küpte ne varsa, o sızar dilden. 

 

Gönlünde ilâhî aşk olan kimse; hep Rabbinden ve O’nun lutfetmiş olduğu güzelliklerden, nimetlerden bahsetmek ister. Hep O’nun cûd u keremini dile getirir. Hayatındaki tüm yönelişler, O’na ve O’nun rızâsını aramaya yönelik olur. Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî-i şerifte şöyle der:

 

“Bütün güzellikler, kudretler, fazîletler ve mârifetler; güzellik güneşindendir ve bu tarafa gelmiş, vurmuştur.” (Mesnevî, 17157. beyit) 

 

Kulun kalbi ilâhî nur ile parlarsa, bunun sadece Rabbinden olduğunu bilir. Bu aşka mazhar olan kişi, fiil ve davranışlarında O’nun güzelliklerini yansıtır. Gönül bu aşk ile dolu olunca, bundan başka bir şeyi gösterme imkânı yoktur zaten. 

 

Ayna nasıl kirden, pastan temizlenir, cilâlanırsa; gönül de Allâh’ın zikri ile günahlardan temizlenir. Bu arınma; ancak nefsin kötü huylardan temizlenip, güzel hasletlerle bezenmesi ile olur. Anlatıldığı gibi kolay bir iş değildir nefsi temizleyip arındırmak. Zor ve meşakkatlidir. Çünkü nefis; hevâ ve hevese uymak, her zaman rahat bir hayat yaşamak ister. Kaideler ve sınırlar onu zorlar. Güneşin ışıklarında karanlığın yok olduğu gibi; nefsi de Hak’ta fânî edip şerrinden kurtulmak gerekir. Bedeni mücâhede ve riyâzetle mum gibi eritip, rûhu güçlendirmek elzemdir. Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî-i şerifte şöyle der:

 

“Demir, kesif ve nursuz olmakla beraber; (zikr-i İlâhî) cilâsı, o kesâfet ve o nursuzluğu ondan giderir.” (Mesnevî, 14872. beyit) 

 

İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- rivâyet ediyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdular: 

 

“Her şeyin bir cilâsı vardır. Kalplerin cilâsı da Allâh’ı anmaktır. Parçalanıncaya kadar kılıcınla düşmana vurman dâhil, Allâh’ı zikretmekten daha fazla Allâh’ın azâbından koruyan hiçbir şey yoktur.” (Câmiu’s-sağîr, 2419)

 

Kalbinde Hakk’ın tecellîlerini görmek isteyenlerin; onu zikrullah ile cilâlaması ve parlatması, yani temizlemesi gerekir. Yoksa mârifetullah ve hakikat tecellîleri, kalpten dile dökülmez. Zikir; anmak, hatırlamak demektir. Hatırlama ihtiyacı olduğuna göre, demek ki insan unutuyor Rabbini. Kendisine emânet bırakılan kalbi korumayı unutuyor. Bu ya hevâ ve hevese uymaktan (gafletten) ya da kasten olabiliyor. Atamız Âdem -aleyhisselâm- da unuttu. Âyet-i kerîmede şöyle buyurulur:

 

“Doğrusu Biz daha önce, Âdem’den o ağaca yaklaşmaması konusunda söz almıştık; fakat o, verdiği sözü çabucak unutuverdi.” (Tâhâ, 115)

 

Ahit; bir şeyi muhafaza etmek ve onu korumaktır. Mutlaka korunması, muhafaza edilmesi gereken söze, ahit denilmiştir. Allah Teâlâ’nın ahdi ise, bize Efendimiz’in lisânı ile bildirdiği Kur’ân-ı Kerim’dir. Ve bizler de verdiğimiz ahde sâdık kalamıyor; âyetleri okuma, anlama ve yaşamada eksik kalıyoruz. Atamız da unuttu; lâkin onun unutması zelle olmasına rağmen, dünya sürgününü yaşadı. Âdem -aleyhisselâm-’ın bu zellesi; aklının kıt olmasından değil, hayat tecrübesinin olmayışından idi. Şeytanın kendini kandıracağı konusunda bir tecrübesi yoktu. Lâkin bu zelle; cennette ve Allah Teâlâ ile vuslat hâlinde yaşandığı için, cezası da buna göre ağır oldu. Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine ise kişinin kendisinin sebep olmadığı hata ve unutmada vebal yoktur. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:

 

“Ümmetimden, hata ve unutmanın sorumluluğu kaldırılmıştır.” (Münâvî, IV, 34)

 

Allah Teâlâ, âyet-i kerîmede şöyle buyurur:

 

“Sonra Rabbi; onu (Âdem’i) peygamber seçip kendine yaklaştırdı, tevbesini kabul buyurdu ve onu doğru yola iletti.” (Tâhâ, 122) 

 

Atamız Âdem -aleyhisselâm-, unutma ile emredileni terk etmiş ve yasaklananı yapmış idi. Lâkin tevbesi ve Allâh’ın mağfireti ile affedilen kullardan oldu. Demek ki her dâim; kulun, hatalarından tevbe etmesi, ibâdet ve itaatine devam etmesi, sırât-ı müstakîm üzere olması, Allâh’a kurbiyete vesile oluyor. Efendimiz de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

 

“Zikirlerin en fazîletlisi «Lâ ilâhe illâllah»tır.” (Tirmizî, Deavât, 9 [3383]) 

 

Mevlânâ Hazretleri şöyle der:

 

“Vakitli vakitsiz, yani her vakit; «Lâ ilâhe illâllah» demeyi kendine vird edinirsen;

 

Hakk’ın nûru zuhûr ederek, senden varlık zulmetini uzaklaştırır.

 

Yerde ve gökte Allâh’ın varlığına, kimseyi şerik bulamaz olursun.

 

Senin müşâhede gözünde, Allâh’ın hüviyetinden başka hiçbir şey görünmez.

 

Rûhun kulağı; «Allah’tan başka bir vücûd-i vâcib yoktur.» nidâsını her taraftan işitir.

 

Fakat hevâ ve hevesle bu makama gelemezsin ve; «Lâ!»dan geçmeyince; «Hû!»ya erişemezsin.” (Mesnevî-i Şerif, Tâhiru’l-Mevlevî Şerhi, c. 13, s. 644)

 

Rabbimiz’den; kalp aynasını bulandırmadan, saflığını paslandırmadan, aşk-ı ilâhi ve yüz akı ile huzûruna varan kullarından olmamız duâ ve niyâzı ile yazımızı Mevlânâ Hazretleri’nin sözleri ile bitirelim:

 

“Her ağlamanın sonu gülmektir. Sonunu gören adam, mübârek bir kuldur.” (Mesnevî)